Thursday, 21 April 2011

it's funny how beautiful people look when they're walking out the door

Dün gece hayatımda önemli bir yeri olmuş insanları son kez gördüğüm anlar geldi uyumaya çalışırken aklıma. Benim için hayat değiştirici olan birini geçen sene Taksim'de son kez gördüğümde onu bir daha görmeyeceğimi bilmiyordum. Aynı insana iki yıl önce İstiklal'in sonundaki Gloria Jean's'in önünde sarıldığımda onu o sevdiğim haliyle son görüşüm olduğunu bilmiyordum. En son eski sevgilim geçen yaz ben Türkiye'ye dönerken "Seni seviyorum ve çok özleyeceğim bütün yaz" diye beni trene bindirdiğinde İngiltere'ye döndüğümde artık olmayacağını ve onu son görüşüm olacağını bilmiyordum. İlk sevgilimle ayrılışımızdan dört yıl sonra Alsancak'ta karşılaştığımızda ve beni eve bıraktığında arabasından inerken onu son kez gördüğümü bilmiyordum. İki yıl önce One Love'a gittiğimde en yakın arkadaşlarım sandığım insanları son görüşüm olacağını bilmiyordum. Ondan birkaç gün sonraki Placebo konserinden sonra birlikte yemek yediğim arkadaşımı bir daha görmeyeceğimi bilmiyordum. Üç yıl önce Alsancak'ta Gloria'da bana benim için aldığı lise transcriptlerimi getiren o zamanki en yakın arkadaşlarımdan birinin bir daha hiç o içten, sevilesi haliyle karşıma çıkmayacağını bilmiyordum. Geçen sene uzun zamandır beni heyecanlandıran ilk insanla İstiklal'de buluştuğumda bir daha görüşmeyeceğimizi bilmiyordum. Birkaç hafta sonra o İstanbul gezimde tanıştığım başka bir insan İzmir'e beni görmeye geldiğinde akşam onu İstanbul otobüsüne bindirirken bir daha onu görmeyeceğimi bilmiyordum.

Bilmek ister miydim acaba? O anda kulağıma "Bu anı unutma" diye fısıldansın ister miydim? Ya da belki bir şekilde o anların önemini zaten fark etmiş miydim, yıllar sonra çoğunu o gün ne giydiğime kadar en ufak ayrıntısıyla hatırladığıma göre?

Değer verdiğim insanların hayatımdan çıkmasından her zaman endişe eden, her zaman gideceklerinden korkan biriyim. Aramızda her şey yolunda gidiyor olsa bile, içimde sürekli durup dururken hayatımdan çıkabileceklerine dair bir korku oluyor. Hayatımdan giden herkes "durup dururken" gidiyor çünkü; benim farkında olduğum bir olay olmadan, ben nedenini anlamadan, bu kararlarını kendi zihinlerinde var olan bir şeylere dayandırarak. Bu yukarıda bahsettiğim insanların çoğuyla neden aramızdaki bağlar koptu bilmiyorum mesela. O yüzden benim için önemli insanlarla sürekli her görüşmemiz son olabilirmiş gibi geliyor, "Sonra görüşürüz" diye sarılıp yanaktan öpüştüğümüz o anı hep kaydediyorum. Bir daha görüşmeme ihtimalinin hep var olduğunun farkındayım, ama bunu kesin olarak bilmek istemezdim. O insanı son görüşüm olacağını kesin olarak bilseydim o anda, eve ağlama krizleri içinde dönerdim sanırım. Uzuuun zaman sonra "Kaç yıldır bir daha görmedim onu" diye farkına varınca insan, bu farkındalık o kadar üzücü olmuyor.

Bu insanlardan hangilerini bir daha görürüm bilmiyorum. Ya da görürsem, ne kadar birbirimizin sevdiği insanlar olarak birbirimizin karşısına çıkarız, onu da bilemiyorum. Değişim ne hüzünlü şey.

Yıllardır aynı insanları hayatında tutabilenlere anlayamaz gözlerle bakıyorum.

Wednesday, 20 April 2011

tired and damaged

İngiltere'den gelen eşyalarım arasında Xena box set'im de vardı. Eski sevgilim uyuzluğuna kesin DVD'lerin bir kısmını kaybetmiştir diye düşündüğümden açıp bakmamıştım aylardır, sonunda baktım, ve hiç eksik yok. Mutlu oldum.

Sezon 5 - 1. Bölüm
"Fallen Angel"



Cursed, the bright angel fell, and as it plummeted, its wings grew dark
and tarnished.

Upon the ground, tired and damaged, it tried to stand and ascend
again, but there was no sunlight to feed it and the mud and grime lay
too heavy on its wings.

For the longest time, it struggled valiantly to shake its burden and to
soar once more, but the mire could not be moved, and in time, with
too little to sustain it, the angel grew weary and could do no more.

Spirit broken, it wrapped its wings around itself for warmth, and
alone in its dark place, it grew wretched.


A shaft of light fell upon the angel and it stirred.

Though it still could not move, slowly the grime that lay heavy on its
wings began to dry, and as it did, so the weight became lighter
until the dirt crumbled and fell like dust.

A voice lilting and soft spoke, called out, speaking that it was time.

The angel took courage and, rising to a knee, stretched first one,
then the other wing, extending them out as far as was possible.

It felt the light nurture and feed it.

Now standing, its strength returned, in one fluid graceful movement,
the angel arched its neck and looking upward, flew.

It was going home.

Tuesday, 19 April 2011

for the love of Bal bags

Bu aralar essaylerimle uğraşıp durduğum için nette zaman öldürürken kendimi suçlu hissediyorum. Ama bu beni alışveriş yapmaktan (daha doğrusu yapmaya çalışmaktan) alıkoymuyor.

İlk olarak geçtiğimiz günlerde açılan alışveriş sitesi Morhipo'dan bahsetmek istiyorum. Cem Boyner'in sahibi olduğu Markafoni + Beymen Online türü bir site olan Morhipo ilk açıldığı gün satışlara Balenciaga ile başlayarak beğenimi kazanmıştı. Ama siteyle ilgili bir çok problem var. Öncelikle ilk açıldığı günlerdeki kadar olmasa da site zaman zaman kilitleniyor. Beymen Online türü olan kısmında aynen Beymen Online'daki gibi ürün çeşitliliği o kadar kısıtlı ki, gardrobumu satışa çıkarsam aradan daha fazla designer ürün çıkar. Bu çeşit kıtlığı Markafoni türü süreli indirimli satışlara da yansımış. Balenciaga satışında tek bir çanta, iki tane charm, nedense "cüzdan" diye satılan bir pasaport kılıfı ve yine nedense "cüzdan" diye satılan bir coin purse dışında aksesuar yoktu. Marc by Marc Jacobs satışında da tek bir çanta modeli vardı hatırladığım kadarıyla. Chloe satışında hiç çanta görmedim. Dediğim gibi, çeşit sıfır. Ürünler bilmemkaç sezon öncesinden kalma. Ve fiyatlar bu kadar eski sezon ürünlere verilesi fiyatlar değil. İki sezon öncesinden kalma Marc by Marc Jacobs çanta geçen sene Harvey Nichols'da falan indirimdeyken satıldığı fiyatın aynısına satılıyordu. Ve buna rağmen Morhipo'daki MbMJ satışında bu çanta tükenmişti. Çünkü insanlar enayi yerine konulduklarının farkında olmayıp Türkiye'de MbMJ satan pek yer bulunmadığından o fiyatı o çantanın normal fiyatı sanıyorlar. Değil. Bu kazıkçılık Beymen'de de gayet mevcut. Bir Balenciaga çantanın Beymen fiyatıyla Avrupa'daki herhangi bir department store fiyatını karşılaştırın, neden bahsettiğimi anlayacaksınız.

Bu aralar yeni bir Balenciaga alma isteği var fena halde içimde, o yüzden bakınıp duruyorum. Almak için İngiltere'ye dönmeyi beklemek istemediğimden ve Morhipo, Beymen gibi yerlerden umudumu kestiğimden Gittigidiyor'a baktım. Balenciaga diye aratınca 727 ürün çıkıyor. 8 tanesi dışındakilerin sahteliğinden eminim. O 8 tanenin gerçekliği/sahteliği hakkında da yorum yapamıyorum, çünkü yeterince fotoğraf koymamış satıcılar. Ayrıca o 8 çantanın 6'sının fiyatı fena halde abartıydı. Kusura bakmayın ama insanın ikinci el bir çantaya, Balenciaga bile olsa, 1500TL'den fazla para vermesi için aptal olması lazım (koleksiyon yapan, ve illa x yılının y rengi çantasını arayanları saymazsak). Mesela, bu bahsettiğim çantaların birisi 2.200TL'ye satılıyor Gittigidiyor'da. Satıcı çantanın Beymen'de 3700TL'ye satıldığını yazmış, doğru mudur bilemem ama öyleyse şaşırmam. Aynı çantayı şu anda İngiltere'de Balenciaga'nın kendi butiğinden alırsanız £945 ediyor, yani 2360TL. O zaman ben gidip bu çantayı 2360TL'ye Balenciaga'dan alıp bir yerine bir şey olduğunda ücretsiz tamir ettirebilecek ve gerçekliğinden %100 emin olabilecekken, neden Gittigidiyor'dan gerçekliğinden emin olamadığım ve ikinci el olduğu halde 2200TL'ye alayım? Şu ana kadar hem 2. el "kesinlikle orijinal" designer ürünler sattığını iddia eden dükkan OriginalSeconds'dan, hem de Beymen'den aldığını söylediği çantaları Gittigidiyor'da satan bir sürü insandan çantanın orijinal olduğunu kanıtlayacak fotoğraflar istedim. OriginalSeconds'dan ekstra fotoğrafları olmadığına dair bir mesaj aldım, diğer satıcıların hiç birinden cevap almadım şu ana kadar. Hatta bazılarının satışlarında "'Çakma mıdır' gibi şeyler sormayın, cevaplamaya gerek bile görmeyeceğim, bu çanta orijinaldir" türü salak saçma şeyler yazıyor. Sanırım gerçekten insanları bu kadar enayi sanıyorlar.

Ve malesef, onları haklı çıkaracak insanlar var.

eBay UK'de gayet sahte Balenciaga çantaların 1000TL civarı fiyatlara satıldığına o kadar çok denk geliyorum ki, anlatamam. Çünkü insanlar nelere bakmaları gerektiğini bilmiyorlar (kimsenin sahte olduğunu bildiği bir çantaya o kadar fazla para vermeyeceğini varsayıyorum).

O yüzden eBay, Gittigidiyor gibi sitelerden Balenciaga almak isteyenler için minik bir rehber hazırladım. Beymen gibi yerlerin sizi kazıklamasına izin vermeyin, internetten ikinci el (ya da bazen birinci el) çok uygun fiyata orijinal bir Balenciaga alabilirsiniz, ama paranızı dolandırıcılara kaptırmamak için bazı şeylere dikkat etmeniz gerekiyor.

1- Öncelikle sabırlı olun. Kafanızda bir çantaya ödeyeceğiniz maksimum fiyatı belirleyin (fiyatınız tabii ki gerçekçi olmalı), ve o fiyata bir Balenciaga bulana kadar belki de aylarca beklemeye hazır olun. Ben ilk Balenciaga'mı alırken 8 ay boyunca her günü eBay'e girip yeni gelen Balenciaga çantalara bakarak geçirdim ve sonunda aldığım çanta teklif verdiğim 10. çanta falandı. Dediğim gibi, sabırlı olun. Acele edip bütçenizi aşan çantalar almayın.

2- Belli bir fiyattan aşağı orijinal bir Balenciaga alamayacağınızın farkında olun. Çok klişe olabilir ama "doğru olamayacak kadar güzel" lafı çok ucuza satılan çantalar için gayet geçerli: O kadar ucuzsa, orijinal değildir. eBay UK için konuşacak olursam; çok kullanılmış, kenarları deri yırtılacak kadar hasar görmüş ve Twiggy ya da First boyutunda bir Balenciaga'yı 150 pound'a falan alabilmeniz mümkün. İkinci el, ama yeni gibi görünen aynı boyutta bir Bal çantayı da 250 pound'dan başlayan fiyatlara alabilirsiniz (ama bunun 2, hatta 3 katını da ödemek zorunda kalmanız mümkün, eğer sabırlı olmayıp buy-it-now olarak satan insanlardan alırsanız). Bundan daha az fiyata gördüğünüz çanta %99.99999999999 ihtimalle sahtedir.

(2012 Aralık'ta gelen edit: Bu sene Balenciaga çantaların ikinci el satış fiyatı fena halde düştü. 150-200 pound'a gayet iyi durumda ve orijinal çantalar bulmak mümkün. Ama tabii ki Velo, Work, City gibi en çok talep gören modelleri o fiyata bulamıyorsunuz.)

3- Kesinlikle çantanın kendi fotoğrafı yerine stok fotoğrafı koyan ve "Çantanın teslim süresi 9-12 iş gününü bulabilir" türü şeyler diyenlerden uzak durun. Fotoğraflarda çantanın sapları falan naylonla kaplıysa uzak durun. Bir de neden bilmiyorum ama Gittigidiyor'da "USA'den Balenciaga" türü ibareler görüyorum bir sürü, *kesinlikle* uzak durun, bunları hepsi Uzakdoğu'dan geliyor.

4- Çantanın "bale" (omuz askısının ucundaki metal parça) fotoğrafını görmeden kesinlikle almayın. Eğer "Omuz askısı kayboldu" falan deniyorsa çantanın sahte olma ihtimali çok yüksek.

Bu kısmın yuvarlak, ve iki tarafın birleşmesinden biraz önceki kısmın biraz içeri doğru kıvrımlı olması gerekiyor (ilk fotoğraftaki gibi). Eğer yuvarlak ama kıvrımsızsa (2. fotoğraftaki gibi) ya da köşeliyse (3. fotoğraftaki gibi) çanta sahtedir.


2- Çantanın "rivet"lerinin (sapın sonunda deriyi zımbalayan kısım) fotoğrafını görmeden almayın. 2005 S/S öncesi rivet'lerde çentik yoktu, ondan sonra üretilen çantalarda ince uzun çentikler var (ilk fotodaki gibi). Eğer çentikler ince uzun değil de C şeklinde ise (2. fotodaki gibi) çanta sahtedir.



3- Çantanın içindeki Balenciaga etiketinin en üst dikişi çantanın rengi ne olursa olsun her zaman siyahtır. Sahtelerde genelde en üst dikiş de diğer dikişlerle aynı renk (yani çantanın renginde) olur. Kaliteli bir sahte değilse bir sahteyi en kolay ele veren ayrıntı budur.

Aşağıdaki fotoğrafların ilki sahte, ikincisi orijinal.


Ayrıca etiketteki rakamlarda 1 sayısının orijinal çantada kuyruksuz, dümdüz bir 1 olduğuna; ama sahtesinde 1'in üst ucunun kuyruklu olduğuna dikkat edin.

4- Etiket size çanta hakkında çok şey anlatabilir. Örneğin, bir üstteki fotoğraftaki turuncu çanta bir City. Buradan da görebileceğiniz gibi City'lerin metal etiketi olması gerekiyor (bazı modeller deri etiketli oluyor). Seri numarasının 115748 olması gerekiyor, yani seri numarası doğru. Bu numaranın etiketin arka kısmında da tutması gerekiyor, o yüzden arkanın da fotoğrafını mutlaka görün. U harfi bize 2007 FW sezonunda üretildiğini gösteriyor. 2005'ten sonra üretilen modellerde Balenciaga ve Paris'in arasında _ yerine nokta bulunuyor, bu etikette nokta olduğundan o da tutuyor. Ayrıca mutlaka buradan hangi sezonda hangi renklerin üretildiğine bakın, eğer çanta sahteyse o sezon o renkte bir çanta üretilmemiş olmasından anlarsınız. U harfi bize bu çantanın 2007 FW sezonunda üretildiğini gösterdiğine göre, çantanın rengi Marigold/Jaune.

5- Eğer çantadan beyaz bir iple bağlı olarak etiket sarkıyorsa çanta sahtedir. Eğer ayna kısmında deride aynanın izini görebiliyorsanız çanta sahtedir.


6- Çantanın deri iplerini birleştiren minik yuvarlaklarda delik varsa çanta sahtedir. Yuvarlağın tamamen deliksiz olması gerekiyor.



7- En önemlisi çantanın derisi. Yukarıda bahsettiğim tüm detaylara dikkat etseniz bile sahte olduğunu anlayamayacağınız super fake denen inanılmaz kaliteli sahteler çıktı piyasaya son yıllarda. O durumda sahteyi ele veren sadece derisi oluyor. Sahtelerin derisi parlak ve plastikimsi görünüyor, ayrıca kimyasal kokuyor, üzerinde yapıştırıcı lekeleri/artıkları olabiliyor. Orijinaller çok yumuşak ve ince derili oluyor, deri daha pürüzsüz görünüyor ve çanta alındıktan yıllar sonra bile deri kokuyor.


8- Son olarak, çantanızı *kesinlikle* The Purse Forum'daki Authenticate This Balenciaga kısmında sorun. Onlar sahte diyorsa sahte olduğuna emin olabilirsiniz. Orada çantanız hakkında yorum yapılmasını rica ettiğinizde de yukarıdaki fotoğraflara ihtiyacınız olacak. Eğer bir satıcıdan bu fotoğrafları istediğinizde herhangi bir nedenden dolayı yollamıyorsa kesinlikle uzak durun. En kötü ihtimalle dolandırıcı, en iyi ihtimalle uyuz bir insandan zaten alışveriş yapmak istemezsiniz.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar.

İyi alışverişler.

Thursday, 14 April 2011

as if to say he doesn't like chocolate



‎"I love chocolate. For political reasons. Here's why I love chocolate so much. You see, in this country, a person is assumed to be white unless otherwise specified. That's why I like chocolate. Because when you first think of chocolate, you think of something brown. And if you think of white chocolate first, well, then you're a fucking racist." - Hari Kondabolu

Wednesday, 13 April 2011

e.t.

Bu aralar hangi radyoyu açsam, hangi müzik kanalını izlesem karşıma Katy Perry ve Kanye West'in E.T.'si çıkıyor. Şarkı bilmemkaç tane pop müzik listesinde bir numarada, çevrem "Ayy ne süper şarkı diil miii" yapan insanlarla dolu.

Bu beğeniyi anlamakta güçlük çekiyorum.

"Take me, ta-ta-take me
Wanna be a victim
Ready for abduction"

Bu sözler direk tecavüz/kaçırılma fantezisi değil mi?

"I’mma disrobe you
Then I’mma probe you
See, I abducted you
So I tell you what to do"

Ya da bunlar?

Hadi BDSM tandanslı underground bir grup böyle bir şarkı yapsa neyse, bir sürü insanın dile getirmese de bu tür fantezileri olabileceğinin farkındayım. Ama bu insanların neredeyse tamamında adı üzerinde "fantezi" bu, gerçek olmasını istedikleri anlamına gelmiyor. Buradaki problem Katy Perry'nin çoluk çocuk hayran kitlesinin çok büyük olması. Ve bunları dinleyip "Tecavüz aslında kadının hoşuna gidiyor" gibi saçma salak bir sonuç çıkaracak bir dünya insan var, malesef.

İnsanlar şarkının sözlerini bilmeden dinliyorlardır belki diye düşünüyorum, aklı başında bir kadının bu şekilde sözlere sahip olduğunu bildiği bir şarkıyı "Süper şarkı" diye tanımlamasına ben anlam veremiyorum.

Tuesday, 12 April 2011

calm it kermit

Uzun süredir yazmıyorum, üzgünüm.

Türkiye'ye geldiğimden beri normalde hep internet başında geçirdiğim vaktimin büyük kısmını Digiturk başında geçirmeye başladım. Geçen hafta E!'de Christina Aguilera'nın biyografisini izlerken Beautiful klibindeki eşcinsel öpüşme sahnesi gösterilirken adamların ağızlarının sigaraların sansürlendiği şekilde sansürlendiğini gördüm. Şimdi de Moviemax kanallarından birinde izlediğim Dodgeball adlı filmdeki lezbiyen öpüşme sahnesinin tamamen kesildiğini fark ettim. Ama aynı sahneden 5 saniye sonra yer alan heteroseksüel öpüşme gayet tamamen gösteriliyordu.

Aynı şey geçen sene Grey's Anatomy'de de yapılıyordu (hala yapılıyor hatta sanırım), öyle ki, Callie'nin Erica'yla olan ilişkisindeki çoğu sahne tamamen kesildiğinden insan olan biteni takip bile edemiyor, "Bu ikisi ne ara sevgili oldu ya?" diye kafası karışıyordu.

Bu ne kadar saçma salak bir şey?

21. yüzyılda yaşıyoruz. Hala eşcinsel öpüşme görünce rahatsız olacak kadar idiot insanlar varsa, bir zahmet kafalarını çeviriversinler. İzlemek için para ödeyip üyelik satın aldığınız bir kanalda gösterilen sahnelere el atabilme hakkını kendinde bulan RTÜK'e mi daha çok laflar hazırlasam, yoksa olası bir cezayı ödememek için homofobiklik yapan gözünü para hırsı bürümüş Digitürk'e mi, bilemiyorum.

Digiturk'ün bir diğer uyuz olduğum noktası ise Türkçe altyazılarda sansür uygulanması. Geçen gün adını bilmediğim bir dizide penis kelimesinin "çip" diye çevrildiğine denk geldim. Yine Grey's Anatomy'nin geçen haftaki bölümünde Arizona'nın Callie'ye evlenme teklif ettiği sahnede içinde eşcinsellik kelimesi ya da referansı geçen, şu an ne olduğunu tam hatırlamadığım bir cümle tercüme bile edilmeden tamamen çıkarılmıştı altyazılardan. Dikkat edin, gerçekten Digiturk altyazılarında "eşcinsel" kelimesinin saçma sapan ve eşcinsellikten bahsetmeyecek bir şekilde çevrildiğine çok denk geleceksiniz. Bunlar artık çok komik şeyler, Digiturk, kendini aş artık.

Daha sonra reklamlar sırasında bir Bosch çamaşır makinası reklamına denk geldim. Kadın eski çamaşır makinasını çalıştırmanın ne kadar zaman aldığından bahsediyor falan. Böyle reklamlardan tiksiniyorum, bir gün birisi böyle beyaz eşya reklamlarında bir erkeği oynattığı zaman çamaşır makinamı ondan alacağım. Biraz sonra sahne değişiyor, bir adam bu sefer çamaşır makinasının başında, "Eşim ne kadar uğraşıyormuş bu makinayla, hiç bilmiyordum" türü bir şeyler dedikten sonra "Kadınlık zor zanaatmiş" falan diyor. "Kadınlık"ın çamaşır makinası çalıştırmaktan çok daha zor zanaat olması bir yana, erkekler de üzerine düşeni yapsa kadınlık bu kadar zor zanaat olmaz. Televizyon, DVD player, ses sistemi gibi "siyah" teknolojik aletleri kontrolü altında tutan erkekler neden "beyaz" teknolojik aletler (ütü, çamaşır makinası, fırın vs) söz konusu olduğunda topu direk kadınlara atıyorlar? Neden bu beyaz eşyaları kullanmasını bilmiyor olmaktan övünülecek bir şeymiş gibi bahsediyorlar? Bu çamaşır makinasını kullanmayı beceremeyen erkek modeli bana eski bir erkek arkadaşımı hatırlatıyor. Kendisi açken annesinin ya da benim onu doyurmamızı bekleyen, yaptığım yemekleri beğenmediğini belirtmekte hiç tereddüt etmeyen, ve bir tost/omlet/makarna yapmaktan bile aciz bir insandı. Defalarca "Hiç böyle yaşanır mı, en basit şeyleri öğren bari, bir gün kendi başına yaşadığında ne yapacaksın" deyip neyi nasıl yaptığımı göstermeye çalıştığım halde sanki bu cehaletinden gurur duyar gibi "Gerek yok, yapamıyorum ben yemek" falan diyordu. Ve böyle bir çocukça inat içinde karşıma çıkan çoğu erkek. Babanın gayet ev işi yaptığı ve hatta çoğunlukla yemekleri pişiren insan olduğu bir aileden gelen bana bunlar çok acayip geliyor.


Son olarak şöyle bir Atlasjet reklamına denk geldim. Pegasus'un artık "ucuz havayolu" adı altında ottan boktan para alıyor olması ve ucuz falan olmaması yüzünden İstanbul uçuşlarım için Atlasjet'i tercih eder olmuştum. Bu reklamı gördükten sonra kesinlikle birisi bana Atlasjet'e para kazandıramaz bundan sonra. Çok iğrenç.

Wednesday, 6 April 2011

i have the right to remain fabulous

Geçen gün BFI'da London Lesbian and Gay Festival çerçevesinde gösterilen kısa filmlerden birinde olduğumdan bahsetmiştim. Buyrunuz:

Living Room: Bar Wotever 2008-2009 from Absolut Queer on Vimeo.

Tuesday, 5 April 2011

my 15 minutes

Bugün yine LLGFF için BFI'daydım. From Birth to Chosen adlı trans olmak ve aileler temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterimdeydim. Kısalar arasında genelde her hafta gittiğim Wotever'da çekilen bir film de vardı. İzlerken bir baktım ki ben de filmde görünüyorum. 3 sene önceki, Londra'ya ilk taşındığım ve Wotever'a ilk gittiğim günü filme koymuşlar (aşağıdaki fotoda görüyorsunuz). Ve o zamanlar "I was supposed to meet my ex tonight but I think she stood me up, so I guess I'll have to meet new gays" demişim, o da filme konmuş. Of ve of.

Neyse, filmden sonra bedava içkili bir parti vardı, ona gittim.

Dün gece fena halde kafama takılan Deak Evgenikos oradaydı, birlikte bir şeyler içtik. *swoon*

Monday, 4 April 2011

resistance



Londra'da bu aralar sık sık protestolar düzenlenmeye başladı biliyorsunuz. Ya da belki bilmiyorsunuz. Geçen hafta yarım milyon insanın katıldığı büyük protestonun düzenlendiği gün Ekşi Sözlük'e baktığımda protestoyla ilgili 10 küsür entry varken GS-bilmemne maçıyla ilgili 250 küsür entry olmasından Türk insanının aklının nerede olduğunu anlıyoruz. Ama bu neyin haber değeri olduğu ya da siyasi bir olay ve bir maçtan hangisinin daha önemli olduğuna dair önceliklerini karıştırmış olma durumu Türk medyasında da fazlasıyla mevcut bir şey malesef, o yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Bu olan bitenler baktım ki Türk medyasına gerçekten çok az yansıtılmış. İngiliz medyasında bile bu protestolar tüm boyutu ile yansıtılmıyor, çoğu şeyin bahsi bile geçmiyor. Neden? İnsanlar kendi şehirlerinde ya da dünyanın bir yerlerinde birilerinin durumu kabullenmediğini, bir şeyleri değiştirmek için ayaklandığını öğrenirse bunun etkisi her yere yayılır ve kontrol altına alınamaz hale gelir diye düşünüyorlar sanırım.

Dün akşam birkaç arkadaşımın organizasyonuyla bir araya gelen aşağı yukarı 100 kişilik bir grup Londra'nın en ünlü meydanı Trafalgar Square'i 24 saatliğine işgal ettiler. Çadırlarını kurup saksofon dinletileri eşliğinde workshop'lar falan düzenlemişler. bundan sonra her Cumartesi yapacaklarmış bunu. Keşke İngiliz vatandaşı olsaydım ve polisle başım belaya girer de sınırdışı edilirim korkusu olmadan ben de gidebilseydim bu protestolara (gerçi polis olay çıkmasın diye kenarda beklemekten başka bir şey yapmamış, herhangi bir müdahalede bulunmamışlar). Ya da keşke Türkiye'de de böyle hem protesto hem eğlence modunda çadırlı falan, barış içinde geçen, kimsenin polis şiddetine maruz kalmayacağı eylemler gerçekleştirilse.




Sunday, 3 April 2011

the owls

From the second we are born we are older than the second that just passed. What makes us feel old is not age, it's nostalgia; a yearning for moments we know will stay with us forever, and we fear we'll never live again.

Bugün yine London Lesbian and Gay Film Festival için BFI'daydım. İlk önce Amerikan yapımı lezbiyen temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterim vardı. Gösterilen kısalar arasında Public Relations ve Cried Suicide mükemmeldi, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.

Daha sonra lezbiyen kara komedi The Owls ve onun yapım aşamasını gösteren bir belgesel olan Hooters gösterildi. Filme Guinevere Turner'ın başrolde olduğundan başka hiç bir bilgim olmadan girdim ve her sahne benim için sürprizlerle doluydu diyebilirim. The L Word ve Go Fish'ten tanıdığım Turner'dan başka Go Fish'in Ely'i V.S. Brody de filmin oyuncuları arasındaydı. Aynı zamanda geçenlerde izlediğim bir film olan Elena Undone'ın oyuncularından biri The Owls'da Skye (the avenger :p ) rolündeydi. Itty Bitty Titty Committee'de Meat rolünde olan ve kalp atışlarımı hızlandırıcı etki sahibi Deak Evgenikos da vardı. Daha sonra Hooters'da filmin yapım aşaması gösterildi. Öğrendim ki Cuma günkü dersimde intersex ya da trans olmak hakkında konuşurken bahsi geçen Judith Halberstam filmin danışmanı, The Real L Word'de Whitney'nin ev arkadaşı olarak bildiğimiz Alyssa ise makyaj sanatçısıymış. Ayrıca credit'lerde Whitney'nin de adı geçiyordu, ama gözüme çarpmadı izlerken.

Net ortamlarında bulmak mümkün mü bilmiyorum, ama hem The Owls, hem de Hooters'ı fena halde tavsiye ederim. The Owls 40 yaş üstü birkaç lezbiyenin (older wiser lesbians - OWLs) yanlışlıkla bir baby dyke'ı öldürmesi sonucu yaşananları ve aynı zamanda onların yaşlanma korkularıyla yüzleşmeye çalışmalarını anlatıyor. Hooters ise dediğim gibi, filmin yapımı, ama tırt bir belgesel deyip geçmeyin, izlerken yıllardır gülmediğim kadar güldüm (But I'm a Cheerleader yönetmeni Jamie Babbit'in yapımcısı olduğu bir belgeselden sıkıcı bir şey asla beklemem zaten). Bulabilirseniz ikisini birden izleyin.

Günün olayı ise The Owls için sinemanın önünde kapıların açılmasını beklerken önümden inanılmaz taş bir insanın geçmesi, ve benim "Kız ne kadar da Itty Bitty Titty Committee'deki Meat'e benziyor" diye düşünmemdi. Neyse, o geçti gitti, kapılar açıldı, filmi sunmaya gelen kadının arkasından bu bahsettiğim kız sahneye çıkınca, "Bi dakka, acaba??!" falan oldum. Ve evet, öğrendim ki kız gerçekten Deak Evgenikos'muş, The Owls'da oynadığı için gelmiş. O kadar yakınımda görünce kalbim yerinden fırladı yemin ediyorum. Of.
Darısı Michelle Wolff'un başına, ama Paris Pickard'a da hayır demem.