Wednesday, 18 August 2010

saturnine

Dr.Oetker'in Çikolata Şelalesi'ni yaptım bugün. Yapmadan önce Sözlük'te başlığına bakayım dedim, bir zamanlar hayatımın önemli insanlarından olan birinin o zamanlar başlığın altına bir entry yazdığını gördüm. Sonra onun yazdıklarına baktım ne yapıyormuş diye. Oradan da uzun zamandır dinlemediğim ama çok sevdiğim bir şarkı olan Teardrop'a geldim. Orijinalinin yeri ayrı olsa da Anneke van Giersbergen versiyonunu koydum aşağı (koymayı denedim ama Youtube'um sapıttığından embed'leyemiyorum, buradan bakabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=y8v0j4wh7g4). Anneke'nin sesine bayılıyorum, şarkıya çok yakışmış.

Bazen nick olarak Eloise kullanıyorum. İnsanlar Eloise'in Abelard'ın Heloise'inden ya da iki genç kızın aşkını anlatan Eloise filminden geldiğini sanıyorlar genelde. İkisi de değil. The Cure'un A Letter to Elise şarkısındaki Elise'in The Million Dollar Hotel filmindeki Milla Jovovich karakteri Eloise ile birleşiminden geliyor benim için Eloise.

I guess you could say my life only really started about two weeks ago. That's when I lost my best friend Izzy... and found Eloise. Eloise...she was something to live for. And I guess that means something to die for. Some people said that she was just a dumb slut, but I knew she wasn't dumb. Whatever Eloise was or wasn't didn't matter to me. She was the love of my life, even though I hadn't actually met her... yet.

Anneke demişken, aklıma favori the Gathering şarkım Saturnine geldi (bilmiyorsanız gerçekten tavsiye ederim: http://www.youtube.com/watch?v=afd6xHvKBtU). Bayadır dinlememiştim. Eskiden beni ağlatması garanti olan bu şarkı (hatta tüm depresyon şarkılarımın hiç biri) artık beni etkileyemiyor. İnsan aşk acısı çekmediğinde aşk şarkılarının Disneyworld soundtrack'i dinlemekten bir farkı kalmıyor sanırım. Aşk acısız hayat ne anlamsız, müzik bile zevk vermiyor eskisi gibi.

The day you went away
You had to screw me over
I guess you didn't know
All the stuff you left me with
is way too much to handle
But I guess you don't care

Whatever on earth possessed you
to make this bold decision
I guess you don't need me
While whispering those words
I cried like a baby
Hoping you would care

You don't need to preach
You don't have to love me, all the time

Tuesday, 17 August 2010

bb is totally addictive

Çocukluğumdan beri internet bağımlısıyım. Günümün büyük bölümü evimize ilk kez internet geldiği günden itibaren bilgisayar başında geçer oldu. Evde olduğum her dakikayı duş almak, uyumak, tuvalete gitmek ve Türkiye'deysem Digiturk'te dizi izlemek dışında laptop başında geçiriyorum. Sabah uyanır uyanmaz bilgisayarı açıyor, yemeklerimi karşısında yiyor, uyurken sabah ilk iş açılmak üzere yatağımın yanına bırakarak kapatıyorum. Nete giremeden bir gün geçirme düşüncesi bile tüylerimi ürpertiyor, sadece bu yüzden tatile gitmeyi sevmiyor ve arkadaşlarımda kalamıyorum (eskiden tatile gitmek bu yüzden işkence gibi gelirdi, artık TurkcellConnect falan filan var tabii). Emaillerime ve üye olduğum sitelere bakamadığım her dakika bir şeyler kaçırıyormuşum gibi, bir şey olacakmış gibi hissediyorum.

Blackberry'm hayatıma girdiğinden beri bu internete-bağlı-olmadıkça-içimde-sürekli-bir-huzursuzluk-olması olayı yok oldu. Yurtdışına bir yere tatile gitmediğim sürece Blackberry Internet Service sayesinde tüm emaillerime anında ulaşabiliyorum, Facebook'uma bakabiliyorum; otobüs, vapur türü yerlerde ya da birini beklerken hiç sıkılmıyorum, MSN'de ya da nette zaman öldürüyorum. Blackberry Messenger'da insanlara "nasıl olsa beleş" mantığıyla saçma sapan mesajlar atabiliyorum "İçkim çok limonlu, sevmedim" şeklinde. "Bu şarkı neydi ya" diye merak ettiğimde ya da aklıma bir şey takılıp "Hatırlamazsam şimdi bütün akşam aklımda olacak" moduna girdiğimde hemen Google'ı açıp bakabiliyorum. Gönül rahatlığıyla evden çıkabiliyorum kısacası. Hatta laptop bağımlılığım bile azaldı, sabah uyanıp Blackberry'mden emaillerime ve Facebook notification'larıma bakıp önemli bir şey olmadığını gördüğümde ilk iş bilgisayar açma ihtiyacı duymaz oluyorum. 1-2 günlük tatillere netbook'umu almadan çıktığım bile oluyor. Blackberry'me o kadar bağımlı hale geldim ki, olmasa ne yaparım ya da onu almadan önce ben nasıl yaşıyormuşum bilemiyorum. Elektrik öncesi dönemi nasıl hayal edemiyorsam, Blackberry'siz bir hayatı da o kadar hayal edemiyorum. iPhone falan, my ass yani.

Top Ten Signs You’re a BlackBerry Addict
Kaynak: Laptop Mag

10. After a cross-country flight you wait for all your new messages to download before you alert loved ones you’re still alive.

9. You try to use BlackBerry keyboard shortcuts in Outlook. (No, you can’t hit the space bar to type “@”)

8. You think the iPhone would be much better if it only had a physical keyboard–and a trackball smackdab in the middle of the touch screen.

7. Your BlackBerry keeps you regular. Go to the bathroom without it and you’d have to “push” on your own.

6. You joined Facebook just so you could try the BlackBerry app. (No friends? The “I have a BlackBerry, I’m out of your league” group has 4,409 members.)

5. You’ve learned to drive with your knees.

4. Five or more consecutive vibrating alerts is on par with an orgasm.

3. You swap service outage stories with other “victims.”

2. You’ve completely forgotten that a blackberry is a fruit.

1. You’re reading this on your…..

Herkes BB alsın ve bana PIN'ini versin istiyorum.

Monday, 16 August 2010

a long time ago, we used to be friends

2 hafta öncesine ait de olsa bu haberi yeni gördüm.

"Vakit, eşcinsellere tazminat ödeyecek
Yargıtay, Üskül’ün, KAOS-GL’ye yaptığı ziyaret için “sapıkları ziyaret etti” diye yazan Vakit’in tazminat ödemesine karar verdi

Gey ve eşcinsellerin sivil toplum örgütü KAOS GL Derneği, 2008 yılında, “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” adı altında bir etkinlik düzenledi. Toplantıya Ak Partili, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül de katıldı. Vakit gazetesinin Ankara Temsilcisi Serdar Arseven, Üskül’e köşe yazısında, “Üskül’ün tercihi sapıklardan yana” ifadeleriyle tepki gösterdi. Yazıda, “Tutmuş, cinsel sapıkların toplantısına katılmış! Affedersiniz.şey-nelerin toplantısında boy göstermiş! ‘Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı’ olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil... ‘homoseksuel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!” denildi.

Kaos GL, Vakit ve Arseven aleyhine tazminat davası açtı. Yerel mahkeme davayı reddetti. Ancak Yargıtay 4. Hukuk Dairesi bu kararı bozdu. Daire, “cinsel yönelimleri farklı olan kişilere hakaret niteliğindeki” ifadeler nedeniyle tazminata hükmedilmesi gerektiği belirtildi. Karar, eşcinselliğin hastalık olduğunu savunan Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf hakkında açılacak olası tazminat davaları açısından da emsal teşkil ediyor."

-İlk olarak "gey" kelimesinden nefret ediyorum. Gidip yabancı bir dilden bir kelime alacaksanız adam gibi alın, böyle Türkçeleştirme çabasına girilince ortaya ne idiği belirsiz garip kelimeler çıkıyor. İkincisi, "gey ve eşcinseller" nedir ki? Böyle redundant (aynı anlamı taşıyan ve dolayısıyla gereksiz kelimeler kullanmak, i.e. Michael Jackson şarkıcısı, ÖSS sınavı) ifadeler beni sinir ediyor. Lütfen haberi yazan Milliyet insanı bana gay ve eşcinsel arasındaki 7 farkı açıklasın. Bir de 2 paragrafta bile sürüyle bulunan yazım hatalarını düzeltsin o sırada.

-AKP ile ters düşmek istemeyen gazetelerin bir süredir yazarlarının "AKP'li" yerine "Ak Partili" ifadesini kullanmasında ısrar ettiklerini bilmem biliyor musunuz. 41 kere dersek olur mantığında bir "ak kaşık" hikayesi sanırım.

-Vakit yazarı demiş ki: "[AKP vekili] 'Cinsel tercihlerinden dolayı ayrımcılığa uğramamalarının teminatı' olarak bugünkü yönetimi göstermiş! Vay be! Ak Partili bir vekil ‘homoseksüel eğilimlerin teminatı olduklarını ilan edebiliyor! Ne günlere kaldığımızın resmi!" Vakit yazarı bir insanın ağzından çıkan bir lafa hak vermek tüylerimi ürpertiyor ama katılmadan edemiyorum. AKP'ye mi kalmış LGBT haklarını korumak? Give me a break.

-Mahkemenin kararı "cinsel yönelimleri farklı olan kişiler" gibi homofobik bir ifade kullanılmış olsa bile sevindirici. İnsanların bu tür lafların yanlarına kalmayacağını görmeleri açısından süper. Ama "cinsel yönelimi farklı" nedir ya? "Heteroseksüellik normal, eşcinseller farklı (yani anormal)" demek oluyor bu. Daha çok yolu var yani ülkem insanının.

Friday, 13 August 2010

cherish

Önceki gün sabaha karşı Balıkesir'de deprem olduğunu duymamın hiç çaktırmadan beni baya etkilediğini fark ettim dün gece uyumaya çalışırken (bugün o taraflara gidecek olmam yüzünden olabilir). Fena halde uykusu kaçmış kafamda "Deprem olursa nereye saklansam en iyi korunurum, ay o dolap da üstüme düşer kesin, ya ayna kırılıp beni keserse" modu düşünceler dolanıp durdu sürekli. Arka planda da "I'm waiting for the night to fall/ I know that it will save us all" şeklinde bir Depeche Mode şarkısı çalıyordu. "Hangi şarkıydı ya bu" diyerek şarkının devamını getirmeye çalışırken beynim başka bir DM şarkısı olan Damaged People'a atladı:

When I feel the warmth
Of your very soul
I forget I'm cold
And crying
When your lips touch mine
And I lose control
I forget I'm old
And dying.

Sabah gayet her şey yerli yerinde uyanarak mutlu oldum.

Bugün annemin Akçay-Ayvalık tarafındaki yazlığına gidiyoruz. O evin yeri ayrı benim için. 12-13 yaşlarımdaki teenage angst dönemimden itibaren tüm kalp kırıklıklarımdan, aile problemlerimden, moral bozukluklarımdan, iç sıkıntılarımdan, depresyonlarımdan sonra gittiğim yer hep o ev oldu. Bir çok ilki o evde yaşadım, ailemden gizli bir çok şeyi orada keşfettim. Neden bilmiyorum, ama çok huzurlu oluyorum ben o evde. İzmir'den ne kadar içim sıkkın olarak yola çıkmış olursam olayım 3 saatlik yol sonrası oraya ulaştığımda kafamdaki rahatsız edici her şey bana dokunamayacakları bir şekilde bir duvarın arkasında bırakılmış oluyor. Sürekli içimde olan "bir şeyler kaçırıyorum" hissi yok oluyor, boş oturmak beni rahatsız etmez oluyor, yerinde duramayan ve sürekli bir şeylerle meşgul olma ihtiyacı duyan bir insan olarak ben orada huzur buluyorum.

Bana İngilizce'deki en sevdiğim kelimenin ne olduğunu sorsalar agony ya da cherish derdim. Cherish kelimesinin hem kendisini, hem de anlamını çok seviyorum. "I cherish you" cümlesini (ve From Autumn to Ashes şarkısında söylenişini) daha da çok seviyorum. Keşke insanlar bu cümleyi kullanmaktan bu kadar korkmasalar.

Note to self: Joan Jett and the Blackhearts-Fetish dinle.

Tuesday, 10 August 2010

oh my god, you look just like shakira, no no, you're catherine zeta

Digiturk'ün kendi kanalları dışında pek televizyon izlemiyorum (tek istisnam haberler). Dolayısıyla normal kanallarda ne olup bittiğinden pek haberim olmuyor. Yazlıkta her kanalın açık olduğu Digiturk kartını getirmeyi unutmuş olduğum için oradaki çok az kanalın açık olduğu kartla yetinmek zorunda kaldım haftasonu. Dizi ve film kanalları kapalıydı. Sıkıntıdan delirmemek için saçma bir Türk kanalı izliyordum ki "Daha konsere aylar olmasına rağmen U2 İstanbul konseri biletleri neredeyse tükendi" gibi bir laf duydum sunucudan. Burada problematik olan bir kaç şey var:

-Konser 6 Eylül'deymiş, daha "aylar" hatta ay bile yok yani. Sunucu hatası

-U2 Türkiye'de bir daha görme şansının olmayabileceği, çok büyük bir hayran kitlesi olan ve "büyük gruplar" kategorisinde sayılan bir grup. Konsere 1 ay bile kalmamış olmasına rağmen biletlerin sadece "neredeyse" tükenmiş olması çok ilginç. Nedense ülkem insanında önceden bilet alma huyu yok, gidip kapıdan alıyor insanlar.

İngiltere'de durum tam tersi. "NME okuyucusu dışında çok az insanın bildiği gruplar" kategorisindeki yerel, yani bir konserini kaçırsanız 3-4 ay sonra yine denk gelebileceğiniz grupların konser biletleri 6 ay falan önce satışa çıkıyor; kapıyı geçtim 2-3 ay önceden bilet bulmak mümkün olmuyor (hatta şu ana kadar kapıda bilet satılan bir konsere gitmedim Londra'da). Eğer biraz da hipster kitlenin benimsediği, ünlenmeye başlamış bir grupsa satışa çıkmasının ardından 15 dakika içinde biletlerin tükendiğine denk gelmişliğim de çok var.

Sonradan hayal kırıklığına uğramamak için bir konsere yarım yıl önceden bilet almanın da dezavantajları var tabii:

1- İnsan aldığı bileti unutuyor, konser tarihine denk gelen programlar yapılıyor, sonra çık o işin içinden çıkabilirsen.

2- 6 ay sonra insan bir gruptan sıkılmış olabiliyor.

3- Benim gibi sosyal bilimler master programlarının dersleri genelde akşam olan bir okulda okuyacak olma ihtimaliniz varsa "Oh fuck, bu konserlerin bazıları derslerime denk gelecek kesin" diye panik yapıyorsunuz.

Özellikle bu unutma işi benim için büyük bir problem (geçen gün Brüksel gezim ve Yeasayer konseri denk gelebilir diye bir anda aklıma geldi, denk gelmediğini görüp rahatlayana kadar "hangisini iptal ederim öyle olursa, ay şimdi otelin de parası ödendi, ama bileti de aldım, napıcam" şeklinde kafayı yedim). Blackberry'nin calendar'ına uyuz olduğumdan yanımda ajanda taşımaya başlamıştım bir ara hatta, böyle aylar sonrasına planlamış olduğum şeyleri yazıyordum. Yarım bıraktığım her şey gibi o da yalan oldu, o yüzden şu ana kadar almış olduğum bilmemkaç ay sonrasının biletlerini buraya yazıyorum.

27 Eylül Ptesi: Placebo, Londra
06 Ekim Çarş: Everything Everything, Londra
14-17 Ekim Perş-Pazar: Brüksel
21 Ekim Perş: Yeasayer, Londra
10 Kasım Çarş: M.I.A., Londra
15 Kasım Ptesi: Marina and the Diamonds, Brighton
1 Aralık Çarş: Vampire Weekend, Brighton

Çarşamba ve Perşembe dersim olmaması dileğiyle.

Friday, 6 August 2010

procrastination will tear us apart

Yarın akşam Çeşme'ye 293820. kez Nouvelle Vague izlemeye gidiyorum. O yüzden sevdiğim Nouvelle Vague şarkılarını dinliyordum ki Love Will Tear Us Apart cover'larını ne kadar sevdiğimi fark ettim. Orijinalinin tadı ayrı olsa bile Fall Out Boy'unkiyle birlikte en sevdiğim cover onlarınki. Nouvelle Vague versiyonunda vokalin louv deyişinin hastasıyım özellikle.





Bu son videoyu ise Sözlük'ten bir arkadaşım motivasyon eksikliği entry'imde "çok procrastination yapıyorum" yazdığımı görünce yollamış. Hayatımın olayı procrastination gerçekten. Kesinlikle izleyin.

Thursday, 5 August 2010

prop h8 overturned

California'da eşcinsel evliliği yasaklayan Prop 8 sonunda anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiş, sabah uyandığımda öğrendim. Haberleri okurken, insanların sevincini izlerken gerçekten gözlerim doldu; ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Dünyanın bir yerinde daha insan hakları adına büyük bir adım atıldığını, birilerinin daha verdiği mücadeleyi kazandığını bilmek çok güzel.











"I can't believe we still have to protest this crap" pankartı düşüncelerimi en iyi açıklayan cümle konuyla ilgili. Bu çağda hala milletin başkasının yatak odasında ve kalbinde ne olup bittiğiyle ilgilenme hakkını kendinde gördüğüne; bir sevgi ya da cinsellik türünün başkasına üstün görülebiliyor olmasına inanamıyorum. O yüzden evet, I can't believe we still have to protest this homophobic crap.

Wednesday, 4 August 2010

we're Tigre and bunny and we like the boom

Mezun olabilmek için yazmam gereken essay sonunda bitiyor bu hafta.

Cumartesi günü Babylon Aya Yorgi'de Nouvelle Vague var, o gece giymek için bir şeyler almam lazım. Babylon'un güzelim Alaçatı'dan Absolut-RedBull'cu cikslerin mekanı Aya Yorgi'ye taşınmasını kınıyorum, oraya arabayla gidene kadar ölüyor insan, park yeri de yok adam gibi. Geçenlerde Seaside'da ayakkabılarım fena halde kum olduğundan Babylon'un Aya Yorgi'deki mekanının konser alanı kum mu bilmek istiyorum. Bir fikri olan?

Sözlük'te "kadın erkek eşitliği eşcinselliği yaygınlaştırır" diye bir başlığa denk geldim az önce. Altına yazılanlar arasında şöyle bir entry gördüm:

"yanlış önermeye güzel bir örnektir. kadın ve erkek yasalar önünde hukuken eşittirler. normal şartlar altında her ne kadar erkek kadından fiziksel ve zihinsel olarak daha üstün dünyaya geliyor olsa da, çalışmanın gelişme üzerindeki etkisi gereği, yaşam esnasında farklı cinsler birbirlerine üstünlük sağlayabilmektedirler. eşcinselliğin ise bu durumla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur."

İyi, güzel de, boldladığım kısma dikkat lütfen.

Erkeğin kadından fiziksel olarak daha üstün olduğuna inanç kaba kuvvete değer veren bir toplum oluşumuzdan kaynaklanıyor. Bu yüzden erkeklerin çoğunun kafa atınca kadınların çoğundan daha çok zarar verebilme potansiyelleri "üstünlük" olarak algılanıyor. Kadının kendi içinde bir hayat yaratabiliyor ihtimalinden daha üstün sanırım bu "hşt bilader" yapabilme yeteneği (bana "çocuğu erkekle kadın birlikte yapıyor" gibi argümanlarla gelmeyin, eminim gelecekte tamamen erkeksiz çocuk yapmanın bir yolu bulunacak, hatta bulunmuş bile olabilir hatırlamadığım bir yerde okuduğum kadarıyla).

Hadi onu geçtim, "erkek kadından zihinsel olarak daha üstün dünyaya geliyor" nedir ki? Bunu kanıtlayan ve erkekler tarafından yürütülmemiş, adam gibi (kredibilitesi olan birilerinin gerçekleştirdiği) bir araştırma gösterin bana, tüm bu laflarımı geri alırım. O güne kadar da kimse bana erkeğin zihinsel olarak kadından daha üstün doğduğunu kabul ettiremez. Erkeğin kadına olabilecek tek zihinsel üstünlüğü kadının eğitilmesine gerek duyulmadan, "Kariyer yapmaya/okumaya ne gerek var, sen iyi bir eş olmaya bak" modunda şartlandırılmasından kaynaklanır.

Zihinsel üstünlükten kastedilen nedir bilmiyorum, ama erkeklerin daha zeki olması gibi şeyler tamamen erkek uydurması. İnsan zekidir ya da değildir, bunun cinsel organıyla ne ilgisi var?

Duygusal zeka konusunda da erkekler kadınlarla eşit olmayı geçtim, yıllarca gerideler. Erkek arkadaşlarıma ve okuyucularıma no offense; ama heteroseksüel erkeklerin çoğu duygusal özürlü. Kesin yargıda bulunmamak için "çoğu" diyorum; yine de ben ne eski erkek arkadaşlarımın, ne arkadaşlarımın, ne de babamın ya da ailemdeki herhangi bir erkeğin bir kadın kadar çok duygusal olgunluğa sahip olduğunu gördüm. 60 yaşında bile olsa o duygusal olarak iletişim ve bağlantı kurma, empati vs. yeteneği gelişmemiş oluyor erkeklerde. Anlayamıyorlar, en kötüsü de anlamaya çaba göstermiyorlar. Bunun da toplumun "erkek adam duygusal olmaz" şeklinde şartlamasından olduğunu düşünüyorum. Erkekler duygularını belli etmeye etmeye karşılarındaki insanın duygu ve ruh hallerini okuma yeteneklerini kaybediyorlar. Gerçekten de çok yakın erkek arkadaşlarımın oturup "Ben çok aşıktım, kalbimi kırdı" modunda ağladığını, ya da ben aynı şeyi yaptığımda awkward silence modunda diyecek şey bulamadan kalmaktan başka tepki verdiğini görmedim.

Kısacası harita okuma ve yer yön bulma dışında erkeğin kadına bir zihinsel üstünlüğü yok.

Tuesday, 3 August 2010

nothing seems right in cars

Türk insanının uygarlık seviyesine ulaşmak için daha gidecek çok yolu olduğunu gösteren şeylerin uzun listesinin üst sıralarında yer alıyor trafikte sık gördüğüm davranış şekilleri.

Benim ehliyetim yok, otomatik vites ehliyeti dışında da ehliyet almaya niyetim olacağını sanmıyorum hiç bir zaman. Açıkçası alsam da Türkiye'de kullanmaya ne cesaret edebilirim, ne de kolay tepesi atan bir insan olarak bu ülkede trafiğe çıkmam isterim.

Kendim araba kullanmıyorum dediğim gibi, ama başkasının arabasında olduğumda istisnasız her seferinde en az 50 tane kural ihlali fark ediyorum, sinirleniyorum fena halde. Türkiye'de trafikte olan insanların gerçekten %60'ı falan ehliyeti manavdan almış gibi, ya o derece kurallardan bihaberler ya da kendilerini kuralların üstünde görüyorlar (salak oldukları için "Bana bir şey olmaz" veya bencil oldukları için "Başkasına kaza yaptırırsam yaptırayım" modunda da olabilirler tabii). Anneme gönüllü trafik polisi olsun diye ısrar ediyorum yıllardır; keşke olsa, keşke her gördüğüm hata için ona ceza yazdırabilsem, en azından maddi olarak yaptıkları dangozlukların sonuçlarına katlansa insanlar.

-Bir kere insanlarda emniyet kemeri diye bir huy yok. Her zaman ön koltukta otururken kemerim bağlı olurdu, İngiltere'ye taşındığımdan beri iyice takıntılı oldum bu konuda, artık taksi de dahil olmak üzere arabadayken arkada oturuyor ve 2 dakikalık yere gidecek olsam bile emniyet kemerim hep takılı oluyor. Türkiye'de bunu kimse takmıyor ve takmamak düpedüz salaklık, başka bir şey değil. Hayatı trafikte geçen ve dolayısıyla kaza geçirme olasılığı çok daha yüksek olan taksicilerin bile genelde kemer takmadıklarını görüyorum. Emniyet kemeri takmak kendisine hiç bir şey kaybettirmeyecekken ve bir kaza durumunda hayatını kurtarabilecekken insanlar niye takmıyorlar ısrarla, anlamıyorum.

-İnsanlarda şerit kavramı yok; yolun ortasında, yarısı bir şeritte diğer yarısı diğer şeritte gidiyorlar.

-En çok dikkatimi çeken çoğu şoförün sinyal vermiyor olması. Dönerken sinyal vermeyen, onu da geçtim, gayet yasadışı bir şekilde şeritten şeride makaslayıp bu öküzlüğü yaparken sinyal vermeye bile tenezzül etmeyen bir sürü insan görüyorum. Sinyal vermeyi akıl edenler de dönerken veriyorlar sinyali. Önceden vermeyeceksen sinyalin anlamı ne, akıl fikir. En çok sinirlendiğim kural ihlali bu.

-Özellikle annemin arabasındayken insanların arabayı sıkıştırması dikkatimi çekiyor. Zavallı erkek egosunu besleme amaçlı bir şey midir bu bilemiyorum, ama erkekler bayanların kullandığı arabaları sıkıştırıp bir de sanki hatalı olan kendileri değilmiş gibi el kol hareketi falan yapıyorlar. Bagajda sopa taşıyıp "Kenara çek kenara" yapıp herif indikten sonra üstüne saldırası geliyor insanın.

-İnsanlar gereğinden çok fazla korna çalıyorlar.

-Başka bir ülkede asla görmemiş olduğum şeylerden biri daha: Dönüşü kaçırdıktan sonra durmak, geri geri yolun ayrıldığı yere gelip dönmek. Sanırsınız ki ülkem zamanı çok değerli olan pek önemli insanlarla dolu, adam gibi gitmeye devam edip uygun bir yerden geri dönmeye vakitleri yok. Normal ve uygar insanlar bu problemi gidip ileride bir kavşaktan vs. dönmek yoluyla dönüşe geri gelerek hallediyorlar.

Son olarak sinir olduğum ama kural ihlali olmayan bir şey daha var. Geri geri park edenlere sinir oluyorum fazlasıyla. Sırf düz çıkmak için 2847 tane manevra yaparak geri geri park etmenin anlamı nedir anlayamıyorum, düz park edip aynı sayıda (hatta daha az) manevra ile geri geri çıkmak mümkünken. Bunu yapanlar da hep erkek oluyor. Gerçekten dikkat edin, ben hiç bunu yapan kadın görmedim, sizin de dikkatinizi çekecek baktığınızda. Bu da fragile erkek egosuyla ilgili bir tür gösteriş ihtiyacı sanırım.

Monday, 2 August 2010

you're vulnerable, you are not a robot

Süper geçen bir Rodos gezisinden sonra sonunda evdeyim. Gezi boyunca sürekli olarak dinlediğim 4 şarkı Marina and the Diamonds-I am not a Robot, The Kooks-Seaside, Foals-Miami (Jono Ma and Franklin Furter Remix) ve I Blame Coco-Self Machine (La Roux Remix) oldu. Özellikle I am not a Robot son 1 yıldır İngiltere'de yaşadığım evin bitişiğindeki pub'da sürekli çalınan ve o zamanlar hiç sevmediğim ama nedense bu aralar takıntı yaptığım bir şarkı olarak bana hep Rodos feribotu için Marmaris yolculuğumu ve genel olarak Rodos'u hatırlatacak sanırım. Bir de sözlerini en kendime söylemek istediğim şarkılar listesinde bir numaraya oturdu bu şarkı.

Marina'nın sesi çok değişik, hoşuma gidiyor. Tipi de klasik popstar modunda değil, eski zaman kadınlarını andıran bir güzelliği var. Siyah saç + beyaz ten + kırmızı ruj üçlüsüne bayılıyorum zaten.



The Kooks-Seaside'daki "I'm just trying to love you, in any kind of way/ but I find it hard to love you girl, when you're far away" cümlesini çatılardan bağırasım geliyor.

Ne zaman La Roux konserine gitsem alt grubu hiç takmayıp "Bitse de gitseler" modunda izliyorum ve hem o grup sonradan ünlü oluyor hem de sevmeye başlıyorum, "Güzelmiş aslında, keşke dinleseymişim doğru düzgün" diye sinir oluyorum (bkz. Delphic, bkz. I Blame Coco). Sting'in kızı ve Burberry modeli olan 90'lı Coco bana fena halde gay bir vibe veriyor. "Sen de her gördüğün hoş kadının gay olduğunu düşünüyorsun" diyebilirsiniz, ama dünyadaki insanların %10'u gay olduğuna göre (inanmıyorsanız Google'layabilirsiniz) hayatta tahmin etmeyeceğimiz çoook insan gay olmalı. Ve bu kız benim pek yanılmayan gaydar'ıma fena takıldı kesinlikle, klibi izleyin neden bahsettiğimi anlayacaksınız.








Bu arada gaydar demişken, Digiturk'te bu aralar gösterilen diziler içindeki favorilerimden olan Castle'da Detective Kate Beckett rolünde izlediğimiz (ve televizyonda Alize'ye aşırı benzeyen) Stana Katic'in de gay olduğu dedikoduları var. Yine gaydar'ımın şüphelenmesi sonucu Google'ladım bu konuyu, böyle düşünen tek insan ben değilmişim, bir sürü insan bana katılıyormuş.

Keşke bir günlüğüne herkesin cinsel yönelimi alnında yazsa da "I knew it!!" diye kendimi tebrik edebilsem bu tür tahminlerim için.

You've been acting awful tough lately
Smoking a lot of cigarettes lately
But inside, you're just a little baby

It's okay to say you've got a weak spot
You don't always have to be on top
Better to be hated than love, love, loved for what you're not

You're vulnerable, you're vulnerable
You are not a robot

You're loveable, so loveable
But you're just troubled

Guess what? I'm not a robot, a robot

You've been hanging with the unloved kids
Who you never really liked and you never trusted
But you are so magnetic, you pick up all the pins

Never committing to anything
You don't pick up the phone when it ring, ring, rings
Don't be so pathetic, just open up and sing

I'm vulnerable, I'm vulnerable
I am not a robot.