Monday, 3 January 2011

i give in to sin because i like to practice what i preach

Sözlük'te bakınırken sabahtan beri sol frame'de "elif şafak urucu" başlığı gözüme çarpıyordu. "Elif Şafak soyadını değiştirdi de öldü kaldı falan mı ki 300 küsür tane entry yazılmış başlığına bir günde" diye düşünerek başlığı açtım. Öğrendim ki Bilgi Üniversitesi'nde birisi porno çekmiş, Elif Şafak Urucu da söz konusu pornoda oynayan kızın adıymış. Ahlak polisleri tarafından yazılan entryleri kötüledikten sonra bakayım dedim bu kız kimmiş. Google Images'de arattım. Sonra bir baktım ki, Elif Şafak Urucu benim yıllaaar önce Taksim'de Dirty'den Şafak olarak tanıdığım kızmış. Hatta 3 sene önce kendisi tamamen bir yanlış anlaşılma yüzünden beni "Seni var ya seni çok fena yaparım bennn" falan şeklinde tehdit etmişti. Dünya ne küçük.

Yaptığını takdir ettim yine de.

one's not enough

Bu yıl hayatımın en materyalistik yılbaşı dönemini geçirdim. Hayatımda hiç bir zaman bu kadar "fiyatlı" hediyeler almamıştım.

Bizim ailede hediye kavramı yoktur, ne yılbaşlarında ne de doğumgünlerinde. Yıllardır doğumgünümde annemden üstüne tek bir mum dikilmiş bir dilim Özsüt pastasından başka şey beklememeye alışmışımdır mesela. Ne lisede, ne üniversitede, hiç bir mezuniyetimde ailemden bir hediye aldığım olmamıştır. Alınırsa ufak şeyler alınır, pek maddi değeri olmayan.

Bunun birinci nedeni annemin özel günlerde hediye alma olayını "kapitalist tuzak" olarak görüyor olması. "Bana bu sene ne alıyorsun" diye şaka yaptığımda bile sinir olup "Niye, bir şey mi almam gerekiyor" tepkisi verir. Diğer neden ise zaten hayatımdaki her şeyin ailem (çoğunlukla annem) tarafından ödeniyor olması. Anneme hediye almıyorum, çünkü alsam bile parası onun cebinden çıkıyor. Annem bana hediye almıyor, çünkü zaten bilmemkaç milyar verdiğim Balenciaga çantalara kadar aldığım her şeyi sesini çıkarmadan o ödüyor. Bu durumda "hediye" kavramı anlamsız oluyor.

Bu sene nedense hem annem, hem de babam fena halde coşmuşlardı. İkisinden de hiç beklenmedik hediyeler aldım.

Yeasayer konserinde bozduğum dijital kameram çalışıyor olmasına rağmen tamamen dolu pilleri boş gösterir ve 10 dakikada kapanır hale gelmişti. Zaten karanlıkta çok kötü çekiyordu (flaşı fenaydı), ve yıllardır bir sürü konsere gidip doğru düzgün resim çekemeden ayrılmaya sinir oluyordum. O yüzden babamdan bir fotoğraf makinesi istedim. Fotoğraf makineleriyle şansım iyi değil. Ya bozuluyorlar, ya çalınıyorlar, ya da bir yerlerde sarhoş kafamla kaybediyorum. Son 4-5 yılda 2934829 tane makine değiştirdim. O yüzden pahalı makine istemiyordum. Babam da gider ortalama bir şey alır diye düşünüyordum, ama o gidip bulabildiği en pahalı Sony'i almış. Evet, kapkaranlık bir odada bile günlük güneşlikmiş gibi süper fotolar çekiyor, ama bazı insanların bir aylık maaşına denk gelen bir makineyle sokağa çıkmaya cesaret edebilecek miyim, emin değilim. Yılbaşında falan o riski almak istemeyip eski makinemi kullandım.

Bunun ertesi günü annemin yılbaşı yemeğimiz için eve gelmesini bekliyordum. Geç kaldığı için tüm yemeği ben pişirmek zorunda kaldım, ve thank the gods, hayatımdaki ilk roast dinner denemem facia ile sonuçlanmadı. Geç kaldığı için anneme sinir olmuş bir şekilde şarabı yarılamıştım ki annem "Sana hediye aldığım için geç kaldım" diyerek çıkageldi. Elinde yine bir aylık maaş ödenmiş bir pırlanta kolye. Kolyeye bayıldım mı? Evet. Ben bu kadar içen bir insan olarak onunla dışarı çıkmaya cesaret edebilir miyim? Hayır.

Bende böyle pahalı şeyleri kullanamama hastalığı var. Başına bir şey gelir diye korktuğumdan kullanmıyorum, ama onlar zaten kullanılmak için alınmışlar, değil mi? Evde sırf bu korku yüzünden kullanamadığım bir sürü çantam var. Dolabımın bir köşesinde bekliyorlar. Note to self: Bundan sonra onları kullan. Kullanılmıyorlarsa o para zaten boşa harcanmıştır.

Bir de iPod, dijital kamera, laptop vs. gibi şeyleri sonuna kadar kullanma huyum var. Her yeni model çıktığında elektronik/teknolojik ürünlerin değiştirilmesine sonuna kadar karşıyım, kullanılamaz hale gelene kadar kullanıyorum. Beni son model bir telefon, iPod, bilgisayar vs. kullanırken asla bulamazsınız. 5 yıl önce aldığım (evet, oha) Sony Vaio laptop'um ölmek üzere olduğunu son birkaç aydır göstermeye başlamıştı. O yüzden yeni bir laptop arayışı içindeydim son 2-3 haftadır. Sony takıntılı olduğumdan başka markalara bakmak bile istemiyordum, ama Sony'nin çoğu laptop'u 2.7 kg ve benim gibi sürekli yollarda olan biri için el çantasında hem 2.7kg'lık notebook hem de yanında bir minik netbook taşımak tam bir işkence oluyor. O yüzden daha hafif bir şey gerekiyordu. Sony'nin bulabildiğim tek hafif laptop'unun ise CD sürücüsü yoktu. O yüzden hafifliği mi önemli, cd sürücüsü olması mı ikilemi içinde bir süre geçirdikten sonra zaten external cd sürücüm olduğundan cd sürücüsüz ama hafif olanı tercih ettim. Bir kaç gün içinde elime ulaşacak, mega heyecanlı bekliyorum.

Friday, 31 December 2010

so this is the new year, and i have no resolutions

Bu sene yeni yıla hiç bir resolution'ım olmadan giriyorum. Kendimle ilgili değiştirmek istediğim hiç bir şey yok. Her şeyden çok memnunum, her şey yerli yerinde, her şey olması gerektiği gibi. Şu anda olduğum insanı seviyorum.

Death Cab for Cutie'den gelsin:

So this is the new year
And I don't feel any different
The clanking of crystal
Explosions off in the distance

So this is the new year
And I have no resolutions
For self-assigned penance
For problems with easy solutions

So everybody put your best suit or dress on
Let's make believe that we are wealthy for just this once
Lighting firecrackers off on the front lawn
As thirty dialogues bleed into one

I wish the world was flat like the old days
Then I could travel just by folding a map
No more airplanes, or speedtrains, or freeways
There'd be no distance that can hold us back

There'd be no distance that could hold us back

So this is the new year

PS. Geçen haftadan beri söyleyeceğim unutuyorum, bu seneki Efes One Love'a Yeasayer geliyormuş.

Tuesday, 28 December 2010

damn the government, damn their killing, damn their lies

Şimdi haberleri izledim, neden Türkiye'de haber izlemekten tiksindiğimi bir kez daha hatırladım. İnsanın siniri bozuluyor çünkü.

Bundan sonra polis İstanbul Üniversitesi içinde, girişinde ve çevresinde öğrencilerin üstünü ve çantalarını arama ve kimlik sorma yetkisine sahipmiş. Üstelik bu olay anladığım kadarıyla rektörün isteğiyle mahkemeye gidiyor. Bu kadar faşist ve totaliter bir kararın 2010 yılında "demokratik" bir ülkenin mahkemelerinde alınabiliyor olması malesef kim olduğunu bildiğiniz iktidar partisinin ülkenin her yerine nasıl sindiğini gösteriyor. Ama söz konusu parti başımıza geldiğinden beri Türkiye'de böyle şeylerin olduğunu duyduğumda artık şaşırmıyorum, sinirlenerek enerji de harcamak istemiyorum, çünkü bu durumu değiştirmeye yönelik elimden gelen bir şey yok.

Asıl şaşırdığım ve sinirlendiğim şey İÜ öğrencilerinden bazılarının kararla ilgili düşünceleri sorulduğunda verdikleri cevaplar: "İyi olmuş bence, gerekliydi, devrimciler falan var bu okulda, korkuyorduk başımıza bir şey gelecek diye" vs. Ne idiot insanlar var ülkemde, ve ne acı ki bunlar üniversite öğrencileri. Dünyanın başka hangi ülkesinde sözde "eğitimli" olması gereken insanlar bu şekilde hayatlarına ve haklarına tecavüz edilmesini bu kadar mutlu karşılar, bilmiyorum.

Bir diğer sinir bozucu şey, bu haber verilirken arada yanlış hatırlamıyorsam Celal Bayar Üniversitesi rektörünün "Siyasi slogan atarsanız sizi bu üniversiteden atarım" diye bağrındığı bir video gösteriliyor.

Aklıma birkaç hafta önce İngiltere'deki öğrenci isyanları geliyor. İsyanlar boyunca öğrencilerin hükümet karşıtı isyanları toplumun büyük kısmı, milletvekillerinin bir kısmı ve öğretim görevlileri tarafından desteklenmiş; hatta "Derse değil eyleme giderseniz yok yazılmayacaksınız" şeklinde teşvik edilmişti. Nerede en hükümet karşıtı düşüncelerin bile ifade edilebilme hakkının kanunla korunduğu İngiltere, nerede mahkemelerin birisi iktidar partisi karşıtı bir olay yaratabilir korkusuyla öğrencilerin en temel insan haklarını ihlal ettiği Türkiye.

Haberlerin depresifliği bununla bitmiyor.

Türkiye milli marşının adı soruluyor insanlara. Bazıları cevabı bilmiyor. Çoğu insan marşın sözlerini kimin yazdığını bilmiyor. Birisi "Fatih Sultan Mehmet" cevabı veriyor. Marşın ilk satırı soruluyor, bir süre düşününce insanların yarısı doğru cevabı veriyor. Birisi "Türk'üm doğruyum mu ilk satır?" diyor. Bunlar çoluk çocuk değil, İstanbul'da yaşayan eşek kadar insanlar. Ayıp ya, utanır insan kendinden.

PS. Facebook listemde sürekli "Hayallerimin erkeği şöyle, böyle bir erkekle tanıştım, o erkek, bu erkek" muhabbeti yapan ve erkekleri değil, kadınları tercih ettiğini adımı bildiğim kadar iyi bildiğim bir kadın var. "You're a FAKE!!" diye bağırasım geliyor yüzüne. Hani insan cinsel yönelimini gizleyebilir falan da, "Erkek arıyorum" konseptli muhabbetler yalancılık oluyor. Tiksiniyorum böyle insanlardan.

Monday, 27 December 2010

people are people

Ben ırkçılığa katlanamıyorum.

Gerçekten, ırkçı söylemler duyduğumda insanların beynini tokatlamak istiyorum.

Türkiye'de bulunduğum son 5 gün içerisinde ülkenin çoğunluğuna ne derece aşılamaz bir Kürt düşmanlığının hakim olduğunu fark ettim. Kürtler'in özerklik isteği ile eskiden tabu bir konu olan ve rahat rahat ifade edilemeyen anti-Kürtçülük artık bar masalarında konuşulur olmuş. Neymiş, Kürtler'in bu ülkedeki menülerde kendi dillerini görme hakkı olmamalıymış. Kimse İngilizce menülere, restaurant/dükkan vs isimlerine, dilimizin McRoyal Menü gibi son derece yabancı kelimelerle dolmasına ses çıkarmıyor ama. Neymiş, burası Türkiye Cumhuriyeti'ymiş, Kürtler yıllardır bilmemkaç bin insan öldürmüş, hepsi bu ülkeyi yıkmak için gizli gizli planlar içindeymiş, falan filan. Bu lafları edenler son derece "Avrupai" bir yaşam süren, sosyal ve ekonomik açıdan üst bir sınıfa ait, üniversite mezunu insanlar. O kadar derin bir nefret var ki, ne kadar tartışılırsa tartışılsın, ne kadar mantıklıca ırkçılığın yanlış olduğu anlatılırsa anlatılsın, bu düşüncelerinin değişmesi mümkün değil. Öyle yetiştirilmişler çünkü.

Homofobi, kadın düşmanlığı, bifobi, transfobi vs; türü ne olursa olsun bu kadar derin bütün nefretlerin altında yatan asıl neden korkudur. İnsanın kendi kimliğinin sabitliğinden emin olamaması, o yüzden farklı olanlara ateş saçmasıdır, kendisini değiştirebilecekleri korkusuyla. Örneğin biseksüellere hiç sıcak bakmadığım bir dönem yaşadım. Şimdi fark ediyorum ki bunun nedeni o dönemde kendi eşcinselliğimin tamamen kesin, asla değişmeyecek bir şey olduğundan şüphe duymam ve bir gün istemesem de bir erkeğe ilgi duymaktan korkuyor olmamdı; o yüzden bu korkuyla yaşamadıkları için biseksüeller benim eşcinselliğimi tehdit edici bir durum oluşturuyorlardı. Türkler'deki Kürt nefretinin de kökeni benzer. Türk insanı her zaman paranoyak olmuştur: İngiltere'de Siyaset Bilimi okuduğumda karşıma çıkan hoca, öğrenci vs. bir tek insandan Türkiye'deki gibi "Derin devlet her şeyi yönetiyor, bütün ipler Amerika'nın (ya da tercihinize göre dünyadaki bir takım elit insanların) elinde, onlar istemese bilmemne olur muydu sanıyorsun" türü komplo teorisini andıran laflar duymadım. Türk insanının ruhunda var bu komplo teoristliği, bu paranoya, bu aşağılık kompleksi. Dolayısıyla Kürtler'in gayet hak verilebilir olan özgürlük isteğini "Ülkemizi bölecekler" olarak algılıyorlar. Burada 3 problem var:

1- Burada olay "Ülkemizi bölecekler" değil. Bu ülke kimsenin "tapulu malı" değil, kimsenin "ülkesi", "Türk toprağı" falan da değil, Türkler'e gelene kadar kimleeer yaşadı Anadolu'da. Kürtler'in, ya da burada yaşayan herhangi bir etnik topluluğun, bu topraklar üzerinde en az Türkler kadar hakkı var. Türkler'in çoğunluk olması buranın "gerçek sahipleri" falan olduğu anlamına gelmiyor. Onu geçtim, alt tarafı toprak parçası yahu. İnsanların böyle maddi şeylere bu kadar bağlanmasını aklım almıyor. Milliyet kavramını hiç aklımın almadığını zaten biliyorsunuzdur beni sık okuyorsanız. Ne Türkiye Cumhuriyeti'ne, ne Türk olmaya, ne bayrağa, milli takıma, ne de benzeri diğer "milliyetçi" şeylere en ufak bir bağım yok. Milliyetçilik insanları koyun güder gibi rahat rahat güdebilmek için kullanılan bir araçtan başka bir şey değil. Türk olmaktan gurur duymuyorum, çünkü tesadüfen olduğum bir şeyle gurur duymak kahverengi gözlü olmamla gurur duymakla aynı mantık. Başardığım şeylerle gurur duyarım ben, ve bir millete mensup olarak doğmuş olmak bir başarı değil, hangi millet olursa olsun.

2- Milliyet kavramına sinir olmamın bir diğer nedeni de artık "milliyet" denen şeyin kalmamış olması. Bu ülkede kim "Türk" Allah aşkına? Kim 7 sülalesini araştırmış, aile ağacını yüzlerce yıl geriye takip etmiş de "Ben Türk'üm" diyebiliyor?

3- "Türk" ve "Kürt" kavramlarına inanıyor bile olsam, bir milliyetin diğerinden neden üstün olduğunu kimse bana açıklayamaz. Ya da neden bir insan grubunun kökeni farklı diye aynı ülkenin vatandaşı olduğu halde "Türk" olanlardan daha az hak sahibi olmasının 21. yüzyılda neden hala kabul edilebilir olduğunu.

Friday, 24 December 2010

gender trouble

Türkiye'de biriyle feminizm/cinsiyet rolleri kavgası yapmadığım bir gün geçmiyor gerçekten. Ülke sınırları içine adım atalı 24 saat geçmeden biriyle bu konuda tartışmaya girmesem olmazdı zaten. Gaydar türü üye olduğum bir sitede kızın teki günlerdir bana yavşama mesajları atmaktadır. Birkaç gün boyunca o bana "Naber" konseptli mesajlar atıp ben "İyi, sen?" modu geçiştirdikten sonra olaylar gelişir (tırnak içine aldığım kelimeleri sarkastik bir şekilde kullandığıma dikkat çekerim):

(Aklımdan geçenleri italikle parantez içinde yazıyorum.)

Kız: Burada çok erkek görünümlü kızlar var, ben hoşlanmıyorum.
Ben: Bana göre "erkek görünümlü" olmak problem değil ("Butch'lardan nefret ediyorum" modu gay kadınlar içten içe homofobikler. Birisi bana böyle bir laf etti mi muhtemelen zeka seviyesi olarak kendimden düşük biriyle muhatap olacağımı anlıyorum).
K: Erkek görünümlü kızlardan hoşlanıyorsun yani (Şu dediğimden bu sonuca ulaştın ya, her ne kadar önyargılı olmak istemesem de idiot olduğuna dair kanım gittikçe güçleniyor).
B: İnsanları "erkek görünümlü/kadın görünümlü" olarak ayırmıyorum.
K: Dış görünüm olarak ayırmaktan bahsetmiyorum aslında (erkek "görünümlü" derken dış görünüşten bahsetmiyorsan neyden bahsediyorsun?). Karakter olarak yakıştırmıyorum kızların erkek gibi maço ve kaba davranmalarını (Kadın dediğin "ladylike" davranmalı yani sana göre, kadınsı, kibar, nazik, falan filan olmalı. Ataerkil düzenin kadına yakıştırdığı gibi olmalı).
B: Maçoluğu kimsede sevmem ama kadınların "hanım hanımcık" olmasını beklemek anti-feminist geliyor bana (Aklımdan "Of, çok gerizekalısın" demek geliyor ama feminist damarımı bastırarak düşüncelerimi olabildiğince az kırıcı bir şekilde ifade etmeye çalışıyorum).
K: Her bayanın içinde bir hanımlık vardır zaten. Ama bazı kadınların içinde erkekler var. Ve erkekmiş gibi davranıyorlar. Ben buna karşıyım.
B: İçimde en ufak bir "hanımlık" yok. Ben de "erkek gibi", "kadın gibi" kavramlarına karşıyım.
K: Görünüşün öyle demiyor ama (buradan hanımlık derken kadınsı bir görünüşü değil bir davranış biçimi olan hanımlığı kastettiğimi ve o yüzden tırnak işareti kullandığımı anlamamış olduğunu anlıyoruz). Görünüşe aldanmamak lazım demek ki (e evet, yeni mi öğreniyorsun bunu?). Sen muhalefetsin sanki biraz sıradışı (senin gibi sabit düşünceli, feminizm düşmanı insanlara kıyasla sıradışıyım sanki biraz, evet).
B: Cinsiyet Çalışmaları okuyorum, o yüzden bu kadın-erkek rollerinin bu kadar sert olmasından nefret ediyorum. Bana göre kadınsı ya da erkeksi diye bir şey yoktur. Bir insan kaba ya da maço olabilir, bu onu erkeksi yapmaz, kabalık kişisel bir özelliktir, cinsiyete bağlı değildir.
K: Peki kadın olup erkek gibi görünmenin mantığı ne? (Bu lafından sonra umutsuz vaka olduğunu anlıyorum)
B: Kadın olup "kadın" görünmenin mantığı neyse o. İnsan kendini nasıl bir görünüşle ifade etmek istiyorsa öyle edebilir. Senin kadın gibi görünmeyi seçmen erkek gibi görünmeyi seçen bir kadından daha geçerli yapmaz bu kararını.
K: Ben kadın olarak yaratıldığım için kadın gibi görünüyorum (tam bir beyinsiz olduğuna dair ulaştığım kanının geri dönüşü olmayacağı kesinleşti, butchfobik olduğun kadar transfobiksin de görünen o ki). Bu benim seçimim değil yaradanın doğuştan verdiği bir yetenek (yaradan muhabbetine de girdin, ya, güldürdün beni; kadınsı görünüşün "yetenek" olması ayrıca, lol, bildiğiniz gülüyorum bu sırada söz konusu insana acıyarak). Neyse konuyu kapatsak iyi olacak(bence de).
B: ...

Dünyada gerçekten çok gereksiz insanlar var.

Çarşamba çıktığımda çocuğun teki "Christmas Cuma günü" falan türü bir laf etti bana. "Hayır" dedim, "Christmas Cumartesi". Israrla Cuma olduğunu iddia edip durdu. Bugün de Facebook'ta en az 4-5 insanın bugünden Christmas olarak bahsettiğini gördüm. Anladım ki insanlar Christmas'ı 24 Aralık zannediyorlar. Değil. Bugün Christmas Eve, Christmas yarın. 24'ünü nereden çıkardılar anlamadım.

Tuesday, 21 December 2010

let's dance to joy division, and celebrate the irony

Birkaç gün önceki post'larımdan birinde THY'den pek hoşlanmadığımdan bahsetmiştim. Hoşlanmama sebebim direk İzmir-Londra seferinin olmayışı, ülkenin milli havayolu olarak uygun fiyatlı olması gerektiği halde ülkedeki en pahalı havayolu olması (British Airways'den hep daha pahalı oluyor Londra seferleri), ve uluslararası uçuşlarda diğer havayollarının bilmemkaç katı para almasına rağmen bagaj limitinin diğer havayollarından daha az olması ve üstüne üstlük ekstra bagajlar için kilo başına 10 euro almasıydı. 2-3 yıl önce İngiltere'ye bir ekstra bavul götürmek istediğimde benden 475TL ekstra bagaj parası istedikleri (ve benim "Siktirin gidin, o paraya bir bilet daha alır bavulumu yanımdaki koltuğa oturtur kemerini de takarım" tepkisi verip bagajımı bırakmak zorunda kaldığım) günden beri THY'den özellikle hazzetmiyordum. Dolayısıyla bu post'umda şöyle demiştim:

Normal koşullar altında yarın öğleden sonra İstanbul uçağına binip oradan 23.50'de mi ne son İzmir uçağını yakalayacaktım. En ufak bir gecikme olursa (ki olmaması mümkün değil gibi) o uçak kaçıyor. Bir sonraki uçak sabah 7'de. Her şeyine sinir olduğum ve British Airways İzmir uçuşunu iptal etmiş olmasa asla tercih etmeyeceğim Türk Havayolları öyle bir durum halinde yolcularını bir otele bile yerleştirmeyecek kadar cimri tabii ki. İnsanların bütün gece bir şişe suyun 3TL'ye satıldığı bir havaalanında ne bok yemesini bekliyorlar bilmiyorum. Bana insanoğlunun bildiği her bankadan bir kredi kartı çıkartan anneme şükrediyorum ki öyle bir şey olması durumunda havaalanındaki bir sürü lounge'dan istediğime girebiliyorum. Bu da geceyi rahat rahat koltuklara yayılıp beleş yemek ve beleş sınırsız Jack Daniels eşliğinde beleş internete girerek geçirebileceğim anlamına geliyor. Umarım her şey yolunda gider ve buna gerek kalmaz.

THY hakkındaki tüm laflarımı geri alıyorum dünden sonra.

Facebook'umda varsanız bunları zaten biliyorsunuz, ama dün olaylar şöyle gelişti:

12.30 gibi evden çıktım 12.55 Heathrow Express trenine binmek üzere. Yerlerde kar vardı, ama o sırada yağmıyordu. 13.10'da Heathrow'daydım. Terminalime gittiğimde güvenlik görevlileri havaalanı binasına giriş kapılarında kol kola vererek barikat kurmuş, kimseyi içeri sokmuyorlardı. Cumartesi uçuşların çoğu iptal olduğundan ve Pazar havaalanı tamamen kapalı olduğundan o günlerde uçuşunu kaçıranlar da dün Heathrow'a akın etmişti; o yüzden içeride adım atacak yer olmadığından insanları içeri almıyorlarmış, sonradan fark ettiğime göre. Dışarıda nefeslerin buhar olarak çıktığı derecede buz gibi bir havada en az bir 300 kişi AKP'nin ekmek dağıttığı tipler gibi birbirini ittire ittire tıkış tepiş bekliyor ve içeri girebilmeye çalışıyordu. Ben de söz konusu kalabalığa dahil oldum. Tam o anda kar yağmaya başladı. Karın altında 1 saat 45 dakika donarak ve kırık ayak kemiğimin içine edilerek bekledikten sonra sonunda güvenlik görevlilerinden biriyle konuşabilecek kadar yakına ittirilmeyi başardım. Adama o gün iptal olmamış bir uçuşum olduğunu ve kaçırmak üzere olduğumu söyleyip e-bilet'imi gösterdiğimde beni içeri aldı. Check-in yaptırırken uçağın 1,5 saat gecikmeli olduğunu söylediler. Güvenlikten geçtim, Starbucks'ta kahve içerken karşıdaki Harrods mağazasında bir Marc by Marc Jacobs çanta gözüme çarptı. %40 indirimle £160'a düşmüştü, alsam mı diye düşündüm, ama haftaya Noel sonrası indirimlerde daha da düşeceğini bildiğimden almadım. Bu sırada 1,5 saat geldi ve geçti; ama hala uçağımdan haber yoktu. Sonunda uçak 3 saat gecikmeli olarak kalktı. THY'nin uçağı normalde bindiğim British Airways uçaklarından çok daha lükstü, koltuk aralığı normalin 2 katı falandı, yemekler süperdi (THY'nin dış hat yemeklerinden daha güzelini hiç bir havayolunda yemedim), şaraplar da o kadar fena değildi ki uçuş boyunca 3 küçük şişe içtim. Alkolden yanaklarım kızarmış bir şekilde İstanbul'a indim, koştura koştura İç Hatlar'a gittim. Alakasız olacak şimdi ama, İstanbul kadar büyük bir şehrin Atatürk kadar varoş bir havaalanı sahibi olması ne acı. Gerçekten, iç hatlar acınası durumda zaten de, dış hatlarda bile bir bok yok. Nerede Harrods'lı, Burberry'li, Mulberry'li, Tiffany & Co'lu Heathrow; nerede transit yolcularını bir görevliyle karşılayıp araçla transfer etmek yerine yarım saat tek başına iç hatlara yürüten Atatürk Havalimanı. Neyse, iç hatlar THY masasına ulaştığımda içinde olmam gereken son İzmir uçağı 1,5 saat önce kaçmıştı. Türk Havayolları görevlileri beni ve aynı durumda olan 10 kadar kişiyi daha Taksim'de son derece lüks bir otele götürüp hepsini kendileri karşıladılar. THY yolcuları için özel olarak sabahın 4 buçuğunda hazırlanan kahvaltıyı bile THY ödüyordu (binebilecekleri bir sonraki uçak 2 gün sonra olan bazı insanların 2 günlük oda ve tüm öğünlerini karşılıyorlardı). Sabah THY'nin gönderdiği bir arabayla havaalanına geldim, ilk İzmir uçağına bindim, ve neredeyse 24 saat süren bir yolculuktan sonra evime ulaştım.

Bu da böyle bir gündü.

Sonuç olarak THY'yi çok takdir ettim, kabus gibi bir günü daha dayanılabilir hale getirdiler.

Birisi Sözlük'te "Aynı şehirdeki 2 havaalanı (Stansted, Luton) arı gibi işlerken biri (Heathrow) tamamen kapalı" yazmış. Stansted ve Luton Londra'ya dahil değiller. "Aynı şehirde" falan değiller yani. Mesajla bunu belirtmek istedim yazara, ama üşendim.

Sunday, 19 December 2010

reach out and touch faith

Bazen günlerce yazmayıp yazdığım günlerde de bilmemkaç tane post yazma alışkanlığım oluştu. Ama Ricky Gervais'in ateizm ve din hakkındaki bu yazısını okuyunca paylaşmadan duramadım.

Kesinlikle okuyun. Kendimi ateistten çok agnostik olarak tanımlıyorum, ama yazıda bahsedilen her şeye kelimesi kelimesine katılıyorum.

Bir de yazı hakkındaki yorumlardan biri düşüncelerimi çok iyi ifade ediyor:

Religion was a clever invention to control the masses long before ideas such as democracy and government emerged. You religious zealots, think about this - there are thousands of religions and gods, and you just happened to pick the correct, one. What are the odds? Why does god create babies with horrible diseases? Why did he create cancer? Christians believe we all are descendants of Adam and Eve. Whom did their children marry and have children with?

Science does not have all the answers, but it is the best tool we have to try to answer life’s tough questions. If religion teaches us anything, it should be about the dangerous power of brain washing. As someone said, if 40 million people believe a foolish thing, it is still a foolish thing. As the author points out, leeches and blood-letting were also generally accepted practices not too long ago.

If god gave me a brain and I choose to use it for critical thinking, am I going to rot in hell?

Her türlü insanı çekici bulabilirim, gerçekten. Ne kadar toplumun "güzellik" anlayışına uymayan, benimle karakter ve yaşam biçimi olarak tamamen alakasız biri olursa olsun; birinden etkilenme olasılığım var. Ama kesinlikle siyasi ve dini görüşleri bana zıt bir insandan etkilenmem. Dine önem veren biriyle birlikte olma ihtimalim sıfır, sıfır ve sıfır. Ne kadar güzel olursa olsun, ne kadar çekici olursa olsun, ne kadar iyi anlaşıyor olursak olalım; dinin bir koyun gütme aracı olduğunu göremeyen biriyle yüzeyselden öteye giden bir alakam olamaz. Özellikle dinin ikinci sınıf insan yerine koyduğu kadınların ve cehennemde yanacağını iddia ettiği gay insanların neden dindar olduğunu aklım almıyor gerçekten.

flight attendant

Heathrow Havalimanı'nda Cuma'dan beri kar ve buzlanma nedeniyle uçuşların çoğu iptal ya da rötarlıydı. Dün kalkışlara baktığımda sabah 9'da kalkması gereken uçaklar akşam 7'de kalkacak görünüyordu (o da kalkabildilerse tabii).

Dün öğlen Amerika'ya gitmesi gereken bir sınıf arkadaşıma saatlerce havaalanında bekledikten sonra uçuşun iptal olduğu ve Salı'ya kadar hiç bir uçuşta yer olmadığı söylenmiş. THY'yi aradım, böyle bir durumda yeni uçuş planlanacağını söylediler.

Normal koşullar altında yarın öğleden sonra İstanbul uçağına binip oradan 23.50'de mi ne son İzmir uçağını yakalayacaktım. En ufak bir gecikme olursa (ki olmaması mümkün değil gibi) o uçak kaçıyor. Bir sonraki uçak sabah 7'de. Her şeyine sinir olduğum ve British Airways İzmir uçuşunu iptal etmiş olmasa asla tercih etmeyeceğim Türk Havayolları öyle bir durum halinde yolcularını bir otele bile yerleştirmeyecek kadar cimri tabii ki. İnsanların bütün gece bir şişe suyun 3TL'ye satıldığı bir havaalanında ne bok yemesini bekliyorlar bilmiyorum. Bana insanoğlunun bildiği her bankadan bir kredi kartı çıkartan anneme şükrediyorum ki öyle bir şey olması durumunda havaalanındaki bir sürü lounge'dan istediğime girebiliyorum. Bu da geceyi rahat rahat koltuklara yayılıp beleş yemek ve beleş sınırsız Jack Daniels eşliğinde beleş internete girerek geçirebileceğim anlamına geliyor. Umarım her şey yolunda gider ve buna gerek kalmaz.

Eğer havaalanında stuck isem yarın bu saatlerde bu şarkıyı söylüyor olacağım:

One day I'll fly free, in the airplanes
"Where's my seat?", "Where's my champagne?"

"I'm such a pretty boy"

Heaven knows the lengths I go
To please them everyday
They don't even notice when I'm down

"Such a pretty boy"

Hotels were closed
And the airport was clean
I was stranded alone
In my southwest dream


i'm not in love

Buz gibi, karlı bir Londra Pazar'ına bu şarkı çok yakışıyor.



Bu aralar en ufak bir aşk benzeri his sahibi olmayan bir insan olduğumdan şarkı ruh halime de uygun. Daha önce hep aşık olmak isterdim, aşık olmadıkça hayatın anlamı yokmuş gibi gelirdi, o yüzden karşıma çıkan ve beni heyecanlandıran herkese aşık olduğumu sanırdım. Şu anda unutamadığım, yokluğu yüzünden kendimi tamamlanmamış hissettiğim biri olmadığından hayatımda hiç aşık olmamış olduğumu fark ediyorum. Ve hayatımda ilk kez aşık-olmak-istiyorum ruh halinde olmadığım bir dönemdeyim. Ve mutluyum. Çünkü şu anda her şey olması gerektiği gibi.

I saw your picture hangin' on the back of my door
Won't give you my heart
No one lives there anymore
And we were lovers
Now we can't be friends
Fascination ends
Here we go again
Cause it's cold outside, when you coming home
Cause it's hot inside, isn't that enough

I'm not in love

We are not in love.