Saturday, 27 November 2010

random london pics

Soho (A'nın neresi olduğunu bulmayı sizlere bırakıyorum)



Dalston Kingsland overground istastonu



Odamın manzarası (saat 16.10 ve hava kararıyor)



Kebab shop menüsü



GBk'in gurme hamburgerlerinden biri



Oyster (Kentkart, Akbil vs'nin Londra versiyonu) yükleme makinesi



Bu akşamlık da bu kadar.

we're slaves to the dj and out of control

Fena halde hastayım. Boğazım çok ağrıyor, burnum akıyor, sesim kısık ve öksürüp duruyorum. Dün bu kadar kötü değildim. O hasta halimle kar yağacağı uyarıları yapılırken bütün gece dışarıda buzlu viskileri ve sigaraları içip durmamın bugün ölü gibi uyanmam üzerinde etkisi olabilir.

Aslında o kadar çılgın bir gece geçirmeyi planlamamıştım. Her zamanki içme mekanım -siz D'nin çalıştığı mekan olarak biliyorsunuz- FirstOut'ta Gingerbeer'in (gay ve bi kadınlar için bir forum) bir buluşması vardı. Geleceğim deyip gelmeyenlere uyuz olunduğundan hiç çıkasım olmadığı halde gittim, 1-2 içki içer 20.30 gibi eve dönerim diye düşünüyordum.

FirstOut'ta Cuma geceleri fena kalabalık olduğu için insanlar genelde masaları tanımadıkları insanlarla paylaşmak ve onlarla tanışmak zorunda kalıyorlar, dün gece de aynen öyleydi. Masamızın diğer ucuna oturan ve sonradan Gingerbeer üyesi olduğunu öğrendiğimiz kadının yanına 5 dakikada bir yeni birileri geliyordu. 2 kişi oturduğumuz masa birkaç saat sonra 15 kişilik bir hale gelmişti kısacası. Herkes birbiriyle tanışıp kaynaştıktan ve alkol su gibi aktıktan sonra FirstOut'un kapanma saati geldi (İngiltere'de publar 11'de kapanmak zorunda). Çıkışta herkes ayda bir Soho'da bir mekanda gay ve bi kadınlar için yapılan Code diye bir partiye gidiyordu. Tam sarhoşluğumun doruk noktasında eve gitmek istemediğimden son derece karakter dışı bir şey yaparak ısrarlar sonucu ben de gitmeye karar verdim (normalde uzun zamandır club ortamlarında bulunmuyor ve 11-12'den sonra dışarıda pek olmuyorum).

Mekana girdiğimizde gördüğüm ilk insan akşamın erken saatlerinde FirstOut'ta yan masamda oturan kız oldu. Onu son birkaç aydır FirstOut'ta ve çeşitli Gingerbeer etkinliklerinde görüyor ve beğeniyordum. Neyse, kapıda ayaküstü "Aa ben seni daha önce gördüm" muhabbeti yaptıktan sonra o kendi arkadaşlarının yanına gitti. İçerisi yürünmeyecek derecede kalabalıktı ve ne tarafa bakılırsa bakılsın öpüşen çiftlerden başka bir şey görülmüyordu. Bu sırada yanımdaki 45 (ya da daha fazla) yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim kadın beni öpmek istediğini söyleyip bu isteğini gerçekleştirmeye koyuldu. Ben neye uğradığımı şaşırmış bir halde onu nasıl başımdan atacağımı düşünüyordum ki, kadın tuvalete gitmek üzere ortadan kayboldu. O sırada yanıma hoşlandığım kız geldi. O da sarhoştu sanırım, çünkü konuşurken bir eli elimi tutarken diğer eli sürekli kalçamdaydı. Kendisine önceki uzaktan bakışlarımda taş çatlasa benden 1-2 yaş büyük olduğunu düşünmüştüm, ama neredeyse 35 yaşında olduğunu söyledi. İnanamadım. Daha sonra bana içki almaya gitmek isteyip istemediğimi sordu. Diğer kadının gelmesinden korktuğumdan hemen kabul ettim. Kalabalığın arasında bara doğru gitmeye çalışırken birden beni kenara çekip öpmeye başladı. Bütün geceyi öyle geçirdik. Daha sonra dışarı sigara içmeye çıktığımızda (yani ona doğru düzgün bir ışık altında bakabilme fırsatım olduğunda) gerçekten de sandığımdan büyük olduğunu ve yüzünün çillerle kaplı olduğunu fark ettim. Çillere çok fena zaafım var. Ona onu tekrar görmek istediğimi söyledim, ama ayık kafayla bir daha görüşmek isteyeceğini sanmıyorum.

Normalde hayatımda böyle şeyler olmuyor.

Bu polyamory olayına fena sarmış durumdayım. Salı biriyle, Perşembe başka biriyle, Cumartesi daha başka biriyle randevum var. Tek eşlilikle insanlar niye kendilerini kısıtlıyorlar bilmiyorum.

Thursday, 25 November 2010

stay in school, cause it's the best

Bugün sözlük sayesinde "Üniversiteli kızın barda ne işi var" başlıklı bir habere geldim. Haber diyor ki:

Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürü Hasan Albayrak devlet yurtlarına saat 21.00 olan giriş saati uygulamasını savunarak çok konuşulacak bir değerlendirme yaptı.

O yaşta kız çocuğunun başı boş sokakta dolaşmasını doğru bulmadığını söyleyen Albayrak, “O saatte çarşı pazar da açık değil, bara da gitmesin. Hem kız çocuğunun barda ne işi var” diye sordu.

Albayrak özellikle büyük şehirlerde tartışma konusu olan kız öğrenciler için giriş saatinin 21.00 olmasına yönelik eleştirilerin hatırlatılması üzerine şunları söyledi:

”O saatte neresi açık. Çarşı Pazar kapalı. Bara da gitmesin. İçki sigara zararlı zaten. Yurtlarda kalan öğrencilerimizin yüzde 96-97’si dersleriyle ilgileniyor. Tiyatroya sinemaya gitmelerine veya bir kursa katılmalarına engel yok. Gittiklerinde bunu gösteren belgeleri ibraz ettikleri taktirde hiçbir sorun yaşanmıyor. Hem 17 yaşında kız çocuğunun o saatte dışarıda kalması doğru mu? Ben o saatte kız çocuğunun başı boş sokakta dolaşmasını doğru bulmuyorum. Tiyatroya sinemaya gitsin, bar başka bir şeydir. Hem erken saatte yurda girince ders çalışmaya başlıyorlar. Biz de bu giriş saati uygulaması ile onları ders çalışmaya yönlendirmiş oluyoruz."



Ne diyeceğimi bilemedim cidden bir an.

Devlet yurtlarına giriş saatinin kızlar için 21.00 olduğunu bilmiyordum, yazık vallahi. Erkekler için giriş saati falan yok tabii. Erkek adam istediğini yapar çünkü.

Türkiye'deki yurt deneyimim Yeditepe Üniversitesi'nin yurtlarında geçirdiğim 3 aydan ibaret. Kaldığım sırada yurda giriş saati haftaiçi 24.00, haftasonu 01.00 idi (haftaiçi 23.00, haftasonu 00.00 idi ve itirazlar yüzünden sonradan birer saat uzatılmıştı yanlış hatırlamıyorsam). Yine de isteyen önceden haber verip geç gelebiliyor ya da hiç gelmeyebiliyordu ("Bilmemne konserine gideceğim" uydurmasıyla gece 3'te döndüğümü ya da var olmayan teyzemde kalacağımı iddia ederek başkalarının evinde kaldığımı hatırlıyorum çok kez). O sırada 17 yaşımı dolduralı birkaç ay olmuştu, İzmir'deki ailemle yaşarken hiç "Şu saatte evde ol" muhabbeti yapılmazdı, istediğim saatte istediğim şekilde (sarhoş vs) girip çıkardım eve, ve hiç bir laf edilmezdi. O yüzden bu geceyarısında yurda dönme, girişte sarhoş görünmemeye çalışma ve özellikle yurda alkol sokmama muhabbeti çok canımı sıkıyordu; bu duruma en fazla 3 ay katlanabildim ve eve çıktım zaten.

Bu giriş saatinin 21.00 olmasını aklım almıyor bile yani.

Genel müdür bir insanın açık açık bu kadar prehistorik zihniyette bir açıklama yapmasını hiç aklım almıyor hatta.

Kendisine laflar hazırladım:

- "9'dan sonra çarşı pazar kapalı zaten" diye bir şey yok. Bağdat Caddesi'ndeki Topshop'un o saatte gayet açık olduğunu hatırlıyorum mesela.

- Çarşı pazar kapalı olsa ne olur, o saatten sonra dışarıda olan herkes bara mı gidiyor?

- Hadi bara gitseler ne olur, bu "Erkek bara tabii gidecek, ama kız gidince orospu olduğunu ima edelim" türü zihniyetler benim cidden midemi bulandırıyor. Az önce yediğim pizzayı kusasım geliyor. 14 yaşımdan beri gururla düzenli olarak barlarda zaman geçiriyorum, geçireceğim de.

- Siz o giriş saatini koydunuz diye insanlar bara gidemez mi sanıyorsunuz? Hayatımda eve giriş saati sahibi olduğum son dönemler olan 14 yaşımdan hatırlıyorum ki, insan öğlen dışarı çıkıp bütün gün içip hoşuna giden insanlarla öpüşüp takılıp gayet akşam yemeği saatinde odasına dönmüş olabiliyor.

- Öğrencilerin %97'si ders çalışıyormuş yurtlarda, erken dönünce ders çalışmak zorunda kalıyorlarmış. Benim bildiğim yurtlarda öğrencilerin %97'si internette zaman öldürür, geri kalanı ders çalışır.

Bunları belirttikten sonra size İngiltere'deki yurt deneyimimden bahsetmek istiyorum. Buradaki ilk senemde yurtta kaldım. Okuduğum üniversitenin içinde 10 tane pub'ı ve 3000 kişilik gece klübü olan oha boyutta bir kampüsü vardı. Derslerden sonra, ders saatini beklerken ve ders çalışırken içerdi insanlar; hocalar ders sonrası discussion'ları okulun pub'larında yapar ve öğrencileriyle birlikte içerlerdi hatta. Daha sonra yurtta kalan ve aşırı sarhoş olanlar karanlıkta tek başlarına dönmesinler diye okulun güvenliği tarafından kapılarının önüne kadar bırakılırdı. Yurtlar zaten çok çılgın partilerin mekanıydı, her gece ya kendi evimizde ya da yan evlerden birinde mutlaka geç saatlere kadar süren bir parti olurdu. Mutfağında ağzına kadar alkol dolu bir dolap bulunmayan bir eve rastlamak mümkün değildi. Giriş çıkış saati diye bir şey ya da öyle şeyleri kontrol eden güvenlik görevlileri zaten yoktu, isteyen istediği saatte istediği halde (sarhoş, kafası güzel, sevgilisiyle birlikte vs.) gelirdi. Tüm bu parti ortamına rağmen herkes sabah tüm ciddiyetiyle dersine gider, ödevini yapar, derslerini geçerdi.

Üniversite anaokulu değil, o yaşa gelmiş insanlara karışılmamalı. 18 yaşını dolduranlar kız-erkek istediği saatte girip çıksın, 18 altı olanlar da ailelerinin yurda bildirdiği saatte gelsinler. Bu kadar basit. 21.00 nedir ya?!

Monday, 22 November 2010

you're a needy girl, i can tell when i look in your big brown eyes

Bugünlerde sıkıntıdan bütün zamanımı online dating sitesi OkCupid'deki testlerle geçiriyorum. Siteye üye olduğum 2 hafta içerisinde tanıdığıma hiç beklemediğim kadar sevindiğim insanlarla tanıştım, eşleştirme sistemleri oha derecesinde iyi çalışıyor (tek istisna bana Feminist Theory sınıfımdaki en uyuz olduğum kızlardan birini %80 bilmemne match olarak göstermesi).

Bugün siteden oldukça ilginç bir mail aldım:


Hayır, uydurmuyorum gerçekten.

Ve Google'dan edindiğim bilgilere göre bu mail'i herkese göndermiyorlarmış.

Kendimi çirkin hissettiğim bugünlerde bunu görmek beni çok mutlu etti.

Buna bakarken OkCupid'in sitedeki gay ve straight kullanıcılar arasındaki farklarla ilgili araştırmasına denk geldim (data kullanıcıların testlerdeki sorulara verdikleri cevaplar yoluyla toplanmış), çok ilginç şeyler var:

    straight women's same-sex desires:
  • 1 in 3 straight women has hooked up with another woman.
  • and of those who haven't, over 1 in 4 would like to.

Hmm.

Friday, 19 November 2010

i ♥ being single. so there.

Bugün sinir olduğum birçok şey var.

1- Feminist Theory dersimde Black Feminism'di bugünün konusu. Dersten sonraki tartışmada sınıfımızda ırk ya da milliyet farklılıklarının tartışmalara farklı bakış açıları katıp katmadığı konuşuluyordu. Bunu "Beyaz dışındaki bir ırka ya da İngiliz dışındaki bir millete mensup olanlar daha feministtirler" olarak anlayan fazlasıyla beyaz ve İngiliz bir kız "Feminist olmak için siyah olmak gerekmez, siyahi bir kadın benim bulunamayacağım nasıl bir katkıda bulunabilir bu tartışmaya" gibi bir laf etti. Kendisinin gerizekalı olduğunu düşünen tek ben değildim sanırım. Zaten koca sınıfta söylediğine katılan bir tane insan çıkmadı, karşı çıktı insanlar.

Kız daha sonra "Ben siyah-beyaz farkılığı diye bir şey olmamalı demeye çalışmıştım" falan diye kıvırdı. Bu tür muhabbetlere sinir oluyorum. Yok "Siyahla beyaz arasındaki farkı iyice derinleştiriyorsunuz" da bilmemne. Siyah ve beyaz olmak farklı, bu hayatın bir gerçeği. Farklı derken biri birinden daha iyi anlamında söylemiyorum, siyah insanların deneyimleriyle beyaz insanların deneyimleri aynı değil. Hayatı aynı şekilde yaşamıyorlar. Beyaz bir insan ne kadar ırkçılık karşıtı olursa olsun siyah bir insanın ne tür engellerle karşılaştığını, ne şekilde büyüdüğünü bilemez. Bir erkek ne kadar feminist olursa olsun hayatı bir kadın olarak deneyimlemediğinden feminizmle ilgili duruşu bir kadınınkinden farklıdır (erkekler feminist olamaz'cılardan bahsetmeye üşendim şu an).

2- Eski sevgilime sinir oldum. Onda olan en sevdiğim DVD'lerimi ve eşyalarımın bir kısmını yollamadığından bahsetmiş miydim bilmiyorum. En son buna sinir olmuştum. Sonra geçen gün Vampire Weekend biletimin eline geçtiğini ve bana yollayacağını söyleyen bir mesaj attı bana. Mesajın üzerinden 10 gün geçti, posta onun yaşadığı yerden Londra'ya 1 günde ulaşıyor, ama bilet hala ortada yok. Önceki gün mesaj attım "Göndermeye zaman buldun mu diye merak ettim" gibi gayet kibar bir şekilde, BBM üzerinden konuştuğumuzdan mesajı okuduğunu görebiliyorum, ama cevap gelmedi. Demek ki bileti yollamamıştı ve dün yolladı ki bilet bugün elime geçti. İnsan alt tarafı bir mektup yollamayı 10 gün nasıl geciktirir bilmiyorum da, bir haber verir en azından. Onu geçtim, kendisine atılan mesaja cevap verir "Kusura bakma unuttum, yollarım yarın" şeklinde. Ondaki bazı eşyalarımı almam için birkaç kez mesajlaştık ayrıldığımızdan beri, beni aylarca aldatıp bunu Facebook üzerinden söyleme mallığını yapan kendisi olmasına rağmen sanki ben bir bok yemişim gibi tersleyip duruyor beni sürekli. O da değil, Facebook'ta "Ay yeni sevgilime çok aşığım da, evde beni bekliyor yatağımda da vs vs" konseptli şeyler yazıp duruyor durumuna benim göreceğimi bile bile. Hem suçlu hem güçlü olmak deniyor buna kısacası. Ya da neredeyse 30 yaşına gelip 6 yaşındaki çocukların bile sahip olduğu görgü ve medeniyet seviyesine ulaşamamış olmak deniyor. Ben geçen gün Facebook'uma yazdığım "I love being single" türü şeyi bile ona kabalık olmasın diye sildim 10 dakika sonra, bu yaşımda ondan çok daha uygar bir insanım görünen o ki. Yazık.

3- Dün akşam çok çok içtim. Onun üstüne eve gelip Seroquel içince sabah nasıl bir zombi olarak uyandığımı tahmin bile edemezsiniz. 9 saat uyuduğum halde kendimi yataktan zor çıkardım, gün boyunca 5 dakikadan fazla oturduğum her yerde uyukladım. Dolayısıyla bu akşam dışarı çıkma planlarım yalan oldu (yine de bir azimle çıkayım dedim, ama Tottenham Court Road'a giden otobüsüm yarı yolda terminate edince ve yenisi gelmeyince bunu bir işaret olarak algılayıp yarı yoldan eve geldim). Eğer çıkmış olsaydım üyesi olduğum bir forumun buluşmalarından birine gidecektim. Eve gelince "Üzgünüm ben gelemeyeceğim bu akşam" yazdım buluşmanın başlığına, biraz önce gördüm ki buluşmayı düzenleyen hanımefendi geleceğini söyleyen bazı insanlar gelmekten vazgeçti diye çok sinirlenmiş. "Öf sinir misin" falan diye düşündüm bir an, "sen buluşmanı düzenlersin, gelen gelir, gelmeyen gelmez, ne biliyorsun gelemeyenler neden gelemedi?". Böyle bilmeden konuşan insanlara uyuz oluyorum, sanki milletin işi gücü yok da hayattaki tek amacı forum buluşmalarına gitmek.

Bugün ne biçim bir yermiş bu dünya.

it left me hungry too many times



Uykusuzluğum fena hallere gelmiş durumda. Deliler gibi Jack Daniels içsem bile 4-5'ten önce uyuyamıyorum. Yarın dersim var, uyumam gerek. Bu gece 2 yıldır ilk kez Seroquel aldım uyuyabilmek için. Yarım saatte sızdırması lazım normalde şu anda aldığım dozun, 15 dakika geçti ve henüz tık yok. Hadi bakalım.

Günlerdir baya hoşlandığım biri vardı, bana mesaj atmış bugün. Oh yes.

Diğer hoşlandığım insan, bugün seni tesadüfen gördüm cidden, I'm not stalking you. Ve sana çok umursamaz cevaplar verdim yanıma konuşmaya geldiğinde, ama umursamadığımdan değil, senden o kadar hoşlanıyorum ki yanında morona dönüşüyorum, diyecek laf bulamıyorum, ondan.

Wednesday, 17 November 2010

play me sideways, it don't matter

Lip Service'in son bölümü dün yayınlandı. Sevdiğim diziler bitmesin istediğim için son bölümleri izlememe huyum var (Xena'nın son 3-4 bölümünü aylarca izlememiştim bitmesin diye, The L Word finalini de izlememek için bütün bahanelerim bitince izledim), yine aynen öyle yaptım. Son bölümü hala izlemedim, sondan öncekini de 1 hafta gecikmeli olarak şimdi izledim. Bu kadar eğlenceli başlayıp bu kadar depresif biten bir bölüm daha olamazdı.

Zaten sabahtan beri kapalı hava yüzünden alacakaranlıkta olan Londra'da hava kararmak üzere (ve saat daha 4). Uyanalı 3 saat bile olmamışken havanın kararmasının dünyadaki en depresif şey olduğunu bir kez daha vurguluyorum. Buna bir de bölüm sonunda çalan şarkı eklenince insanın kendine depresyonlardan depresyon beğenesi geliyor.



Bu benim depresyonumdan sonra antidepresan kullanmadan ve yalnız başıma (sevgilisiz) geçirdiğim ilk kışım. Arkadaşlarım var, kendimi çok yalnız hissetmiyorum, ama yine o karanlığa çekilecek olsam bunu fark edecek kadar sık görüştüğüm birileri yok. Biraz korkutucu, ama bir daha kendimi ruhen o kadar alçak bir noktada bulmamaya kararlıyım.

Tez konumu cinselliğin neden reklam stratejisi olarak kullanıldığı ve neden sattığı olarak belirlediğimi önceki post'larımdan birindeki yorumlarda söylemiştim, bu hafta tez outline'ımı hazırlamam gerekiyor. Yarın, Cuma ve Cumartesi akşamları dışarıda olacağımdan o iş bugün bitse süper olacak.

Yarın akşam GB forumlarından birileriyle D'nin çalıştığı yere gideceğim. Cuma sabah okula gidip outline'ımı vermem ve Theories of the Culture Industry dersimin notlarını almam lazım, sonra da dersim var. Okuldan sonra yine D'nin çalıştığı mekanda aynı forumdan farklı insanlarla buluşmaya gideceğim. 1-2 saat orada takıldıktan sonra başka bir siteden insanlarla yine Soho'da başka bir LGBT mekana gideceğim. Cumartesi öğleden sonra LSE'de (mekandan emin değilim) transfobi karşıtı bir buluşma var, akşam da bir BDSM sitesinin buluşmasına gidiyorum. Bu hafta en az 4 farklı siteden tanıdığım insanlarla olacağım yani. Bir an hayatımın ne kadar internet üzerinden yürüdüğünü fark ettim.

don't let it end



Ne zaman gecelerin insanlığına bürünsem uyuyamadığım gecelerde aklıma hep bu şarkı gelir. "Keşke uyuyabilsem" diye düşünerek dinlerim. Keşke uyuyabilsem, ama ilaçla uyumak istemiyorum. Uyku ilacıyla uyuyunca ertesi gün bütün gün uyuyup sersem gibi uyanıyorum çünkü.

Bütün yaz boyunca evde boş oturuyor olduğum halde 1'de uyuyup 10'da kalkmayı alışkanlık haline getirdikten sonra gayet ironik bir şekilde okulun en yoğunlaştığı dönemde yine bütün gece oturur hale geldim. Ama bu kez önceki gece insanı dönemlerimin aksine bütün gün uyumuyorum, 12 gibi uyanıyorum en geç. Uyku saatlerim azaldı yani, ama eksikliğini hissetmiyorum. 9 saatten az uyuyunca bütün gün oturduğu yerde uyuyakalan biri olarak bu benim için çok alışılmadık bir durum.

Geçen gün Dide'yle konuşuyorduk ayrılığın bir yordamı olmalı mı diye, evet, kesinlikle olmalı. Ben birinden ayrılırken (gerçi hayatımda hiç birinden ayrılmadım denebilir bir kişi dışında) ASLA gerçek nedeni söyleyebilecek bir insan değilim. Asla "Ben bilmemkaç aydır seni aldatıyordum zaten, başkasına aşık oldum, ayrılalım" türü muhabbetler yapılmamalı diye düşünüyorum; "İlişkimiz süresini doldurdu, ayrılmak istiyorum" demek en doğrusu ayrılırken. Sevgilisini başkası için terk ediyorsa bile nezaketen yeni ilişkisini göz önünde olmayan bir şekilde yaşamalı bir süre insan. Vicdan ve görgü sahibi birisi öyle yapar yani en azından.

Aldatmadığım sevgili sayısını bir elimle sayabilirim, ama bir kez bile yakalanmadım (eski sevgililerimin burayı okumadığını bildiğimden bunu yazıyorum). En kötü kavgalarda bile, hatta "Seni aylardır aldatıyorum, kusura bakma" lafını duyduktan sonra bile "E ben de seni aldatıyordum zaten" gibi bir şey söylemedim. Eğer bir ilişki bitirilmek isteniyorsa, mümkün olduğu kadar zararsız bir şekilde beyaz yalanlarla bitirilmesi gerektiğine inanıyorum. Böyle her kirli çarşafı nasıl olsa ilişki bitti diye ortaya dökmek gereksiz drama/sıkıntı/sinir/kalp kırıklığından başka bir şey yaratmıyor.

Evet, ayrılıkların bir yolu yordamı olmalı.

Bu aralar polyamory kavramına merak sarmış durumdayım. Kendimi kıskanma ve sahiplenme potansiyeli çok olan bir insan olarak gördüğümden böyle bir şey yapamam diye düşünürdüm hep, ama en son kıskanma/sahiplenme belirtimin üzerinden neredeyse 3 yıl geçtiği için şu anda poly bir yaşam tarzının bana göre olabileceğini düşünüyorum. Tek eşlilik zaten yapmakta zorlandığım bir şeydi, bir daha asla kendimi aldatma/aldatılma durumunda bulup stres olmak istemiyorum. Ve şu anda tek bir insanla birlikte olabileceğimi sanmıyorum. O yüzden gizli gizli yapacağıma aleni olsun istiyorum bu sefer. Poly insanlarla konuşmaya başladım deneyimleri hakkında. Hadi bakalım.

Tuesday, 16 November 2010

hipster-hating



Tumblr'da yukarıdaki fotoyu gördükten sonra bir süredir aklımda olan bir şeyden bahsetmek istedim: Hipster kitle fena halde sinirime dokunuyor.

Hipster'lık günlerini 20'li yaşlara gelmesiyle arkasında bırakmış bir insan olarak benden yaşça büyük bir sürü insanın "Çok farklıyım" adı altında üniforma gibi aynılaşmış bir halde geziyor olmasını çok garipsiyorum. İnsanların "stil sahibi" oldukları için kendilerini üstün görmelerini, dış görünüşün bir tür "başarı" halini almasını ve dolayısıyla baba parası yiyen işsiz güçsüz tiplerin görünüşleriyle sosyal statü sahibi olma çabalarını daha da garipsiyorum.

Geçen gün Shoreditch'in mainstream'leşmesiyle Londra'nın yeni hipster semti haline gelen Dalston'daydım. Soho'dan otobüsle giderken Central London'dan Doğu Londra'ya geçmeye başladığını gayet kolay anlayabiliyor insan sokaktaki tiplere bakarak: Gözleri bozuk olmadığı halde Wayfarer ya da türevi gözlükler takan, çocuk reyonundan alınma daracık kotlar giyen, saçlarının yarısı kazınmış yarısı uzun bu pek entel insanlar Doğu Londra'da metrekare başına 30 tane düşüyorlar.

Türkiye'de de bu kadar rahatsız edici olmasa da bu nüfus mevcut. Facebook listem 20'li yaşlarında olmalarına rağmen parantez bıyık ya da at hırsızı sakalı bırakma salgınına yakalanmış bir kitleyle doldu. Türkiye'ye döndüğümde çantamda bir traş makinesi ile dışarı çıkıp bu gençlerin aklını başına getiresim geliyor: Gerçekten sakalsız/bıyıksız çok daha yakışıklıydınız.


Monday, 15 November 2010

tabe kıyamet

Bugün Trendyol'da Tabe Kıyamet satışına denk geldim. Bir süredir bahsini duyuyor olduğum Tabe Kıyamet'le oldukça ilgileniyordum. Sözlük'teki başlıklarında "300 liraya elbise satıyorlar" modunda bir şey okuduktan sonra "hm?" diye düşünmüştüm.

Reset'ten aldığıma göre Tabe Kıyamet'te aşağıdakileri bulabiliyormuşuz:

Koleksiyonumuzda Paris ve Amerika’dan seçilmiş orijinal vintage kıyafetler ve Türkiye’de üretilen sınırlı sayıda ve her birinden tek kopya bulabileceğiniz tasarım T-Shirtler yer alıyor. Bunun yanında oyuncak, takı ve gözlükler var. Çalıştığımız tasarımcılardan Miray Atacan geri dönüştürülebilir atık malzemelerden takı tasarlıyor. Sushi şeklinde küpeler, gazoz kapaklarından yaka iğneleri ve saç tokaları… Özellikle Türkiye’de büyük eksikliğini yaşadığımız eldiven, papyon, kravat gibi aksesuarlar özenle seçiliyor.

Trendyol'da aksesuar satışları var bu hafta. "Özenle seçilmiş" aksesuarlar 289 liradan 169 liraya düşmüş "Swarosky" eldivenlerden, fiyatı yine bir o kadar tuzlu "hoporlör" küpelerden, 2 sene önce modası geçmiş Oxford'umsu ayakkabılardan oluşuyor. Retro gözlük diye sattıkları şeylerin orijinallerini Balenciaga, Chloe ve türevlerinde; 220TL'ye sattıkları altın kaplama Casio'yu ASOS'ta £40'a ve genel olarak çoğu ürünlerinin benzerlerini eBay'de milyonda biri fiyatına bulabilirsiniz.

Tabe Kıyamet'e olan ilgim de burada böylece sona erdi.