Wednesday, 19 March 2014

all sparks

Geçenlerde arkadaşlarımla ilişkilerden bahsediyorduk. Bir buçuk yıl kadar önce en son ilişkimin bitmesinden sonra verdiğim kendimi 10 sene sonra hala birlikte göremediğim insanlarla zaman harcamama ve single takılmayı tercih etme kararını pek garipsediler. Henüz 24 yaşında olmama rağmen light ilişkilerden tamamen elimi eteğimi çekip daha "gerçek" bir şeyleri beklemek gerçekten garip olabilir, bilemiyorum. Ya da belki gelecekte fikir değiştireceğim. Ama şu anda havadan sudan ilişkilere zaman ve enerji harcamak istemediğimden eminim.

Öncelikle ilişkiler ne kadar yüzeysel de olsalar emek istiyorlar. Şu anda hem iş hem Londra Onur Haftası gönüllülüğünü dengelemeye çalışmaktan, düzenli spora başlamış olmaktan, bitmek bilmeyen sağlık problemlerinden ve peşimi bırakmayan vize stresinden kendime ayıracak çok az zamanım kalıyor. O kıymetli zamanımı da aşık olmadığım biriyle düzenli olarak görüşerek harcamak istemiyorum. Ayrıca ne kadar işin içine aşk girmemiş de olsa, "Bence bu iş burada bitse ikimiz için de daha iyi olur" konuşması yapmak çok stresli ve sinir bozucu bir şey. O yüzden işleri hiç o noktaya getirmemeyi tercih ediyorum.

İkinci olarak eften püften de olsa insan birine konsantre olunca çevresine alıcı gözle bakabileceği ortamlara girme fırsatı azalıyor. O yüzden sevmediğim insanlarla birlikteyken gerçekten aşık olabileceğim biriyle tanışma fırsatını kaçıracağımdan korkuyorum, gerekçelerimden biri bu.

Son olarak en büyük nedenim aramda elektrik olmayan insanların ufak tefek bazı huy ve özelliklerini ikinci görüşmeden itibaren inanılmaz itici bulmam. Yürüyüşleri, konuşmaları, gülüşleri, beni öpüşleri, en çok da ben onlardan etkilenmediysem bana vurulmuş gibi görünmeleri (yani onlardan etkilenmiş olsam negatif bakmayacağım bir sürü şey) beni onlardan çok fena soğutuyor. Kendini beğenmişlik değil, kısmen "Kaçan kovalanır, kovalayandan kaçılır" türü bir tepki belki de.

Aşkın zamanla oluşan bir şey olduğuna inanmıyorum. Yıldırım aşkı bekleyen umutsuz romantiklerden değilim, ama bir insanla 1-2 saat zaman geçirdikten sonra o elektrik yoksa maalesef hiçbir zaman olamaz gibi geliyor bana. Çevremde o "spark" dediğimiz kıvılcımın hiç var olmadığı ya da söndüğü ilişkilere yalnız olmamak için yıllarını veren o kadar çok insan var ki. Ben o kıvılcımı istiyorum, ne kadar zaman geçerse geçsin birini her gördüğümde midemde kelebekler uçuşsun istiyorum - bundan azıyla yetinmek kendi kendime saygısızlık gibi geliyor. O yüzden yıllardır hep tek başıma olmayı tercih ettim.

Yirmili yaşlarında olup böyle hisseden var mı? Boşuna mı bu kadar fırsatı tepiyorum?




Friday, 14 March 2014

transition

Facebook listemde olanlar bilir, geçenlerde işyerinde yeni başlayan birini birkaç hafta boyunca ofiste göz ucuyla görüp "Hipster çocuğun teki" diye geçiştirdikten sonra bir çift göğüsün varlığını fark edince "Aman Tanrım kadınmış" tepkisi verdiğimden, erkek olduğunu sandığımda kaale dahi almadığım aynı insanın kadın olduğunu anlayınca birden alıcı gözle bakmaya başladığımdan bahsetmiştim. Ama durum hiç sandığım gibi değilmiş.

Bu bahsettiğim insan bir projeye yardımcı olması için geçici olarak işe alınmıştı, dün kontratını uzatmışlar, altı ay daha kalacakmış. Bunun üzerine bölüm müdüründen ofisteki herkese erkekliğe geçiş döneminde olduğunu, bundan böyle kadın değil erkek ismiyle bilinmek istediğini belirten bir email yollamasını istemiş. Emaili görünce bir an kendimi paralel bir evrende falan yaşıyor gibi hissettim. Türkiye'de olsa muhtemelen insanın dakikasında işten atılmasına sebebiyet verecek bir açıklamanın 100 kişiye giden bir email ile bu kadar alelade bir şekilde yapılmasına ve kimsenin en ufak bir tepki vermemesine inanamadım bir türlü. Ama güzel bir inanamama hali.

Paralel evren hissini üzerimden attıkça bu açıklamayla beraber "alıcı göz" modumun tamamen sona erdiğini fark ettim. Son birkaç yıldır çevremde artan transerkek sayısıyla anladım ki bir insanı dış görünüş olarak ne kadar çekici buluyor olursam olayım, erkek kimlikli olduğunu öğrendiğimde tüm ilgim sönüyor. Aynı şey genderqueer vs. kimlikli insanlar için de geçerli. Dürüst olmak gerekirse bundan altı yıl önce aile ve arkadaşlarıma eşcinsel olarak açıldıktan, onlara bir kimlik bunalımı yaşamadığımı ya da bunun "geçici bir dönem" olmadığını gösterebilmek için uğraştıktan sonra erkek kimlikli biriyle birlikte olmanın düşüncesi bile yorucu geliyor. Toplumun beni tek başımayken heteroseksüel olarak algılaması yeterince sinir bozucuyken bir de sevgilimleyken heteroseksüel, ya da belki biseksüel diye algılanmayı kesinlikle istemiyorum. Ayrıca sadece kadınlara ait toplulukların enerjisinden, o enerjiye dahil olmaktan o kadar memnunum ki, bunun dışına adım atma fikri bana hiç çekici gelmiyor.

Sunday, 9 March 2014

women of the world

Hiç beklemediğim gibi bir haftasonu geçirdim. Normalde dün BFI'da kadınların elinden çıkma filmlere yer veren bir festivalin tanıtımı için özel bir gösterime gidecek ve Pazar gününü muhtemelen Starbucks'ta ve evde pinekleyerek geçirecektim. Dünya Kadınlar Günü için her yıl BFI'ın hemen yanındaki Southbank Centre'da düzenlenen Women of the World Festival kapsamında Butch Monologları adlı bir performans düzenleneceğini duyunca BFI'daki etkinliğin biletini iade ederek WoW'a gitmeye karar verdim.

Geçen sene Women of the World Festival'da Naomi Wolf'un söyleşisine gitmiş, ama 2011'den beri düzenleniyor olmasına rağmen nedense hiç festivalin tamamına katılmamıştım. Benim için inanılmaz ilham verici bir haftasonu oldu. Havanın birden inanılmaz bir şekilde 17 derece ve güneşli olmasının da etkisiyle Londra ve çevresinde ne kadar feminist varsa herkes festivalin düzenlendiği nehir kıyısına akın etmişti.

Maalesef Butch Monologları'na çok fazla ve beklenmedik bir talep olduğundan izleme fırsatı bulamadım, ama çok aydınlatıcı bir haftasonu oldu. Yeni doğmuş bebeklerden 80 yaş üstüne kadar binlerce insanın pornografi, küresel ısınma, ayrıcalık (privilege), kimlik, vücut imajı, şişman aktivizmi (fat activism) gibi konuları tartıştığı, beynimin entelektüel hücrelerinin her birini harekete geçiren bir ortamdı. Erkeklerin de diyaloga dahil olması sevindiriciydi. Ayrıca efsanevi insan Vivienne Westwood'u, İzlanda eski (ve gay) başbakanının eşini ve Katie Price'ı dünya gözüyle görmüş oldum.

Festivalin en süper anı ise seyircilere soru sorma sırası geldiğinde sürekli mikrofonu kapıp yorum yapan ve sanki çok önemsiz bir şeyden bahsedermiş gibi "Bu arada ben moda fotoğrafçısıyım" diyen yaşlı amcanın Twiggy'nin o ikonik ilk fotoğraflarını çeken moda fotoğrafçısı Barry Lategan çıkması oldu.

Seneye mutlaka bu festivale geri döneceğim.

Saturday, 8 March 2014

loneliness vs. solitude

Üye olduğum bir forumda insanlar yalnızlıktan; neleri yalnız, neleri başkalarıyla yapmaktan hoşlandıklarından bahsediyorlardı. Onların yazdıklarını okurken kendimi düşündüm. İngiltere’ye taşınır taşınmaz tanıştığım ve uzun süre birlikte olduğum insanla dört yıl önce ayrılmamızdan beri “yalnız” bir insanım. O zamandan beri sadece bir kız arkadaşım oldu, onunla da sık görüşemediğimizden yine çoğu şeyi yalnız yapmaya devam ettim.

İngiltere’de yaşamaya başladığımdan beri 1) mesafeli insanlarla çevrelenmiş olmaktan, 2) ilk taşındığımda İstanbul’daki arkadaşlarımın çoğuyla arkadaşlığımın travmatik bir şekilde sonlanmasının ve bir anda çok kilo almanın bende yarattığı özgüvensizlik hissinden, 3) geldiğim gibi sevgili yapınca yeni insanlarla tanışmak için çaba göstermemekten “arkadaşsız” bir insan haline geldim. İstanbul’da sosyal olmak hoşuma giden ve kolay bulduğum bir şeydi, burada ne değişti bilmiyorum. Sevgilimden başkasıyla uzun bir süre sosyal olmayınca ve kendimi soğuk insanlar arasında bulunca nasıl havadan sudan konuşulacağını mı unuttum? İstanbul’daki sosyalliğim bir anomali miydi? Yoksa bunların tamamı son zamanlarda özgüvenime büyük darbe vurulmasından mı kaynaklanıyor? Bilmiyorum, ama şu anda hayatımın büyük kısmını yalnız yaşıyorum: İş yerinde insanlarla yüzeysel muhabbetleri ve 2-3 haftada bir arkadaşlarımla buluşmayı saymazsak her şeyi yalnız başıma yapıyorum.

Yalnızlık çoğunlukla beni rahatsız etmiyor. Kitabımı alıp bir kafeye ya da restorana gitmekten, tek başıma başka ülkelere gidip kafama göre gezmekten, çıkıp saatlerce yürümekten, sinema ve müzelere gitmekten büyük keyif alıyorum. Başkasıyla konuşmak zorunda olmadığımda üzerimden büyük bir yük kalkıyor. Ama bazen, çok nadiren, bu keyif aldığım şeyleri başkalarıyla paylaşabilmek istiyorum. “Hadi yarın şuraya gidelim” dediğimde peşime takılacak kadar maceracı, ben kitabımla Starbucks’a gittiğimde kendi kitabını getirip bana eşlik edecek kadar yakın olduğum birine ihtiyacım var.

Tuesday, 4 March 2014

the one worth leaving

Bugün şu anda çalışmakta olduğum yerde ay sonunda bitecek olan kontratımın ekonomik sebepler yüzünden uzatılmayacağını öğrendim. Benden çok memnunlarmış, çok iyi iş çıkarıyormuşum, ama maalesef müdürlerden kontratımın uzatılmasına onay gelmemiş. Bir yandan bunun benim yaptığım işten ya da bendeki herhangi bir eksiklikten kaynaklanmadığının farkındayım, diğer yandan da her ay abuk subuk işlere yüz binler harcayan insanların bana üç kuruş maaşı çok görmesi içimde bir değersizlik hissi uyandırıyor.

Kar amacı gütmeyen sektörde çalışmanın maaşsız stajlardan sonra en kötü yanı bu herhalde: Patronların kişisel takıntıları sebebiyle derneklerin kimi zaman milyonlarca poundu bulan bütçelerinin ciddi bir kısmının garip garip işlere harcanması, ama o işleri yapacak çalışanlara değer verilmemesi, konu çalışanlara gelince inanılmaz bir cimrilik yapılması. Şu ana kadar çalıştığım iki dernek birbirinden boyut ve maddi olanak olarak çok farklı olduğu halde ikisinde de aynı şeyi gözlemledim. Ve her ikisinde de eğitim olarak kat kat üstün olduğum insanlar iş sahibiyken ben sadece daha az deneyimli olduğum için vazgeçilebilir insan olarak görüldüm.

İş ararken de hep aynı şey: "Diplomaların iyi güzel, ama yeterince deneyimli olmadığın için seni alamıyoruz." Peki kimse yakın zamanda mezun olmuş insanları işe almayınca insan nasıl deneyim kazanacak? Yıllarca maaşsız stajyer olarak emeğinin sömürülmesine izin vererek mi?

Bazen belli bir yaşa gelmiş insanların iş gücünden elini eteğini çekerek gençlere fırsat vermesi gerektiğini düşünüyorum. Maddi açıdan rahatsanız işi gücü bırakın, bir yerlerde gönüllülük yapın, hobi edinin, dünyayı gezin ve bize yer açın lütfen. Çevremde çok kalifiye olan ve işsiz olan o kadar çok yaşıtım insan var ki. Doğru düzgün iş sahibi olanları iki elimin parmağında sayabilirim herhalde.

Thursday, 20 February 2014

flare

Altı yıl önce İngiltere'ye taşındığımdan beri her yıl mutlaka gittiğim ve yıl boyunca favori etkinliğim olan London Lesbian and Gay Film Festival geçen sene isim değişikliğine gidilmeli mi gidilmemeli mi şeklinde bir kamuoyu yoklaması yapmıştı. Festivalin L ve G bireyler dışındakileri de kapsayan bir isme sahip olması gerektiği fikrine karşı çıkmamakla beraber 28 yıllık tarihinin 26 yılını London Lesbian and Gay Film Festival adıyla geçiren bu festivalin tarihine sahip çıkılması ve adıyla çok oynanmaması gerektiği düşüncesindeydim.

Dün akşamki özel bir etkinlikte festivalin yeni isminin BFI Flare: London LGBT Film Festival olacağı açıklandı. Daha doğrusu festivalin asıl adı Flare olacak, sloganı da London LGBT Film Festival. Sadece London LGBT Film Festival olsa en ufak bir itirazım yok, ama Flare ne biçim bir festival ismidir yahu? Kendimizi LGBT olarak tanımlamaktan, "LGBT Film Festivali'ne gidiyorum" demekten utanıyoruz mu da bunun başına "Flare" gibi abuk subuk isimler getirmek zorunda hissediyoruz? Bu Flare muhabbetinin gerekçesi iddia edildiği gibi "yeniliğin lideri olma" amacıysa gerçekten, yine bu festivalin arkasındaki kurum BFI tarafından organize edilen Londra Film Festivali'ne neden böyle saçma sapan hipstervari isimler eşlik etmiyor? Bana biraz da festivali Londra Film Festivali'nden  uzaklaştırmak istedikleri için benzer bir isimden alakasız bir isme gittiler gibi geliyor.

Sırf yenilik yapmış olmak adına ya da "değişik" olmak için yapılan yenilikten nefret ediyorum. Keşke bazı şeyler olduğu gibi bırakılsa.

Monday, 17 February 2014

stranger, make me remember you

Londra'daki favori mekanım ve nam-ı diğer ikinci evim BFI'da üyelere özel her ay ünlü film ve sanat insanlarının gelip kendilerine ilham veren filmleri sunduğu gösterimler oluyor. Bu ayın konuğu Alison Goldfrapp ve sevgilisi Lisa Gunning idi. İlham aldıkları film Persona'dan önce Goldfrapp'in Tales of Us albümüne eşlik etmesi için yaptıkları aynı adlı filmi sundular. Her şarkı için başka bir kısa film vardı. Normalde dinlediğim şeylerden çok uzak olmasına rağmen albümün masalsı havasını çok beğendim, tam arka fonda çalınacak güzellikte. En kısa zamanda edinmek istiyorum.



Stranger'a eşlik eden kısa filmi çok aradım ama maalesef bulamadım. Bulabilene kocaman bir hug (spoiler vermemek için plajda yürüyen iki kadınla başlıyordu diyeyim).

Saturday, 15 February 2014

blue v day

Dün Blue is the Warmest Colour'u ikinci evim BFI'da yedinci kez izledim. Sinemaya giderken yolda çok çok sevdiğim bir filmi tekrar izlemenin bana hissettirdiklerini düşündüm.

Çok sevdiğim bir şeyi yerken yavaş yavaş yeme ve en sevdiğim kısmı en sona bırakma huyum vardır (ya da belki herkes öyle yapıyor, bilmiyorum). Sevdiğim bir filmi izlerken de böyle her anını sindire sindire izleyeyim ve hiç bitmesin istiyorum. Film başlarken heyecandan midem sıkışıyor, yüzüme salak bir gülümseme oturuyor, kalp atışlarım hızlanıyor. Her izlediğimde yeni bir minik detay görmek beni çok mutlu ediyor.

Bu yedinci izleyişten sonra sanırım Directors Cut ortaya çıkana kadar Blue is the Warmest Colour'un zihnimde kendini marine etmesine izin vereceğim.

lambda

Lambdaistanbul'un Facebook sayfasında sevgili/seks/bilmem ne arayışı ilanları üzerindeki yasağın kalkmasıyla son bir aydır falan sayfa bu tür ilanlardan geçilmez oldu. Uzuv fotoğraflarının eşlik ettiği "Benimki şu kadar cm, Bostancı'da yalnız yaşıyorum, pasifleri beklerim" ilanlarından iş yerinde Facebook'umu açmaya korkuyorum artık. O kadar boku çıktı ki, müşteri arayan hetero kadınları geçtim, bugün kız kardeşinin kullanılmış iş çamaşırlarını satmaya çalışan dingilin tekine denk geldim sayfada.

İşin en acayip kısmı ise sayfa admin'lerinin bu duruma tepki gösterenleri "ahlakçılık" ile suçlaması. Bu bahsettiğim külot satma muhabbetinin altında admin olduğunu varsaydığım kişinin "Kardeşi yetişkin ve haberi varmış. Bize ne o zaman." dediğini ve Lambda üyesi ya da gönüllüsü olmayanların görüş bildirme hakkına sahip olmadığını belirttiğini gördükten sonra sinirlerim tepeme fırladı.

Ahlakçılıktan ve tutuculuktan benim kadar uzak çok az insan olabilir; eşcinsel camiası da dahil olmak üzere pek çok insanın "sapıklık" olarak tanımlayacağı pek çok cinsel eylemi yargılamam, rıza sahibi yetişkinlerin diğer rıza gösteren yetişkinlerle yaptıkları her türlü şey kendilerini ilgilendirir. Burada insanların tepki göstermesinin sebebi ahlakçılık değil.

Cinsel organının ya da yarı çıplak vücudunun fotoğraflarını internette paylaşarak arayışlara giren insan modeli olmamama rağmen bunu yapmayı seçenleri anlayabiliyorum. Ama bunun yeri LGBT hakları derneklerinin sayfaları değil. Bu tür arayışlar için pek çok site var zaten.

Bunu da geçtim, yasallığı tartışılır ticari "arayışların" reklamının yapıldığı bir sayfa haline geldi Lambda sayfası. Ve sayfa admin'leriyle müritleri bozuk plak gibi her eleştiriye ahlakçılık damgası vuruyorlar, sanki bunlar cinsel bir devrimin işaretleriymiş ve biz geri kafalılar partinin keyfini kaçırıyormuşuz gibi. Aferin size, o kadar modern ve aydınlanmış insanlarsınız ki.

İstanbul'daki tek örgütlü LGBT oluşumun bu kafadaki insanlar tarafından yönetiliyor olması gerçekten içimi acıtıyor.

Wednesday, 5 February 2014

tube strike

Bugün Londra'daki metro istasyonlarındaki bilet gişelerinin kapatılıp yerlerine makine konması teklifini protesto amacıyla metro çalışanları greve başladı. Bu hafta 48 saat, haftaya 48 saat olmak üzere toplam 4 gün grev yapacaklar.

İşe metroyla gitmeyen bir insan olarak bunun beni pek etkileyeceğini düşünmemiştim, hatta grevi tamamen unutmuşum. Her zamanki gibi otobüs durağına gittiğimde normalde 10 kişinin olduğu durakta 100 kişi görünce aklım başıma geldi. Ortama tam bir kaos hakimdi: zaten ağzına kadar dolu olan otobüsler durduğunda 100 kişinin hepsi birden kapıya akın ediyor, şoför sadece inen kişi sayısı kadar insanı içeri alacağını işaret ediyor, insanlar buna rağmen itişe kakışa binmeye çalışıyorlar, şoför daha fazla insan binmesin diye kapıyı kapatıyor, insanların sağı solu kapıya sıkışıyor, acı içinde bağırıyorlar. Binmeye teşebbüs ettiğim dört otobüsün hiçbirine binemiyorum, kimisi o kadar dolu ki durmadan geçiyor.

Sonunda beşinci otobüse binmeyi başarıp sardalya konservesi modunda bir yolculuk sonrası otobüsten indiğimde ofise yürümek mümkün değil, yine durakta ne yapacağını şaşırmış bir halde bekleyen, gelen otobüslere hücum eden bir insan kitlesi.

Zaten işe geç kalmışım, uzakta oturan çoğu insan işe gelememiş, bütün Londra metro grevini konuşuyor. Bazı insanlar evden sabah 5.30'da çıkmışlar. Dönüşte belki sabah olduğu kadar zorlanmam, iş yerimin olduğu otobüs durağı o kadar merkezi bir durak değil diye düşünerek işten çıkıyorum. Normalde taş çatlasa 2-3 kişinin olduğu durakta 50 kişi bekliyor. Otobüs geliyor, yine hepimiz akın ediyoruz. Herkes sinirli, herkes gergin. Yanımda ayakta duran herif 5 yaşındaki çocuklar gibi çat çat sakız patlatıyor, iyice geriliyorum. Otobüs duraklarında oluşan kızgın kalabalığın olay çıkarmasını önlemek ve insanların kazasız belasız otobüse binmesini sağlamak için her durakta polisler bekliyor. Otobüse binip bize arkaya doğru ilerlememiz ve insanlara yer açmamız için bağırıyorlar. Herkes kafayı yemiş bir durumda. Ve bu dört günün daha birincisi.

Her ne kadar insanların yerini makinelerin almasına karşı olsam da böyle oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi her sinir olduklarında greve giden ve koca şehri perişan eden metro çalışanlarına en ufak bir sempati duyamıyorum. İngiltere'de çoğumuz bütçe kesintileriyle karşı karşıyayız, çoğumuzun işi tehlikede. Kaçımızın greve gitme lüksü var, hem de metro gibi şehir hayatının işleyişi için büyük önem taşıyan bir yerde çalışırken? Kendileri zor durumda diye milyonlarca insanı zor durumda bırakmaya ne hakkı var bu insanların? Anlamaya çalışıyorum ama maalesef ne tarafından bakarsam bakayım hak veremiyorum.