Bu aralar zamanımın çoğunu en yakın Starbucks ve sinemada geçiriyorum. Eskiden bütün gün evden çıkmadığım, boş boş oturduğum günlerden çılgıncasına zevk alırdım, ama artık dışarı çıkma ve biraz insan yüzü görme ihtiyacı duyuyorum. Starbucks kartımın gold seviyesinde kalması ve kartın avantajlarından seneye de yararlanabilmem için belli bir sayıda yıldız biriktirmem gerekiyor. O yüzden neredeyse her gün Starbucks molası veriyorum. Soğuk da olsa dışarıda oturup kafa dinlemek, insanları izlemek bana huzur veriyor. Bir de senelerdir çok sık Starbucks'a gitmeme rağmen ilk kez geçenlerde fark ettim ki Starbucks'tan mekanda içmek üzere fincanda filtre kahve aldığınız zaman o bardağı bedavaya yeniden doldurtma hakkınız varmış. Türkiye'de de var mı ya da ne zamandan beri böyle bilmiyorum, ama menüde filtre kahvenin altında küçücük harflerle yazıyor ve insan dikkatli bakmayınca fark etmiyor. Acelesi olmayanlar için iyi bir şey.
Geçen Pazartesi BFI'da Amour'u izledim. Londra Film Festivali'nde izlemek istediğim filmlerden biriydi. Spoiler vermek istemiyorum, o yüzden sadece bana çok dokundu ve mutlaka izleyin diyeceğim. Sanırım bundan sonra ne zaman güvercin görsem aklıma Amour gelecek.
Bir sonraki gün Portekiz yapımı Tabu diye bir film izledim. Berlin Film Festivali'nde çok ses getiren, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bir film olduğu için merak ediyordum. Rahatlıkla "sanat eseri" denebilecek derecede özenle yapılmış bir filmdi, ama işin sanatsal boyutuna izlenmesi film endüstrisinde olmayan sıradan bir izleyiciye zevk vermeyecek kadar ağırlık verilmişti. Bir daha izlemek ister miyim; hayır, hayır ve hayır.
Çarşambayı sinemasız geçirmenin acısını Perşembe günü 12 saat boyunca aralıksız olarak Twilight serisinin tüm filmlerini izleyerek çıkardım. Son filmin vizyona girmesine saatler kala diğer dört filmin arka arkaya gösterilmesiyle başlayan özel gösterim gece 2.30'da bitti. Bir daha beş film birden izlemek ister miyim bilmiyorum, evde izlesem muhtemelen ikiden fazlasını yapamazdım, ama sinemada Jacob gömleğini çıkarınca falan çığlık atmaya başlayan onlarca kızla Twilight izlemek çok acayip bir deneyimdi. Çok eğlendim.
Cuma günü The Killers konseri vardı. Brandon Flowers hasta olduğu için önceki iki konser iptal edilmişti ve Londra konserinin olup olmayacağı belli değildi, ama güzel adam Brandon hasta da olsa sahneye çıktı (gerçi pek hasta gibi değildi sesi). Altı yıldır The Killers'ı sahnede izleyeceğim anı bekliyordum ve hayatımın en unutulmaz gecelerinden biriydi. Bu hastalık muhabbetine rağmen rahatlıkla söyleyebilirim ki canlı performansı stüdyo kayıtlarına bilmem kaç basan bildiğim az sayıda gruptan biri The Killers.
Video çok kaliteli değil ama Brandon'ın şarkı ortası konuşmasına ve özellikle 5:17'den sonrasına bayılıyorum:
Pazar günü Brandon Cooper ve Robert de Niro'lu Silver Linings Playbook diye bir film izledim. Kötü ve havadan sudan bir film olmamakla beraber içimde öyle bir daha izleme isteği uyanmadı.
Dün Coyote Ugly filminden hatırlayacağınız über yakışıklı aktör Adam Garcia'nın rol aldığı Kiss Me Kate müzikalinin açılışına gittim. İnanılmaz komik ve çok başarılıydı; müzikalleri seviyorum. Londra'daysanız mutlaka gidin, Mart 2013'e kadar Old Vic Tiyatrosu'nda.
Wednesday, 21 November 2012
Sunday, 11 November 2012
juneau
Dün Londra'da yanlış hatırlamıyorsam 14 yıllık bir aradan sonra ilk kez Vans Warped Tour düzenlendi. 15-18 yaş arası dönemde çılgınlar gibi sevdiğim grupların neredeyse tamamının sahne aldığı bir organizasyon olan Warped Tour'a gitmek, o zamanlar en büyük hayalimdi. Yıllar geçti, dinlediğim gruplar değişti, saatlerce ayakta dikilerek ve su gibi alkol tüketerek geçen konser ve festival ortamlarından uzaklaştım. Tam da böyle bir dönemimde normalde Amerika'da yaz aylarında açık havada gerçekleştirilen Warped'un bu sene Avrupa'ya döneceği ve Kasım'da Alexandra Palace'da yapılacağı açıklandı. Biletimi 6 ay öncesinden aldım ve o 6 ayı heyecanla bu günü bekleyerek geçirdim.
Dün içinde bulunduğum ortam hayallerimdeki Warped imajından çok farklıydı. Bir kere sevdiğim grupların çoğunun dağılmış olması ve uzun zamandır Warped sahnesini takip etmiyor olmam sebebiyle gelen grupların çoğunu tanımıyordum. İkinci olarak bana göre buz gibi soğuk bile olsa Warped kapalı bir mekanda yapılmamalıydı. Mekanın kapasitesi bariz bir şekilde hem insan sayısını, hem de bu insanların yerlerde sürünecek kadar içen ve kendini bir mosh pit'ten diğerine atan halini kaldıramamıştı. Hem bu yüzden, hem de %100 ayık olduğumdan, sürekli birilerinin eğlencesine burnumu sokuyor gibi hissettim. Kendini giysileri üzerinden tanımlayan, alkolden yürürken sağına soluna çarpıp duran, bütün gün ayakta durmuş olsa da hala dans edecek enerjiyi kendinde bulan insan modeli ben değilim. Bir de 23 yaşında olmama rağmen muhtemelen ortamın yaş ortalamasının çok üzerinde olduğum gerçeği eklenince "Ben buraya ait değilim" diye düşünmeden edemedim. Keşke zamanında Warped ruhuna daha uygun bir yaş ve kafadayken arkadaşlarımla Warped Tour'a gitme şansım olsaymış, kesinlikle hayatımın en eğlenceli günlerinden biri olurmuş.
**
O değil de, günün en komik olayı mekana ilk adım attığımdaki tuvalete gitme teşebbüsümdü. Güvenlikçilerden birine tuvaletin yerini sordum, "Şu karşıda gördüğün uzun sıra" cevabını verdi. Gösterdiği sıraya girdim. 40 dakika geçti, hala sıranın başı görünmüyor, "Bu kadar tuvalet sırası varken bu insanlar nasıl böyle içiyor" diye düşünmeye başladım. Neyse, bir 10 dakika daha geçti, sıra sola döndü, imza sırasında olduğumu fark ettim. Sıra bana geliyor, kim imza veriyor en ufak bir fikrim yok, imzalatacak bir şey de yok yanımda. Tam çıksam mı sıradan diye düşünürken kendimi imza veren bir adamın önünde buldum. Kenarda posterler duruyordu, "Benim için şunlardan birini imzalar mısınız" dedim, imzaladı, sonra beni kendine çekip sarılıp öptü, hiç beklemediğimden ve adamı tanımadığımdan neye uğradığımı şaşırdım, öyle komik bir durumdu. Eve gelince baktım ve öğrendim ki kendisi Breathe Carolina'nın vokali imiş. Ve asıl tuvaletlerde kuyruk yokmuş.
**
Warped'un yapıldığı Alexandra Palace, tam 8 ay önce D ile ikinci randevumuzun gerçekleştiği yerdi. Arabayı bahçesinde park edip şarap içmiş, sabahın erken saatlerine kadar konuşup tepeden Londra manzarasını izlemiştik. O günden beri ne çok şey değişti diye düşündüm, biraz hüzünlendim.
Değişim beni korkutuyor.
Dün içinde bulunduğum ortam hayallerimdeki Warped imajından çok farklıydı. Bir kere sevdiğim grupların çoğunun dağılmış olması ve uzun zamandır Warped sahnesini takip etmiyor olmam sebebiyle gelen grupların çoğunu tanımıyordum. İkinci olarak bana göre buz gibi soğuk bile olsa Warped kapalı bir mekanda yapılmamalıydı. Mekanın kapasitesi bariz bir şekilde hem insan sayısını, hem de bu insanların yerlerde sürünecek kadar içen ve kendini bir mosh pit'ten diğerine atan halini kaldıramamıştı. Hem bu yüzden, hem de %100 ayık olduğumdan, sürekli birilerinin eğlencesine burnumu sokuyor gibi hissettim. Kendini giysileri üzerinden tanımlayan, alkolden yürürken sağına soluna çarpıp duran, bütün gün ayakta durmuş olsa da hala dans edecek enerjiyi kendinde bulan insan modeli ben değilim. Bir de 23 yaşında olmama rağmen muhtemelen ortamın yaş ortalamasının çok üzerinde olduğum gerçeği eklenince "Ben buraya ait değilim" diye düşünmeden edemedim. Keşke zamanında Warped ruhuna daha uygun bir yaş ve kafadayken arkadaşlarımla Warped Tour'a gitme şansım olsaymış, kesinlikle hayatımın en eğlenceli günlerinden biri olurmuş.
**
O değil de, günün en komik olayı mekana ilk adım attığımdaki tuvalete gitme teşebbüsümdü. Güvenlikçilerden birine tuvaletin yerini sordum, "Şu karşıda gördüğün uzun sıra" cevabını verdi. Gösterdiği sıraya girdim. 40 dakika geçti, hala sıranın başı görünmüyor, "Bu kadar tuvalet sırası varken bu insanlar nasıl böyle içiyor" diye düşünmeye başladım. Neyse, bir 10 dakika daha geçti, sıra sola döndü, imza sırasında olduğumu fark ettim. Sıra bana geliyor, kim imza veriyor en ufak bir fikrim yok, imzalatacak bir şey de yok yanımda. Tam çıksam mı sıradan diye düşünürken kendimi imza veren bir adamın önünde buldum. Kenarda posterler duruyordu, "Benim için şunlardan birini imzalar mısınız" dedim, imzaladı, sonra beni kendine çekip sarılıp öptü, hiç beklemediğimden ve adamı tanımadığımdan neye uğradığımı şaşırdım, öyle komik bir durumdu. Eve gelince baktım ve öğrendim ki kendisi Breathe Carolina'nın vokali imiş. Ve asıl tuvaletlerde kuyruk yokmuş.
**
Warped'un yapıldığı Alexandra Palace, tam 8 ay önce D ile ikinci randevumuzun gerçekleştiği yerdi. Arabayı bahçesinde park edip şarap içmiş, sabahın erken saatlerine kadar konuşup tepeden Londra manzarasını izlemiştik. O günden beri ne çok şey değişti diye düşündüm, biraz hüzünlendim.
Değişim beni korkutuyor.
Tuesday, 6 November 2012
argo + persepolis
Geçenlerde sinemaya gittiğimde hayatımda izlediğim en yaratıcı reklamla karşılaştım. Kim nasıl böyle bir şey akıl etmiş, şaşırtıcı.
**
Pazar günü izlediğim Argo'yu o kadar beğendim ki, netten bulup dün bir daha izledim. Daha bir önceki gün izlediğim halde hiç sıkmadan kendini bir daha izlettiren, mutlaka izlemenizi tavsiye ettiğim bir film. Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri diyebilirim.
Argo sonrası BFI'da Persepolis gösterimi vardı. Böylece tamamen tesadüfi bir şekilde aynı gün 1979 İran Devrimi'nin farklı yönlerini anlatan iki film izlemiş oldum. Türkiye'nin giderek yaşanamaz hale geldiği, her şeye yasak ve kısıtlamalar getirildiği şu dönemde yurtdışında yaşamak zorunda hisseden ve ailesinin hayatını ancak uzaktan izleyebilmenin ne demek olduğunu bilen biri olarak film bana çok dokundu. Ana karakteri kendime o kadar yakın buldum ve filmin sonunun benim de başıma geleceğinden o kadar korktum ki, sinema çıkışı eve gitmeden oturup biraz kendime gelme ihtiyacı hissettim.
Bir daha izlemem gereken bir film Persepolis.
**
Pazar günü izlediğim Argo'yu o kadar beğendim ki, netten bulup dün bir daha izledim. Daha bir önceki gün izlediğim halde hiç sıkmadan kendini bir daha izlettiren, mutlaka izlemenizi tavsiye ettiğim bir film. Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri diyebilirim.
Argo sonrası BFI'da Persepolis gösterimi vardı. Böylece tamamen tesadüfi bir şekilde aynı gün 1979 İran Devrimi'nin farklı yönlerini anlatan iki film izlemiş oldum. Türkiye'nin giderek yaşanamaz hale geldiği, her şeye yasak ve kısıtlamalar getirildiği şu dönemde yurtdışında yaşamak zorunda hisseden ve ailesinin hayatını ancak uzaktan izleyebilmenin ne demek olduğunu bilen biri olarak film bana çok dokundu. Ana karakteri kendime o kadar yakın buldum ve filmin sonunun benim de başıma geleceğinden o kadar korktum ki, sinema çıkışı eve gitmeden oturup biraz kendime gelme ihtiyacı hissettim.
Bir daha izlemem gereken bir film Persepolis.
Saturday, 3 November 2012
the radical notion that women are human beings
Bu post'u aslında Cumartesi günü yazdım, ama yazdığım sırada o kadar sinirliydim ki, yayınlamadan önce birkaç gün beklemeye karar verdim. Hala çok sinirleniyorum, yine de aklımdan geçenleri biraz frenleyerek yayınlıyorum.
**
Geçen gün Ekşi Duyuru'da birinin sinir olduğu kişiler için "orospu evladı" ifadesini kullandığına denk geldim. Ekşi Sözlük'te sözlüğün başına dert olabilecek kişilere hakaret dışında küfür/argo kullanımı yasak değil, ama Ekşi Duyuru'da küfür/argo gerekçesiyle yazılan şeyler moderatöre rapor edilebiliyor. Bu gördüğüm şeyi rapor ettim. Bunun üzerine moderatörle aramda geçen diyalog aynen şu şekilde:
Şu son mesajı okuduğum anda sinirlerim ne kadar tepeme fırladı, anlatmam mümkün değil. Bu lafı biri herhalde yüzüme etse, suratına iki tane yapıştırıverirdim. Dünyada rahat rahat yaşayabilmeyi kendine doğuştan edinilmiş bir hak gören, sırf kadın doğdu diye ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ne demek olduğunu bilmeyen, default olarak her şeye bir adım önde başlayan erkek modelinin "bitch de öyle ama bik bik olursa sorun değil" şeklinde ahkam kesmesi gerçekten midemi bulandırıyor. Beyaz birinin dünyada ırkçılık olmadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Sana sorun değil tabii "bitch" denmesi. Bitch lafının hedef kitlesi sen değilsin ne de olsa. Ben de sana sinirlendim diye "orospu çocuğuna bak" desem aslında küfür ettiğim insanın sen değil, suçsuz güçsüz annen olacağını dahi anlamaktan acizsin. O kadar ki, biri sana bunu açıklamaya çalıştığında bile kavrayamıyorsun.
Karşımdaki insanın laftan anlar bir hali olduğunu düşünmediğimden ve karşıma çıkan her kadın düşmanına laf anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyeceğinden bu son mesaja cevap vermedim. Daha medeni, daha "insan" olmakla ilgilenmeyenlerin kişisel gelişimine katkıda bulunmak benim sorumluluğum değil. Ve maalesef ki büyük ihtimalle bu kişi benim cevap vermeyişimi kendi haklılığının kanıtı olarak görüyor.
Post'umun konusu sadece bu adam değil. Taktığı at gözlüğünden öteyi göremeyen, "Acaba bu insanın dediği şeyde haklılık payı var mı" diye düşüneceğine böyle zavallı bahanelerle kendini savunan erkeklerden de, böyle şeylere karşı çıkmanın değil, onları kabullenmenin "normal" olduğu ataerkil toplumdan da kelimelere dökemeyeceğim kadar nefret ediyorum. Bu zihniyetteki adamların annesi, kız kardeşi, kız arkadaşı yok mu? Bu yaşa gelmiş koca insanlar gerçekten bitch ya da orospu çocuğu ifadelerinin neden kadın düşmanlığı örneği olduğunu kavrayamayacak kadar empatiden ve zekadan yoksun mu? Bu insanlar "Ya şans eseri kadın olarak doğsaydım, ya günün birinde kızım olursa" diye düşünmekten bile mi aciz? Peki ya her cümlenin sonuna "a.k." koyan kadınlar neyin kafasını yaşıyor? İnsan bu kadar ilkel olmaktan utanır. Hadi utanmamalarını geçtim, acınacak halleriyle gurur duyan insanları gerçekten ayrı bir garipsiyorum.
Küçük bir su birikintisindeki en büyük balıklardan biri olduğu için kendini dünyanın kralı sanmak sanırım moderatör olmanın yan etkilerinden biri.
**
Geçen gün Ekşi Duyuru'da birinin sinir olduğu kişiler için "orospu evladı" ifadesini kullandığına denk geldim. Ekşi Sözlük'te sözlüğün başına dert olabilecek kişilere hakaret dışında küfür/argo kullanımı yasak değil, ama Ekşi Duyuru'da küfür/argo gerekçesiyle yazılan şeyler moderatöre rapor edilebiliyor. Bu gördüğüm şeyi rapor ettim. Bunun üzerine moderatörle aramda geçen diyalog aynen şu şekilde:
Şu son mesajı okuduğum anda sinirlerim ne kadar tepeme fırladı, anlatmam mümkün değil. Bu lafı biri herhalde yüzüme etse, suratına iki tane yapıştırıverirdim. Dünyada rahat rahat yaşayabilmeyi kendine doğuştan edinilmiş bir hak gören, sırf kadın doğdu diye ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ne demek olduğunu bilmeyen, default olarak her şeye bir adım önde başlayan erkek modelinin "bitch de öyle ama bik bik olursa sorun değil" şeklinde ahkam kesmesi gerçekten midemi bulandırıyor. Beyaz birinin dünyada ırkçılık olmadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Sana sorun değil tabii "bitch" denmesi. Bitch lafının hedef kitlesi sen değilsin ne de olsa. Ben de sana sinirlendim diye "orospu çocuğuna bak" desem aslında küfür ettiğim insanın sen değil, suçsuz güçsüz annen olacağını dahi anlamaktan acizsin. O kadar ki, biri sana bunu açıklamaya çalıştığında bile kavrayamıyorsun.
Karşımdaki insanın laftan anlar bir hali olduğunu düşünmediğimden ve karşıma çıkan her kadın düşmanına laf anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyeceğinden bu son mesaja cevap vermedim. Daha medeni, daha "insan" olmakla ilgilenmeyenlerin kişisel gelişimine katkıda bulunmak benim sorumluluğum değil. Ve maalesef ki büyük ihtimalle bu kişi benim cevap vermeyişimi kendi haklılığının kanıtı olarak görüyor.
Post'umun konusu sadece bu adam değil. Taktığı at gözlüğünden öteyi göremeyen, "Acaba bu insanın dediği şeyde haklılık payı var mı" diye düşüneceğine böyle zavallı bahanelerle kendini savunan erkeklerden de, böyle şeylere karşı çıkmanın değil, onları kabullenmenin "normal" olduğu ataerkil toplumdan da kelimelere dökemeyeceğim kadar nefret ediyorum. Bu zihniyetteki adamların annesi, kız kardeşi, kız arkadaşı yok mu? Bu yaşa gelmiş koca insanlar gerçekten bitch ya da orospu çocuğu ifadelerinin neden kadın düşmanlığı örneği olduğunu kavrayamayacak kadar empatiden ve zekadan yoksun mu? Bu insanlar "Ya şans eseri kadın olarak doğsaydım, ya günün birinde kızım olursa" diye düşünmekten bile mi aciz? Peki ya her cümlenin sonuna "a.k." koyan kadınlar neyin kafasını yaşıyor? İnsan bu kadar ilkel olmaktan utanır. Hadi utanmamalarını geçtim, acınacak halleriyle gurur duyan insanları gerçekten ayrı bir garipsiyorum.
Küçük bir su birikintisindeki en büyük balıklardan biri olduğu için kendini dünyanın kralı sanmak sanırım moderatör olmanın yan etkilerinden biri.
Thursday, 1 November 2012
golden brown
Birazdan BFI'da Crash (David Cronenberg olan) gösterimine gideceğim. Bu kez çevremde oturup sürekli iç çeken biri olursa gerçekten çıldırabilirim.
**
Garnier UK Facebook sayfası bana çalışıyor sanki. Ne zaman yaptıkları çekilişlerin birine katılsam kazanıyorum. Şu ana kadar kendilerinden bir yüz yıkama jeli, bir makyaj temizleyici ve bir de tonik kazandım.
Son olarak da bugün elime Garnier'nin yeni çıkan saç boyası geçti. Piyasaya çıkmadan önce rastgele seçtikleri birkaç insanın denemesi için gönderilen bir ürün. Bu aralar saçımın renginden çok memnunum ve çok uzun zamandır ilk kez saçımı boyamıyorum. O yüzden sırf göndermişler diye saçımı boyamak istiyor muyum, emin değilim. Ayrıca saç boyası gibi alerjik reaksiyon yaptığında insanı öldürebilen bir şeyi test etmek biraz korkutucu. Gerçi paket benim elime geçene kadar boya piyasaya çıkmış bile ve insanlar hakkında iyi şeyler yazmış. Karar veremedim.
**
Garnier UK Facebook sayfası bana çalışıyor sanki. Ne zaman yaptıkları çekilişlerin birine katılsam kazanıyorum. Şu ana kadar kendilerinden bir yüz yıkama jeli, bir makyaj temizleyici ve bir de tonik kazandım.
Son olarak da bugün elime Garnier'nin yeni çıkan saç boyası geçti. Piyasaya çıkmadan önce rastgele seçtikleri birkaç insanın denemesi için gönderilen bir ürün. Bu aralar saçımın renginden çok memnunum ve çok uzun zamandır ilk kez saçımı boyamıyorum. O yüzden sırf göndermişler diye saçımı boyamak istiyor muyum, emin değilim. Ayrıca saç boyası gibi alerjik reaksiyon yaptığında insanı öldürebilen bir şeyi test etmek biraz korkutucu. Gerçi paket benim elime geçene kadar boya piyasaya çıkmış bile ve insanlar hakkında iyi şeyler yazmış. Karar veremedim.
**
Sıkıntıdan kendimi yine alışverişe verdim. Bugün e.l.f.'ten bir sürü makyaj fırçası sipariş verdim.
Bu giderek artan tüketim deliliğinden kurtulayım istiyorum.
Yeni birileriyle tanışmak ve daha faydalı şeylerle meşgul olmak istiyorum.
Artık biri bana iş versin istiyorum.
Tuesday, 30 October 2012
a space odyssey
BFI'da her ay Screen Epiphanies adı altında BFI üyelerine özel, ünlü insanların gelip kendilerine en çok ilham veren filmi sundukları bir gösterim yapılıyor. Bu ayın filmi '2001: A Space Odyssey', filmi sunan ise 'Blues Brothers' ve 'Kurtadam Londra'da'nın yönetmeni John Landis idi. John Landis konudan konuya atlayarak ve Stanley Kubrick ile tanışma hikayesini anlatarak tüm salonu gülmekten yerlere yatırdıktan sonra film başladı. Kült bir film olmasına rağmen 2001: A Space Odyssey'i ilk izleyişimdi. İki saat 20 dakika süren, sadece 40 dakikasında diyalog olan, çok yavaş ilerleyen ve gerek kelimelerle değil görüntü ve müzikle kendini ifade ettiğinden, gerek senaryo çok yoruma açık olduğundan zor izlenen bir filmdi. Ama neden gelmiş geçmiş en iyi filmlerden biri kabul edildiğini, nasıl George Lucas ve Steven Spielberg gibi pek çok insana ilham kaynağı olduğunu anlamak hiç de zor değil. 1968 yılında bu kadar öngörü sahibi bir senaryo yazılabilmiş ve o zamanki teknolojiyle böyle bir görsellik yaratılabilmiş olmasına gerçekten hayret ediyor insan. Ve gerçekten de 1969 yılında aya sözde ayak basılması görüntüleri bu filmin çekildiği sırada Kubrick'in elinden mi çıkmış diye düşündürüyor. Zaman öldürmek ve kafa dağıtmak için izlenecek light bir film değil, ama kesinlikle insanın hayatı boyunca en az bir kez izlemesi gereken filmlerden.
Alakaya çay demlemek olacak biraz ama, sinemada arkamda oturan adam iki dakikada bir iç çekip duruyordu. Neredeyse üç saat boyunca düşünün ben konsantre olmaya, filmi çözmeye çalışıyorum, arkamda sürekli inanılmaz yüksek sesli bir şekilde iç çeken biri. İnsanlar bunu neden yapıyorlar bilmiyorum, ama çok sinirime dokunuyor gerçekten. Sıkıldığını belirtmek için mi, "Ben buradayım" deme ihtiyacı duyan egolarından mı, nedir bilmiyorum. Ama derin nefes almak için öyle abartı bir iç çekme sesi çıkarmak gerekmediğini biliyorum. Yani insan 40 yılda bir kafasına bir şey takıldığında iç çeker de, dikkat ederseniz göreceksiniz, bazı insanlar bunu alışkanlık haline getirmiş.
Açıklayamadığım bir şekilde bu sesli iç çekip durma muhabbetine çok uyuz oluyorum. Herkesi kendi sigara dumanına maruz kalmak zorunda sananlar bir, bunlar iki.
magic kingdom
Cuma sabahı 5'te kalkıp kendimi Eurostar trenlerinin kalktığı yere sürüklemeyi başararak Paris'e gittim. Çok uykusuz olduğum ve turistik yerleri önceki gidişlerimde gezdiğim için günü çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Le Marais'de yiyip içerek ve laflayarak geçirdik. Orada yaşayan arkadaşım bana Parisliler'in ne kadar insan canlısı olduğundan, barlarda falan birilerinin gelip muhabbete girmesinin oldukça normal bir şey olduğundan bahsetti. Ve tam bu konuşmanın üzerine tek başıma Le Marais'de sadece kadınların takıldığı bir gay bar'a gittiğimde oturup bilmem kaç içki içmeme rağmen bir tek insanın bana gülümsediğine bile denk gelmedim. Son 5-6 yıldır ne zaman Paris'e gitsem en az bir kez tek başıma Le Marais'de bir barda oturuyor oluyorum ve şu ana kadar hiç böyle bir cana yakınlığa rastlamadım. Tam tersi, insanlar yabancı olduğumu fark ettikleri anda inanılmaz suratsız ve ters davranmaya başlıyorlar. Sanırım büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ortamların dışarıya kapalı yapısı ve Fransızlar'ın genel milliyetçi tavrının birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu. Ağzımı açıp İngilizce konuşmaya başladığım an insanların tepkisi fark edilir bir şekilde değişiyor. Ve 21. yüzyılda bir Avrupa başkentinden beklenmeyecek şekilde çok az insan İngilizce konuşuyor. Gerçekten akıl alır gibi değil. İngilizce'nin dünyanın en geçerli dili olduğu bir dönemde insan nasıl İngilizce öğrenme gereği duymaz? Çocuk inadı gibi geliyor bana. Şehir olarak Paris'e bayılıyorum, ama ne zaman gitsem insanları beni o güzelim şehirden çok soğutuyor.
Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.
Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.
Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.
Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.
Thursday, 25 October 2012
paris in flames
Yarın sabah olabilecek en geeky şeylerden birini yaparak Xena convention için Paris'e gidiyorum. Pazar günü kar kış dinlemeden benimle Disneyland'e gidecek insan arıyorum. Paris'teyseniz bana ulaşın. Yoksa Pazartesi görüşmek üzere.
Wednesday, 24 October 2012
farhi
Bugün Londra'daki Nicole Farhi binasında görülmemiş boyutta bir sample sale vardı. Pek bir şey beklemeden, nasıl olsa o taraflardayım diye gidip bir sürü şeyle çıktım. Eğer bu hafta Londra'daysanız mutlaka uğrayın; eski sezonlardan kalma sample t-shirtler £10, elbise ve trikolar £35, montlar £75 idi. Ve şu ana kadar hiçbir sample sale'de görmediğim kadar model ve beden çeşitliliği vardı.
Böyle sırf iki sezon öncesine ait diye %90'a varan indirimlerle satılan şeyleri görünce zamanında onlara sezon fiyatı ödeyenlere içim acıyor.
Farhi by Nicole Farhi t-shirt £70 £10
Nicole Farhi kazak £150 £35
Nicole Farhi triko elbise £260 £35
Nicole Farhi elbise £339 £35
Saturday, 20 October 2012
you're giving me such sweet nothing
Kafayı alışverişle bozduğumdan bahsetmiştim. Normalde planlamadan, aklına esince alışveriş yapan biri değilim. Ama bu aralar karşıma çıkan ve ilginç gelen her şeyi almaya başladım. Geçen gün markete giderken önünden geçtiğim sokak satıcılarından birinde bu Pee & Poo denen oyuncaklara rastladım. Gören arkadaşım "Deli misin, bok şeklinde oyuncak alıp baş ucuna niye koydun ki" tepkisi verdi, ama Pee ve Poo şu anda yatağımdaki iki oyuncak ayıya eşlik ediyor.
Bir diğer 'impulse buy' denebilecek alışverişim ise bu Jean Paul Gaultier diyet kola şişesi oldu. Tam şişeyi almış kasaya gidiyordum ki, karşıma bir adet makyaj fırçası seti çıktı. Gözüme ucuz göründü, onu da almış bulundum. Ödeyip dışarı çıkar çıkmaz "Tanrım, ben niye Boots marka bir fırça seti aldım ki" diye düşünmeye başladım, Pazartesi geri vermeyi deneyecek ve doğru düzgün bir markanın setini alacağım.
Son olarak bu hafta ASOS indirimi coşmuş durumdaydı. 13 pound'a Lacoste ayakkabı falan satılıyordu, o derece. Birer çift Lacoste ve House of Holland x Superga ayakkabı, bir de elbise aldım. Ve normalde 150 pound edecekken bu kadar şeyin hepsi 46 pound'a geldi. ASOS'u seviyorum.
Bu aralar çok nadir alkol alıyorum. Sarhoş olmayalı bir ayı geçti. Bu akşam uzun zamandır ilk kez kendime içme izni veriyorum. Kafamda çalan şarkı:
Bir diğer 'impulse buy' denebilecek alışverişim ise bu Jean Paul Gaultier diyet kola şişesi oldu. Tam şişeyi almış kasaya gidiyordum ki, karşıma bir adet makyaj fırçası seti çıktı. Gözüme ucuz göründü, onu da almış bulundum. Ödeyip dışarı çıkar çıkmaz "Tanrım, ben niye Boots marka bir fırça seti aldım ki" diye düşünmeye başladım, Pazartesi geri vermeyi deneyecek ve doğru düzgün bir markanın setini alacağım.
Son olarak bu hafta ASOS indirimi coşmuş durumdaydı. 13 pound'a Lacoste ayakkabı falan satılıyordu, o derece. Birer çift Lacoste ve House of Holland x Superga ayakkabı, bir de elbise aldım. Ve normalde 150 pound edecekken bu kadar şeyin hepsi 46 pound'a geldi. ASOS'u seviyorum.
**
Subscribe to:
Posts (Atom)