Thursday, 14 April 2011

as if to say he doesn't like chocolate



‎"I love chocolate. For political reasons. Here's why I love chocolate so much. You see, in this country, a person is assumed to be white unless otherwise specified. That's why I like chocolate. Because when you first think of chocolate, you think of something brown. And if you think of white chocolate first, well, then you're a fucking racist." - Hari Kondabolu

Wednesday, 13 April 2011

e.t.

Bu aralar hangi radyoyu açsam, hangi müzik kanalını izlesem karşıma Katy Perry ve Kanye West'in E.T.'si çıkıyor. Şarkı bilmemkaç tane pop müzik listesinde bir numarada, çevrem "Ayy ne süper şarkı diil miii" yapan insanlarla dolu.

Bu beğeniyi anlamakta güçlük çekiyorum.

"Take me, ta-ta-take me
Wanna be a victim
Ready for abduction"

Bu sözler direk tecavüz/kaçırılma fantezisi değil mi?

"I’mma disrobe you
Then I’mma probe you
See, I abducted you
So I tell you what to do"

Ya da bunlar?

Hadi BDSM tandanslı underground bir grup böyle bir şarkı yapsa neyse, bir sürü insanın dile getirmese de bu tür fantezileri olabileceğinin farkındayım. Ama bu insanların neredeyse tamamında adı üzerinde "fantezi" bu, gerçek olmasını istedikleri anlamına gelmiyor. Buradaki problem Katy Perry'nin çoluk çocuk hayran kitlesinin çok büyük olması. Ve bunları dinleyip "Tecavüz aslında kadının hoşuna gidiyor" gibi saçma salak bir sonuç çıkaracak bir dünya insan var, malesef.

İnsanlar şarkının sözlerini bilmeden dinliyorlardır belki diye düşünüyorum, aklı başında bir kadının bu şekilde sözlere sahip olduğunu bildiği bir şarkıyı "Süper şarkı" diye tanımlamasına ben anlam veremiyorum.

Tuesday, 12 April 2011

calm it kermit

Uzun süredir yazmıyorum, üzgünüm.

Türkiye'ye geldiğimden beri normalde hep internet başında geçirdiğim vaktimin büyük kısmını Digiturk başında geçirmeye başladım. Geçen hafta E!'de Christina Aguilera'nın biyografisini izlerken Beautiful klibindeki eşcinsel öpüşme sahnesi gösterilirken adamların ağızlarının sigaraların sansürlendiği şekilde sansürlendiğini gördüm. Şimdi de Moviemax kanallarından birinde izlediğim Dodgeball adlı filmdeki lezbiyen öpüşme sahnesinin tamamen kesildiğini fark ettim. Ama aynı sahneden 5 saniye sonra yer alan heteroseksüel öpüşme gayet tamamen gösteriliyordu.

Aynı şey geçen sene Grey's Anatomy'de de yapılıyordu (hala yapılıyor hatta sanırım), öyle ki, Callie'nin Erica'yla olan ilişkisindeki çoğu sahne tamamen kesildiğinden insan olan biteni takip bile edemiyor, "Bu ikisi ne ara sevgili oldu ya?" diye kafası karışıyordu.

Bu ne kadar saçma salak bir şey?

21. yüzyılda yaşıyoruz. Hala eşcinsel öpüşme görünce rahatsız olacak kadar idiot insanlar varsa, bir zahmet kafalarını çeviriversinler. İzlemek için para ödeyip üyelik satın aldığınız bir kanalda gösterilen sahnelere el atabilme hakkını kendinde bulan RTÜK'e mi daha çok laflar hazırlasam, yoksa olası bir cezayı ödememek için homofobiklik yapan gözünü para hırsı bürümüş Digitürk'e mi, bilemiyorum.

Digiturk'ün bir diğer uyuz olduğum noktası ise Türkçe altyazılarda sansür uygulanması. Geçen gün adını bilmediğim bir dizide penis kelimesinin "çip" diye çevrildiğine denk geldim. Yine Grey's Anatomy'nin geçen haftaki bölümünde Arizona'nın Callie'ye evlenme teklif ettiği sahnede içinde eşcinsellik kelimesi ya da referansı geçen, şu an ne olduğunu tam hatırlamadığım bir cümle tercüme bile edilmeden tamamen çıkarılmıştı altyazılardan. Dikkat edin, gerçekten Digiturk altyazılarında "eşcinsel" kelimesinin saçma sapan ve eşcinsellikten bahsetmeyecek bir şekilde çevrildiğine çok denk geleceksiniz. Bunlar artık çok komik şeyler, Digiturk, kendini aş artık.

Daha sonra reklamlar sırasında bir Bosch çamaşır makinası reklamına denk geldim. Kadın eski çamaşır makinasını çalıştırmanın ne kadar zaman aldığından bahsediyor falan. Böyle reklamlardan tiksiniyorum, bir gün birisi böyle beyaz eşya reklamlarında bir erkeği oynattığı zaman çamaşır makinamı ondan alacağım. Biraz sonra sahne değişiyor, bir adam bu sefer çamaşır makinasının başında, "Eşim ne kadar uğraşıyormuş bu makinayla, hiç bilmiyordum" türü bir şeyler dedikten sonra "Kadınlık zor zanaatmiş" falan diyor. "Kadınlık"ın çamaşır makinası çalıştırmaktan çok daha zor zanaat olması bir yana, erkekler de üzerine düşeni yapsa kadınlık bu kadar zor zanaat olmaz. Televizyon, DVD player, ses sistemi gibi "siyah" teknolojik aletleri kontrolü altında tutan erkekler neden "beyaz" teknolojik aletler (ütü, çamaşır makinası, fırın vs) söz konusu olduğunda topu direk kadınlara atıyorlar? Neden bu beyaz eşyaları kullanmasını bilmiyor olmaktan övünülecek bir şeymiş gibi bahsediyorlar? Bu çamaşır makinasını kullanmayı beceremeyen erkek modeli bana eski bir erkek arkadaşımı hatırlatıyor. Kendisi açken annesinin ya da benim onu doyurmamızı bekleyen, yaptığım yemekleri beğenmediğini belirtmekte hiç tereddüt etmeyen, ve bir tost/omlet/makarna yapmaktan bile aciz bir insandı. Defalarca "Hiç böyle yaşanır mı, en basit şeyleri öğren bari, bir gün kendi başına yaşadığında ne yapacaksın" deyip neyi nasıl yaptığımı göstermeye çalıştığım halde sanki bu cehaletinden gurur duyar gibi "Gerek yok, yapamıyorum ben yemek" falan diyordu. Ve böyle bir çocukça inat içinde karşıma çıkan çoğu erkek. Babanın gayet ev işi yaptığı ve hatta çoğunlukla yemekleri pişiren insan olduğu bir aileden gelen bana bunlar çok acayip geliyor.


Son olarak şöyle bir Atlasjet reklamına denk geldim. Pegasus'un artık "ucuz havayolu" adı altında ottan boktan para alıyor olması ve ucuz falan olmaması yüzünden İstanbul uçuşlarım için Atlasjet'i tercih eder olmuştum. Bu reklamı gördükten sonra kesinlikle birisi bana Atlasjet'e para kazandıramaz bundan sonra. Çok iğrenç.

Wednesday, 6 April 2011

i have the right to remain fabulous

Geçen gün BFI'da London Lesbian and Gay Festival çerçevesinde gösterilen kısa filmlerden birinde olduğumdan bahsetmiştim. Buyrunuz:

Living Room: Bar Wotever 2008-2009 from Absolut Queer on Vimeo.

Tuesday, 5 April 2011

my 15 minutes

Bugün yine LLGFF için BFI'daydım. From Birth to Chosen adlı trans olmak ve aileler temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterimdeydim. Kısalar arasında genelde her hafta gittiğim Wotever'da çekilen bir film de vardı. İzlerken bir baktım ki ben de filmde görünüyorum. 3 sene önceki, Londra'ya ilk taşındığım ve Wotever'a ilk gittiğim günü filme koymuşlar (aşağıdaki fotoda görüyorsunuz). Ve o zamanlar "I was supposed to meet my ex tonight but I think she stood me up, so I guess I'll have to meet new gays" demişim, o da filme konmuş. Of ve of.

Neyse, filmden sonra bedava içkili bir parti vardı, ona gittim.

Dün gece fena halde kafama takılan Deak Evgenikos oradaydı, birlikte bir şeyler içtik. *swoon*

Monday, 4 April 2011

resistance



Londra'da bu aralar sık sık protestolar düzenlenmeye başladı biliyorsunuz. Ya da belki bilmiyorsunuz. Geçen hafta yarım milyon insanın katıldığı büyük protestonun düzenlendiği gün Ekşi Sözlük'e baktığımda protestoyla ilgili 10 küsür entry varken GS-bilmemne maçıyla ilgili 250 küsür entry olmasından Türk insanının aklının nerede olduğunu anlıyoruz. Ama bu neyin haber değeri olduğu ya da siyasi bir olay ve bir maçtan hangisinin daha önemli olduğuna dair önceliklerini karıştırmış olma durumu Türk medyasında da fazlasıyla mevcut bir şey malesef, o yüzden şaşırtıcı bir durum değil. Bu olan bitenler baktım ki Türk medyasına gerçekten çok az yansıtılmış. İngiliz medyasında bile bu protestolar tüm boyutu ile yansıtılmıyor, çoğu şeyin bahsi bile geçmiyor. Neden? İnsanlar kendi şehirlerinde ya da dünyanın bir yerlerinde birilerinin durumu kabullenmediğini, bir şeyleri değiştirmek için ayaklandığını öğrenirse bunun etkisi her yere yayılır ve kontrol altına alınamaz hale gelir diye düşünüyorlar sanırım.

Dün akşam birkaç arkadaşımın organizasyonuyla bir araya gelen aşağı yukarı 100 kişilik bir grup Londra'nın en ünlü meydanı Trafalgar Square'i 24 saatliğine işgal ettiler. Çadırlarını kurup saksofon dinletileri eşliğinde workshop'lar falan düzenlemişler. bundan sonra her Cumartesi yapacaklarmış bunu. Keşke İngiliz vatandaşı olsaydım ve polisle başım belaya girer de sınırdışı edilirim korkusu olmadan ben de gidebilseydim bu protestolara (gerçi polis olay çıkmasın diye kenarda beklemekten başka bir şey yapmamış, herhangi bir müdahalede bulunmamışlar). Ya da keşke Türkiye'de de böyle hem protesto hem eğlence modunda çadırlı falan, barış içinde geçen, kimsenin polis şiddetine maruz kalmayacağı eylemler gerçekleştirilse.




Sunday, 3 April 2011

the owls

From the second we are born we are older than the second that just passed. What makes us feel old is not age, it's nostalgia; a yearning for moments we know will stay with us forever, and we fear we'll never live again.

Bugün yine London Lesbian and Gay Film Festival için BFI'daydım. İlk önce Amerikan yapımı lezbiyen temalı kısa filmlerden oluşan bir gösterim vardı. Gösterilen kısalar arasında Public Relations ve Cried Suicide mükemmeldi, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.

Daha sonra lezbiyen kara komedi The Owls ve onun yapım aşamasını gösteren bir belgesel olan Hooters gösterildi. Filme Guinevere Turner'ın başrolde olduğundan başka hiç bir bilgim olmadan girdim ve her sahne benim için sürprizlerle doluydu diyebilirim. The L Word ve Go Fish'ten tanıdığım Turner'dan başka Go Fish'in Ely'i V.S. Brody de filmin oyuncuları arasındaydı. Aynı zamanda geçenlerde izlediğim bir film olan Elena Undone'ın oyuncularından biri The Owls'da Skye (the avenger :p ) rolündeydi. Itty Bitty Titty Committee'de Meat rolünde olan ve kalp atışlarımı hızlandırıcı etki sahibi Deak Evgenikos da vardı. Daha sonra Hooters'da filmin yapım aşaması gösterildi. Öğrendim ki Cuma günkü dersimde intersex ya da trans olmak hakkında konuşurken bahsi geçen Judith Halberstam filmin danışmanı, The Real L Word'de Whitney'nin ev arkadaşı olarak bildiğimiz Alyssa ise makyaj sanatçısıymış. Ayrıca credit'lerde Whitney'nin de adı geçiyordu, ama gözüme çarpmadı izlerken.

Net ortamlarında bulmak mümkün mü bilmiyorum, ama hem The Owls, hem de Hooters'ı fena halde tavsiye ederim. The Owls 40 yaş üstü birkaç lezbiyenin (older wiser lesbians - OWLs) yanlışlıkla bir baby dyke'ı öldürmesi sonucu yaşananları ve aynı zamanda onların yaşlanma korkularıyla yüzleşmeye çalışmalarını anlatıyor. Hooters ise dediğim gibi, filmin yapımı, ama tırt bir belgesel deyip geçmeyin, izlerken yıllardır gülmediğim kadar güldüm (But I'm a Cheerleader yönetmeni Jamie Babbit'in yapımcısı olduğu bir belgeselden sıkıcı bir şey asla beklemem zaten). Bulabilirseniz ikisini birden izleyin.

Günün olayı ise The Owls için sinemanın önünde kapıların açılmasını beklerken önümden inanılmaz taş bir insanın geçmesi, ve benim "Kız ne kadar da Itty Bitty Titty Committee'deki Meat'e benziyor" diye düşünmemdi. Neyse, o geçti gitti, kapılar açıldı, filmi sunmaya gelen kadının arkasından bu bahsettiğim kız sahneye çıkınca, "Bi dakka, acaba??!" falan oldum. Ve evet, öğrendim ki kız gerçekten Deak Evgenikos'muş, The Owls'da oynadığı için gelmiş. O kadar yakınımda görünce kalbim yerinden fırladı yemin ediyorum. Of.
Darısı Michelle Wolff'un başına, ama Paris Pickard'a da hayır demem.

Saturday, 2 April 2011

are you having a laugh

Dün okulda İngiliz politikacı David Willetts'in feminizmin işçi sınıfı erkeklerin iş bulamamasına neden olduğu türü bir laf ettiğini duydum sınıf arkadaşımdan, ikimiz de "Yok artık, 1 Nisan şakası bu herhalde" diye düşündük ilk önce. Ders arasında Google'ladıktan sonra öğrendik ki şaka değilmiş, gerçekten dünyada bu kadar idiot insanlar varmış.

Söz konusu insan demiş ki, toplumsal hareketliliğin önündeki en büyük engel feminizmmiş. Çünkü feminizm olmasa "ev hanımı" olacak olan kadınlar üniversitelerdeki kontenjanları ve iyi para kazandıran işleri kaparak azim sahibi işçi sınıfı erkeklere yer kalmamasına sebep oluyorlarmış.

Bunun üzerine arkadaşımın "deli Katolik" olarak tanımladığı gazeteci Cristina Odone ise şöyle bir yorum getirmiş: Willetts feministlerin işçi sınıfı erkeklerin bu bahtsız duruma düşmesine sebep olduğunu söylemekte haklı, ama bunu işlerini ellerinden alarak yapmıyorlar. Bugünkü baskın feminizm anlayışına sahip olan feministler bütün erkeklerin harcanabilir olduğuna inanıp onların ayağını kaydırmaya çalışıyorlar. Willetts'in bu cesaretini takdir ediyorum, çünkü bu feministler korkutucu insanlar. Eleştiriyi kabullenemeyen bir şey haline geldi feminizm. Oysa benim feminizmim rekabeti değil, işbirliğini teşvik ediyor.

Böyle beyinsizce lafları kendini feminist olarak tanımlayan bir kadından duymak bence ne dediğini bilmeyen adamın tekinden duymaktan çok daha içler acısı bir durum.

Dünden beri kadın erkek kiminle konuştuysam herkes bu laflara sinir olmuş durumda.

for fuck's sake

Üyesi olduğum forumlardan birinde "Poly ve mono arasında geçiş yapabiliyor musunuz" türü bir başlık vardı. Poly olduğumu ve hiç bir zaman tam anlamıyla tek eşli bir ilişki yaşamamış olduğumu; çok aşık olursam tek bir insanla birlikte olabileceğimi ama ilgimi uzun süre üzerinde tutabilecek biriyle tanışmaya pek ihtimal vermediğimi yazdım.

Birisi bana "Senin gibi ilişkilerin güllük gülistanlık olmasını bekleyen, bir sorun çıkınca hemen kaçıp gidenler yüzünden bugün ilişkiler bu durumda; sevgilin kötü bir ruh halinde olsa ve seni sinir etse hemen 'artık ilgimi çekmiyorsun' diye ayrılacak mısın?" diye cevap attı.

Ona mono ya da poly olsun tüm ilişkilerin kötü süreçlerden geçebileceğinin farkında olduğumu ve ilişki kötü gidiyor diye asla arkamı dönüp gitmeyeceğimi, "ilgimi üzerinde tutmak" derken kastettiğimin birlikteyken gözümün dışarı kaymayacağı biri olduğunu söyledim. Ne zaman tek eşli bir ilişkide olsam istisnasız her seferinde gözüm başkalarına kayıyor maksimum 1-2 ay içinde, ilişki ne kadar süper ve mutlu gidiyor olursa olsun. Kendimi kapana kısılmış hissetmeye başlıyorum. Bundan sonra sadece tek bir insanla birlikte olabilmem için fena halde aşık olmam gerek diye düşünmemin nedeni bir insana o derece aşık olursam gözümün dışarı kaymayacağına inanıyor olmam. Kendimi deliler gibi aşık ve çok eşli bir ilişki içinde göremiyorum; o kadar aşıksam başkalarına zaten ilgi duymam diye düşünüyorum.

Neyse, ben bunları söyledikten sonra başka biri daha cevap attı. "Bu dediklerin çok incelik yoksunu ve aptalca" şeklinde. Neymiş, o aynı anda poly ve aşık olabilirmiş; poly olmak onun için kendisiyle ilgili bir şeymiş, başkalarıyla değil; o yüzden yeni biri hayatına girdi ve ona "çok aşık" oldu diye değişecek bir şey değilmiş.

Herkesin benimle aynı düşüncelere sahip olması gerekmediğinin tabii ki farkındayım, ama herkeste aynı farkındalık mevcut değil, görünen o ki.

Birinin düşünceleri hoşuna gitmiyor diye onun dediklerine "aptalca" deme hakkı var mı insanların?

Başkalarını kırıcı bir şey diyor olsam, evet. Birilerine karşı nefret içeren ya da onları küçümseyen bir şey diyor olsam, evet. Saçma sapan genellemeler ya da sosyal tespitler yapıyor olsam, evet. Başkalarını kapsayan varsayımlarda bulunsam ya da teoriler üretsem, evet. Mesela "Poly olmak en iyisidir" türü bir yargıda ya da "Poly ilişki içinde olanlar aşık değildir" türü bir genellemede bulunuyor olsam birilerinin cevap verme hakkı doğar.

(Tam olarak anlatabiliyor muyum emin değilim, anlatabiliyor muyum biri yorum yoluyla belirtsin lütfen. Zaten bu aralar o kadar yorumsuzum ki kendi kendime konuşuyormuşum gibi hissediyorum.)

Ama alt tarafı "Bu konudaki tecrübeleriniz/düşünceleriniz nelerdir" türü bir soruya cevap olarak kendi tecrübelerimi yazmışım yahu (bu kelimeden nefret ederim ama cuk oturdu).

Benim o konu ile ilgili düşünce, his ve tecrübelerim onlar. Ne başkasıyla ilgili bir şey diyorum, ne birilerine laf ediyorum, ne de en ufak bir genelleme yapıyorum. Yazdıklarımda başkalarına dair en ufak bir bahis yok. Hepsi tamamen kişisel deneyimlerim ve bu deneyimler sonucu kafamda oluşan izlenimler.

Bunun nesi aptalca?

Hoşuna gitmeyebilir, saçma bulabilirsin; "Ben bunu asla yapamazdım", "Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin" diyebilirsin. Aynı anda poly ve aşık olamayacağıma inanmam senin neden bu kadar sinirini bozuyor ki seninle en ufak alakası olmayan, tamamen kişisel bir şeye "aptalca" deme hakkını kendinde görüyorsun?

Bunu yapan da 45 yaşında bir kadın üstelik. Literally, annem yaşında.

İnsanlar bir ilginç diyorum inanmıyorsunuz.

Friday, 1 April 2011

the queer x show

London Lesbian and Gay Film Festival dün başladı. Bu akşam pro-sex feminism'e ayrılmıştı, arka arkaya Mutantes (Punk Porn Feminism) ve Too Much Pussy: Feminist Sluts in the Queer X Show gösterildi.

Mutantes heteronormatifin dışında kalan, tamamen queer pornolarda oynayanları tanıtması açısından süperdi. Lynnee Breedlove sahneleri süperdi özellikle, herkes gülmekten öldü sanırım. Breedlove'ı 2 yıl önce falan Bar Wotever için Londra'ya geldiğinde izleme şansı bulmuştum, ilgi çekici biri kesinlikle. Cinsellik ve cinsiyet teorileriyle, feminizmle ve queer aktivizmle ilgilenen herkese bu filmi tavsiye ederim (ama malesef nette çok aradım ve bulamadım, bulursanız bana haber verin).

Mutantes'in ardından Too Much Pussy'nin yönetmeni filmden bahsedip birkaç soru cevapladı, daha sonra film gösterildi. Pro-sex feminism'e şüpheci yaklaşan bir insan olmama rağmen hayatımda hiç bu kadar ilham verici bir film izlememiştim. Eğer filmdeki kadınlar kadar süper bir vücuda sahip olsaydım, her fırsatta açıp gösterirdim kesinlikle. Filmi izledikten sonra "Pornoda oynamak, sahnede izleyiciler önünde seks yapmak, sokaklarda soyunup gezmek kadını güçlendiren feminist eylemlerdir" argümanına hak verebiliyor insan; ancak filmde kadınların önünde soyunduğu/seks yaptığı izleyici kitlesi 10 farklı mekanın 9'unda sadece kadınlardan oluşmaktaydı. İşin sokakta soyunma kısmını çıkarırsak "erkeğin bakışının hedefi olmak" şeyi tamamen ortadan kalkmıştı, ve sanırım bu "yaptıklarımız kadını aşağılamak yerine güçlendiriyor" bakış açısına sahip olmayı daha kolay hale getiriyordur. Ama dediğim gibi, baştan aşağı sadece kadın cinselliğini konu alan, onu tabu olmaktan çıkaran inanılmaz ilham verici bir filmdi. Mutantes'i izlemeseniz olur, ama feminizmle ilgilenen herkes kesinlikle bu filmi izlemeli.




Goddess, grant me the serenity to accept the sex I cannot have,
Courage to have the sex I'm afraid to have,
And wisdom to know the difference.

Tez konuma çok yakıştı bu filmler, ikisini de (özellikle Too Much Pussy'i) bulmak istiyorum nette ama hiç bir yerde bulamadım. Bulabilen varsa çok mutlu olurum.