Thursday, 19 January 2012

i can't stop growing old

Bugün Zenne'yi izlemekte çok kararlıydım. Sabah uyandığım gibi bilet ayırtmak için sinemayı aradım, ama öğrendim ki akşam seansında yer yokmuş. Birileri tüm salonu birden kiralamış. Evet, inanılır gibi değil gerçekten. Bu bendeki de nasıl bir şans bilemiyorum. Başka bir güne kaldı böylece Zenne.

**

Sabaha karşı son derece garip bir rüya gördüm. Eski erkek arkadaşlarımdan biriyle hala sevgiliydik rüyamda (4 yıldır erkeklerle arkadaşlık dışında en ufak bir alakam olmadı, o yüzden ne alaka böyle bir rüya gördüm bilmiyorum). Sonra Türkiye'de düzenlenen dandik bir festivalin kadrosuna nasıl olduysa son anda PJ Harvey'nin dahil olduğunu öğrendim. Konserden önce festival alanında yemek yiyordum ki, birden Brian Molko geldi. Son derece makyajlı ve güzel görünüyordu. Aynı masada oturuyorduk ve çok iyi anlaştık. O gece Placebo'nun da sahne alacağını, bu yüzden gitmesi gerektiğini söyledi. Birlikte masadan kalktık, dışarı çıktık. Giderken ona sarıldım, sonra nasıl olduysa birden öpüşmeye başladık. Beklediğim kadar iyi öpüşmüyordu, hayal kırıklığına uğradım biraz.

Sonra o vakit buldukça falan işi gücü bırakıp Türkiye'ye beni görmeye gelmeye başladı. O sırada eski erkek arkadaş hala vardı, Brian'la birlikte olduğumu da biliyordu. İkisi de bu durumdan pek hoşnut olmasalar da kabul etmişlerdi. Ama ben Brian'dan çok etkilenmiş olsam da, onun bana hissettiği kadar çok şey hissetmiyordum onun için. Ve erkek olması asla benim için yeterli olmaması demekti. Tam kendi kendime "Brian Molko bile olsa, benim bir erkekle ne işim var, kafayı mı yedim" demeye başladığım sırada uzun boylu, upuzun koyu renk saçları olan bir kadınla tanıştım. Brian'ı ve eski erkek arkadaşımı onunla aldatmaya başladım. Tam "Kadınlar gibisi yok" sonucuna ulaşmıştım ki, uyandım.

Uzun zamandır böyle bizarre bir rüya görmemiştim.

**

Bugün eve gelirken 18 yaşlarında falan görünen bir kızla birlikte asansör bekliyordum. Asansör geldi ve kız bana "Buyrun, siz geçin" dedi. Benden ancak 3-4 yaş küçük olan birinin bana sizli bizli hitap etmesi "Yaşlanıyor muyum? Yaşlı mı görünüyorum" sorularını uyandırdı içimde.

Ne zaman 18 yaşındaki insanların "Abla" gözüyle baktığı bir yaşa geldim?

Wednesday, 18 January 2012

are we human or are we dancer?

Sözlükte biri Zenne için "İlk kez 'gelse de gitsek' dedirten Türk filmi" yorumunu yapmış. Ben de üç aydır büyük bir heyecanla "Gelse de gitsek" diye düşünüyorum. Filmin iyi ya da kötü olması umrumda bile değil, bu ülkede beyaz perdede eşcinsel karakterleri göreceğim için heyecanlıyım sadece. Yarın artık sonunda annemi de alıp filmi izlemeyi planlıyorum.

Ne zaman bir filmi izleyip çok etkilensem, sözlükte hakkında yazılanları okurum. Bu kez filmi izlemeden etkilendiğimden, yorumları da izlemeden okuyayım dedim. Yine elinizi sallasanız elli tane homofobik insana çarpıyorsunuz. Yok efendim eşcinsellik hastalıkmış, sapıklıkmış, bu filmin de tek amacı eşcinselliği "normal" göstermekmiş. İnsanlar filmi izlerken seks sahnelerinde "Iyy, iğrenç" yapıyorlarmış, kalkıp çıkıyorlarmış. Klasik, yaratıcılıktan uzak ve artık kabak tadı vermiş bildiğimiz homofobik zırvalar kısacası.

İnsanların içindeki bu nefreti anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. "Hadi gidip 15 dakikamı filmin başlığının altına homofobik bir entry girerek harcayayım" diye düşünmek nasıl bir ezikliktir? İşi gücü bırakıp bununla uğraşan insan ne kadar boş bir insandır? Başkasına en ufak bir zararı dokunmayan, seninle en ufak bir alakası dahi olmayan bir insan grubuna karşı ruhunu nefretle doldurmanın amacı nedir? Aklı başında hangi insan tanımadığı, bilmediği bir insan grubundan nefret etmeye enerjisini harcar? İnsanların sizi kâle almasına bu kadar mı muhtaçsınız, sesiniz ancak nefretle yırtınınca mı duyuluyor? Asıl hastalık, asıl "sapıklık" homofobidir diye kaç kez daha söyleyeceğim bu blogda?

Homofobinin bir ucu nasıl cehalete dayanıyorsa, diğer ucu da gizli kalmış eşcinselliğe değiyor bence. Böyle her fırsatta homofobisini dile getirmeden duramayan tipler aslında içten içte eşcinsel eğilimleri olduğunu biliyorlar ve bu eğilimi açıkça, korkmadan yaşayabilenlere katlanamıyorlar. Gerçekten bu kadar şiddetli ve gözü kör bir homofobinin arkasında Glee dizisindeki Dave Karofsky vakasının* yattığına kalıbımı basabilirim, o kadar eminim.

*Glee izlemeyenler için dizide okulun açıkça eşcinsel olan tek öğrencisi Kurt'e kabadayılık edip duran Karofsky adında homofobik biri vardı. Sonradan kendisinin eşcinselliğini gizlediği ve aslında Kurt'ten hoşlandığı ortaya çıkmıştı.

Bu filmi izlemeye gittiğimde salonda saçma sapan davranan biri karşıma çıkarsa arada falan yerimden kalkarken yanlışlıkla en topuklu ayakkabımla tüm gücümle ayağını ezebilirim. Ya da kendimi tutamayabilirim, çıkışta o kuş beyinli kafaları omzuma çarpabilir. Belki böylece 21. yüzyıla ışınlanmayı becerebilir zihinleri.

Akşam akşam sinirlendim yine.

Ayrıca iki erkeğin birbirlerine aşık olmasını katlanılamaz bulan insanlar niye 15TL falan ödeyip bu filmi izlemek için sinemaya gider, bunu da anlayabilmiş değilim.

Tuesday, 17 January 2012

can you pay my bills

Sonunda vize başvurumu tamamladım bugün. Üzerimden bir yük daha kalkmış oldu.

Glee'deki Blaine ne kadar kusursuz, ne kadar çekici biri öyle. Gay bir erkek olsam kesinlikle sabahtan akşama oturup bu çocuğa tapınırdım. Kendime Blaine'in kız versiyonunu istiyorum, mümkünse. Zengin, koyu renk saçlı, özel okullu, süper giyinen, Sevgililer Günü diye hoşlandığı insana gayet public bir şekilde serenat yapan, kendine güvenen ve okul da dahil olmak üzere hiçbir yerde cinsel yönelimini açıklamaktan korkmayan biri. Peki, serenat yapmasa da olur, ama bir o kadar düşünceli ve cesur jestler bekliyorum.

O kravat düzeltmeni yerim ya.

Friday, 13 January 2012

mental umbrella

Bugünlerde stres ve anksiyeteden kendimden geçmiş haldeyim. Çok, çok nadiren, birkaç yılda bir falan, anksiyete atağı benzeri bir şeyler yaşıyorum. Heyecandan midem bulanıyor, kalbim beynimde atıyor, başım dönüyor, bayılacak gibi hissediyorum, nefesim sıkışıyor, deli gibi panik yapıyorum. Beynim tamamen boşalıyor, duyduğumu/gördüğümü anlamıyorum, sanki hayat gerçek değilmiş gibi tuhaf bir his kaplıyor içimi. Çok, çok kötü bir şeyler olacakmış gibi geliyor. Hayatta en nefret ettiğim, en korktuğum ruh halim bu. Çünkü depresyonun bile üstesinden zamanla gelebilirken, bu ruh halini kesinlikle üzerimden atamıyorum. Uyumadan bir türlü geçmiyor.

Kafada milyon tane düşünce tepinirken uyumak da zor tabii. Dün uyku öncesi bunu düşünürken aklıma aktör Stephen Fry'ın kendisine "Depresyondayım, bana tavsiye edebileceğiniz bir şey var mı" diye bir mektup yazan hayranına verdiği cevap mektubu geldi. Mektupta Fry hayranına negatif ruh hallerini kapalı havaya benzettiğini, onları değiştiremeyeceğimizi, ama sabırla beklersek bir gün mutlaka güneşin çıkacağını söylüyor. Bunu ne zaman okusam aklıma fena halde depresyonda olduğum dönemde bana "Sen aslında mutlu olmak istemiyorsun, gerçekten isteseydin ve iyi olmayı deneseydin iyi olurdun" diyen o zamanki "yakın arkadaşlarım" geliyor. Ne kadar denesem de onlara depresyonun tamamen beyne bağlı, biyolojik bir durum olduğunu; dünyanın en azimli insanı bile olsam ve mutlu olmaya sabahtan akşama niyet etsem bile antidepresan olmadan depresyonu yenmemin mümkün olmadığını anlatamamıştım. İnsanlar gerçekten yaşamadan depresyonun ciddiyetini kavrayamıyorlar.

stop me

Bugün İngiltere PSW vizesine başvurdum, haftaya konsolosluğa gidip belgelerimi teslim edeceğim. PSW başvurusu için banka hesabımdaki paranın son 90 günde 2800 pound'un altına düşmediğini göstermem gerekiyor. Bunun için de ya bankadan "Şu hesabın bakiyesi son 90 günde 2800 pound'un altına düşmemiştir" yazısı ya da İngilizce hesap dökümü gerekiyor.

Bugün HSBC'ye gittim o mektubu almak için. Şubede tek kişi çalışıyordu, o da suratsızlıktan ölmek üzere gibi görünen, 20 dakikalık işimiz boyunca bir kere gülümsediğini görmediğim ve söylediğim her şeye "Öff" ifadesiyle, sinirli sinirli cevap veren bir kişiydi. "Böyle böyle mektup lazım" diyorum, "Onu veremeyiz" diyor ters ters.

"Neden veremiyorsunuz?"
"Bankamız ancak standart mektuplar verebiliyor"
"Ama standart mektubunuzda o paranın hesabımda 90 gündür durduğu yazmıyor, vize başvurum sizin yüzünüzden reddedilirse ne olacak?"
"Şu ana kadar hiç başımıza böyle bir şey gelmedi, İngiltere vizesi için hep bu mektubu veriyoruz"
"Siz o mektubu turist vizesi için veriyorsunuz, benimki farklı bir vize ve 90 gün demesine ihtiyacım var"
"Hayır, mümkün değil"
"O zaman İngilizce hesap dökümü ya da banka cüzdanı verin"
"Hayır, İngilizce veremiyoruz"

Aynen şu muhabbete yarım saatimi harcadım. Sonunda ancak "Hesapta şu kadar para var" diye bir mektup verdiler, onun için de 60TL aldılar. Bir de Türkçe hesap cüzdanı. İnternet sitelerinden İngilizce hesap dökümü alıp onu bankada mühürletebilirim, ama onda da ismim yazmıyor, sadece hesap numaram yazıyor. Onu versem, yanına da bankanın verdiği Türkçe döküm ve mektubu eklesem, "İngilizcesi burada, ama onda isim yazmadığı için hem ismimin hem de hesap numaramın yazdığı banka mektubu ve Türkçe dökümü de ekliyorum" diye not düşsem, sorun çıkar mı acaba? Vize başvuru ücreti 1420TL, sorun çıksın istemiyorum.

Eğer vizem bu yüzden reddedilirse bizzat gidip o kişiye laf hazırlayacağım.

Son birkaç gündür şu vize belgeleriydi, bilmem neydi derken stresten kafayı yedim gerçekten. Sakız çiğneme sıklığında ağrı kesici kullanmama rağmen gündüz işi gücü bırakıp yatakta kıvranmama neden olacak şiddette baş ağrıları içindeyim vize için belge toplamaya başladığımdan beri. Sürekli aklımda bu var, başka şey yapamıyorum, düşünemiyorum; film izlemeye ya da bir şey okumaya kalktığımda 2 dakika geçmeden beynim bana bir şeylerin ters gittiği binlerce farklı senaryo gösteriyor. Bitse de kurtulsam.

Tuesday, 10 January 2012

the computer erased your heart

Son birkaç post'umdan da anlayabileceğiniz gibi okula vize için gereken belgeler konusunda attığım emailler'e cevap alamıyordum bir haftadır. Bu yüzden günlerdir sinir stres içindeydim, Blackberry'min kırmızı ışığı ne zaman yansa midem ağzıma geliyordu. Bugün "Yeter artık" diyerek öğrenci işlerinin müdürünün kişisel email adresine mail atmaya karar verdim. Kadın mail'imi hemen okumuş ve gereken kişiye yönlendirmiş. 10 dakika içinde günlerdir ulaşamadığım ofisin müdürü bana ulaştı ve işimi halletti. Mail attığım kadın bana cevap vermeyen tipleri fırçalamış da sanırım, mail attığım her iki adresten de özür maili geldi çünkü bugün. Eğer her şey yolunda giderse belge bu hafta elime ulaşmış olacak ve pazartesi vizeye başvurabileceğim. Yine her şey yolunda giderse ver elini Londra, ev arama telaşı ve Justice + Marina and the Diamonds konseri. Bana şans dileyin, ya da inançlı biriyseniz dua falan edin lütfen (bir an "I can't believe I said that" oldum yazdığımı okuyunca).

Bugünlerde Placebo bas insanı Stefan'ın side project'i olan Hotel Persona'nın Brian Molkolu şarkısı Modern Kids'e takmış durumdayım. Evden çıkmaz hale geldiğim ve "gece hayatı" denen şeyin gerçekleştiği yerlerde eğlenmek yerine çevremdekilere dışarıdan garipser bir gözle baktığım şu dönemde ruh halime fena halde uygun bir şarkı.

Modern kids, future freaks...

Zamanla insanın eğlence anlayışı değişiyor, buna kesinlikle inandım artık. Son birkaç yıldır üstümde olan gece-saat-1-oldu-mu-eve-dönüp-uyuma isteğine geçici bir şey gözüyle bakıyordum. Geçmedi. Artık gerçekten de çevremde olup biteni algılayamayacak kadar sarhoş olmadığım sürece bütün gece dışarıda olmaya katlanamıyorum. Eğlenebilmek için deli gibi alkol almak, o kafayla eğlendiğimi sanmak ama sabah yaşadıklarımın yarısını hatırlamadan, zombi gibi uyanmak çok anlamsız geliyor. Açıkçası son zamanlarda karaciğerimin durumundan da şüphe etmeye başladım.

Babamın bile çılgın gece hayatı varken benim o enerjiyi kendimde bulamayışım kalıcı bir şey mi? Zamanla yine "modern kid" ortamlarından keyif alacak mıyım? Bilmiyorum. Siz de böyle dönemlerden geçiyor musunuz, yoksa bu "büyümenin" getirdiği bir şey mi, büyümek her neyse artık?

Monday, 9 January 2012

you'll remember me for the rest of your life

Okulun arşiv bölümüne ulaşmaya çalışıyorum bir haftadır. 'Urgent' diye etiketlediğim 2 tane mail attım, cevap gelmeyince öğrenci işlerine mail attım "Cevap gelmiyor" diye, onlar da cevap vermedi. Çıldırmak üzereyim dersem abartmış olmam. Bu götzekalıların işlerini yapmaması yüzünden 1 hafta kaybettim ve bir mucize falan olmazsa Justice + Marina and the Diamonds konserini kaçıracağım. İnanılmaz sinirliyim gerçekten bu konuda, daha fazla ne yapabilirim, kaç tane mail atabilirim bilmiyorum. Yarın bir tane daha atacağım, gün içinde cevap gelmezse çarşamba sabahı öğrencilerle ilgilenen en üst düzey kişiye bu konuyla ilgili uzuuun bir şikayet maili atacağım. Bu nasıl iş anlamadım gerçekten. Türkiye'deki kurumlar email özürlü olur diye düşünürdüm hep, ama Yeditepe'de okurken bile maillerime günlerce cevap gelmediği olmamıştı. University of Kent'teki öğrencilik hayatım boyunca da attığım her emaile gününde cevap gelirdi. Goldsmiths'te nedense mayıs ayından beri attığım hiçbir email'e cevap gelmedi, hep 3-4 kez daha "Bir haftadır mail atıyorum cevap vermiyorsunuz" konseptli bir mail attıktan sonra cevap veriyor okulun administration takımı (hocalar değil).

Goldsmiths'te okumayı düşünenlere not: Bu okulda hocalar dışında birine (X sekreteri, Y ofisi gibi) acil iş düşürmeyin, işiniz varsa da ofislerine gidip sorununuzu öyle halledin. İşler ittire kaktıra yürüyor çünkü gördüğüm kadarıyla.

Bıktım, bıktım, bıktım.

Ve 'First Day' geldi o sırada nedense aklıma.



**

Pazar günü TKBL All Star 2012 vardı. Evime 10 dakika yürüyüş mesafesinde yapıldığı için ve değişiklik arayışı içinde olduğum için gitmeye karar verdim. Ekranda katılan oyuncuları gösteriyorlardı teker teker. O sırada gördüğüm anda dünyanın en tatlı gülüşüne sahip olduğuna karar verdiğim biri ekranda belirdi. Elimdeki kitapçığı açtım, yapılacak olan yarışmaların birine katılacağını öğrendim. Güzeldi, evet. Ve korkarım ki bu kadar yüzeysel biriyim. Belki de dünyanın en tatlı gülen insanı, aynı zamanda dünyanın en uyuz insanıdır, değil mi?

Tanımadığım insanlara bakıp karakterleri ve hayatları hakkında kafamda birşeyler yaratmayı gerçek potansiyel sevgilileri tanımaktan daha çok seviyorum.

Saturday, 7 January 2012

slackerbitch

Hayatta 10 yıldır falan dinlediğim ve o süreç boyunca zaman zaman aklım başka heveslere kaysa da benim için yeri her zaman ayrı olacak olan üç grup var. İlki açık arayla Placebo, 2000 yılından beri hayatımın her önemli anına eşlik eden ve şarkı sözlerini vücudumda istediğim tek grup. İkincisi uzun aralardan sonra bazen birden tekrar dinlemeye başladığım ve her yeniden başladığımda sanki ilk dinleyişimmiş gibi içimde "O kadar görkemli, tanrısal, kelimelere sığdıralamaz bir grupsunuz ki" hissi uyandıran, bilmem kaç neslin birden hayatına dokunan az gruptan biri olan Depeche Mode. Üçüncüsü de ergen aşık ruh halimin favori gruplarından olan ve toplum içinde "Seviyorum" demesi fena halde "uncool" hale geldiği halde delicesine aşık olabilmeyi dilediğimde şu yaşımda bile açıp dinlediğim HIM. Ve fark ettim ki, Depeche Mode dışında, bu grupların en sevdiğim şarkıları hep b-side'lar ya da bonus track'ler: Then The Clouds Will Open For Me, Leni, Slackerbitch, Dark Sekret Love, I've Crossed Oceans of Wine To Find You, The 9th Circle. Gözden kaçanlar kısacası.

Neden öyle acaba?



Thursday, 5 January 2012

wanderlust

Bir süre öncesine kadar "İngiltere'ye gidip ailemden uzak kalacağıma, iş arama ve ev taşıma + o evi çekip çevirme derdiyle uğraşacağıma, İzmir'de kendi evimin rahatlığında yaşamak ne güzel" türü bir düşünce vardı kafamda. Boş oturmanın, sabahtan akşama dizi izleyecek vaktimin olmasının, ailemin ve genel olarak el bebek gül bebek ev ortamımın tadını çıkarıyordum. Ama son zamanlarda içimdeki İngiltere özlemi bambaşka olmaya başladı. Londra'yı, oradaki yaşamımı ve İzmir'e göre çok sınırlı sayıda olsalar da arkadaşlarımı deli gibi özlüyorum. Bir metroyla şehrin her yerine gidebilmeyi, 2-2.5 saatte Galler'de ya da Paris'te olabilmeyi, evde sıkıldığım zaman Time Out London'ı açıp gay & lesbian event'lere baktığımda her gün en az 5-6 şey bulabilmeyi özlüyorum. Galerilerin, konserlerin, diğer kültür-sanat etkinliklerinin, dünya mutfağının ve kaliteli şarapların elini sallasan ellisi modunda olmasını özlüyorum. İnternetten alışveriş yapılacak milyon tane site olmasını özlüyorum. Londra'ya dönme ihtiyacı duyuyorum deli gibi ve bir an önce.

Uzun süre aynı yerde kaldığımda içime fena bir yerinde duramama hissi doluyor. Orada ne kadar güzel zaman geçirmiş olursam olayım, başka bir yere gitme zamanımın geldiğini hissediyorum. Beni 17 yaşındayken İzmir'den İstanbul'a, oradan Canterbury'e, son olarak da Londra'ya taşıyan his. "Wanderlust".

Türkçe karşılığı olmayan, çok, çok güzel bir kelime. Wanderlust: Yolculuk ve gezmek için duyulan güçlü tutku, dayanılmaz dürtü.

Şu ana kadar içimdeki bu dürtünün ortaya çıkmadığı tek yer Londra oldu. Belki zamanla ortaya çıkar, belki de Samuel Johnson'ın o ünlü sözü doğrudur: "Londra'dan bıkan, hayattan bıkmış demektir. Ne de olsa, hayatın sunabileceği her şey, Londra'da bulunur."

PS. Geçenlerde Masterchef'in Amerikan versiyonunda Cat Cora diye bir şefin konuk olduğu bölümü izlemiştim. Eşcinsel stereotipi bir görünüşü olmamasına rağmen kadını gördüğüm anda "Bu kadın kesin gay" demiştim aklımdan. Wikipedia'dan öğrendiğime göre gayet öyleymiş. Gaydar'ım süper, baktığım gibi anlıyorum valla. Kendimi tebrik etmek istedim buradan.

this is how sue sees it

Glee maratonuma devam ederken aşağıdaki replikleri duydum ve nedense salak salak gülmemi durduramadım birkaç dakika. Sue Sylvester karakterine bayılıyorum. O aksiliği, kötü niyeti, herkesi terslemesi ve çılgın mizah anlayışı beni benden alıyor. Hayatımda bir Sue Sylvester istiyorum.

Will: I just want you to know, you can lean on me right now.
Sue: Oh William, I wouldn't dare lean on you—so much grease in your hair I'd probably slide right off.




Bu videoyu daha önce paylaşmıştım, ama bayılıyorum, o yüzden bir daha.