Friday, 6 March 2009

they just buy tight jeans till they nuts hang all out boy

I just love Kanye West LOL the dude's so damn funny.


Thursday, 5 March 2009

if only tonight we could sleep..


Nüfusun %73'ünün L, G, B ya da T; %21'inin kararsız ve %6'sının straight olduğu şehir Brighton'a gidiyorum yarın. Student Pride ve Winter Pride var haftasonu boyunca. Normalde İngiltere'nin en önemli pride organizasyonu olan ve San Francisco/LA olmasa dünyadaki en süper pride da olabileceğini tahmin ettiğim Brighton Pride (yaz sonu yapılan) kadar eğlenceli olur mu bilemiyorum ama ben içtiği kokteyllerden kimseyi takmayacak kıvama gelmiş gülerek kendi kendine dans eden bir kişi haline gelene kadar eğlenmeye kararlıyım.

Private Dancer'ı sipariş verdim bugün Amazon'dan Mighty Boosh'larımla birlikte. Neredeyse onun kadar iyi olan başka bir hikaye daha buldum bugün ayrıca sanırım. Mutluyum.

Ev arkadaşlarımdan gittikçe daha da tiksinir hale gelmiş bulunuyorum son 2 haftadır. Özellikle yan odamdakini gece yastıkla boğmaktan büyük zevk alabilirdim suç olmasa. Dünyadaki en sıcak ve sevmesi kolay insan olmadığımı biliyorum ama asla ve asla gece 3te eve sarhoş gelip bağırıp çağırdığım, sabahlara kadar bangır bangır müzik dinlediğim -hatta başkası rahatsız olmasın diye kulaklıkla dinliyorum, thank you very much- ya da aynı evde yaşadığım birinin hakkında fısır fısır dedikodu yaptığım görülmemiştir. Bu kadarına küfretmeden ancak görgüsüzlük ötesi tanımını yakıştırabiliyorum. Ben şu satırları yazarken gerizekalı insan 80lerin pop şarkılarını evin tamamına yayın yapmakta. Herkeste bir The Cure'un popüler şarkılarını, 70ler Amerikan folk'u ve türlü abuk şeyler dinleme hevesi bugünlerde, nedir? Mesela Ghostbusters çalıyor şu an hmhmhmh.

Annem dışında kimseyle aynı evde yaşayamadım hayatım boyunca, babamla bile 2 günden fazla aynı ortamda bulununca deliriyoruz. Hatta şu anda fark ettim, Lisa'dan başka bana 2-3 gün üst üste katlanabilen insan yok. 24 saat bir arada olsak o bile katlanamaz belki. Ama ev arkadaşımın öküz olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu.

Sabah Lisa'dan evime dönerken gece tren raylarının buz tutması nedeniyle 2 saatlik bir gecikme sonrası otobüs-tren-tren-otobüs şeklinde ancak evime ulaşabildim. British National Rail'e buradan selamlarımı yollamak istiyorum.

Geçen haftaki NME cd'sindeki Art Brut-Catch mükemmel bir cover olmuş. Orijinalinden (The Cure) bile iyi belki de. Ayrıca Eddie Argos Eurovision'a katılmalı kesinlikle İngiltere adına.

Yes I know who you remind me of
A girl I think I used to know
Yes I'd see her when the day got colder
On those days when it felt like snow

You know I even think that she stared like you
She used to just stand there and stare
And roll her eyes right up to heaven
And make like I just wasn't there

And she used to fall down a lot
That girl was always falling
Again and again
And I used to sometimes try to catch her
But I never even caught her name

Monday, 2 March 2009

michelle, possess and undress me


Dante's Cove bugünlerde favori dizim. The L Word'ün son sezonunun bende gayet hayal kırıklığı yaratması sonucu Hotel Dante sakinlerinin yaşamlarını röntgenlemeye adadım kendimi. Charmed ve The OC karışımı, ama karakterlerin neredeyse tamamı gay olan bir dizi Dante's Cove. En sevdiğim kısmı ise oyuncuların da genelde gerçekten gay olmaları, dolayısıyla oldukça düşük bütçeli bir yapım, öyle ki bazen cheesy sahneler, dandik efektler komik hale geliyor. Ama Lisa'nın dediği gibi:"It's so cheesy it's great". Bölüm başına ortalama 10-15 tane penis görebiliyoruz ayrıca, yapımcılara sesleniyorum buradan, seksist olmayın lütfen, we want pussy!!

Ve Michelle Wolff obsesyonum gökyüzüne yükselen boyutlara ulaşmış durumda. 1 milyar uçak bileti parası bayılıp Los Angeles Pride'a ya da LA'deki favori gay barına gitmeyi planlamaktayım ciddi halde. Stalker'vari davranışımın bahanesi ise kendimi onun hayatımın kadını olduğuna inandırmış olmam. Benden 15 (tahminen) yaş büyük olması, dünyanın öbür ucunda yaşaması, bir sürü baby dyke'ın götünün dibinde dolanıyor olması ve kocaman egosu takıntı seviyemde en ufak bir düşüşe yol açamıyor malesef. Onun dışındaki herkes çirkin geliyor bana. NME Big Gig öncesi The O2'da Strongbow içip sevgilimi beklerken aşırı derecede Michelle'e benzeyen ve "Oha kız aşırı taş" edasıyla ağzımın ciddi anlamda bir O şeklini almasına neden olan birini gördüğümden ve o biri bana baktığında heyecandan fena olduğumdan bahsetmiş miydim? Sonra telefonu çaldı o birinin, ve sesini duyduktan sonra anladım ki aslında kendisi bir kız değil, fazla skinny jean'iyle bir adet indie boy'muş. Pfh. Talk about luck.

Bu arada neden dizideki tüm erkekler kaslı ve parlak? 3. sezona geldikçe iyice parlamaya başlıyorlar. Ayrıca bu Dante'nin koyunda t-shirt/gömlek giymek ve straight olmak yasak sanırım. Beni oraya taşısınlar.



Tuesday, 24 February 2009

ben sensiz istanbul'a düşmanım

Zeynep'in "Gripin sever misin" sorusuna olan "Sensiz İstanbul'a Düşmanım ve Dalgalandım da Duruldum'dan başka şarkılarını bilmiyorum" cevabım bende o şarkıları dinleme isteği uyandırdı deli gibi. Normalde bu tür şeyler dinlemeyen ve dinleyenlere ıy gözüyle bakan biri olarak, kendime de ıy gözüyle bakılmasını takmamaya karar vererek buraya bunu yazıyorum. Şu 2 şarkı ağzıma sıçıyor benim. Burada bahsetmiştim, geçen sene benden daha sorunlu olduğuna inandığım son derece eksantrik bir insan olan psikiyatristimden çıktıktan sonra Caddebostan Migros'a girdim, Cansu'yla sahilde otururken onun yediği sandviçlerden aldım, onu aradım sonra oralarda mı diye, değildi, taksiye binip eve dönmeye karar verdim ben de, içimde bir buruklukla takside otururken trafik tıkandı tam Marks and Spencer'a çıkan yolda, radyoda Dalgalandım da Duruldum çalıyordu. O günü hatırladım yine, gayet mutlu bir şekilde günüme başlamışken eve ağlaya ağlaya döndüğümü hatırladım. O ev artık benim değil, Cansu artık yok, psikiyatristim bile yok. Bugünlerde depresif ruh halim hafif hafif geri dönmeye başladı, sebepsiz ağlamalar, ilacımın dozunu mu artırmalıyım diye düşünüyorum. Sinirlerim bozuldu kısacası.

Paramparça
Paramparça ne varsa kadınım
Yokluğunda kaç damla gözyaşı eder adın
Ne olur, gel, gel, gel, gel
Ben sensiz İstanbul’a düşmanım.

Şu sözlerin ne kadar doğru olduğunu hissetmek korkutuyor beni. Geçen seneki halime dönmekten, yine depresyona girmekten, yine öyle hissetmekten korkuyorum.

Sen de hala paramparça mısın kadınım?

Monday, 23 February 2009

never again alone in the dark

AFI dinleyesim geldi, Ezgi'yi, Lise 1'i hatırladım.

So I... I will paint you in silver, I will wrap you in cold
I will lift up your voice as I sink

Your sins into me
Oh, my beautiful one, now
Your sins into me
As a rapturous voice escapes, I will tremble a prayer
And I'll beg for forgiveness
Your sins into me


Don't waste your touch, you won't feel anything
Or were you sent to save me?
I've thought too much, you won't find anything...
Worthy of redeeming

Look what I've built, it shines so beautifully
Now watch as it destroys me

To... break down, and cease all feeling
Burn now, what once was breathing
Reach out, and you may take my heart away

I left it all behind, and never said goodbye
I left it all to die

I saw its birth, I watched it grow
I felt it change me
I took the life, I ate it slow
Now it consumes me

i lied my face off when i said that i would be okay

Şu geçirdiğim birkaç haftayı tanımlamak gerekirse, fazlasıyla garipti. Alkaline Trio konseri mükemmeldi, mükemmel ötesiydi. Olabilecek en kötü tesadüfler geldi başımıza. Lisa'nın Londra trafiğine girmek istememesi yüzünden trenle gidelim dedik, beni evimden aldı, ben o sırada birkaç Strongbow içmiştim zaten, yolda bir tane daha içtim, yarım saat falan sonra tam istasyona yaklaşmışken öküz gibi bir dankkkk sesi geldi arabanın sağ tarafından, kenara çekip baktık, jantlardan biri çıkıp arabanın yanına çarpmış falan filanmış anlamadım tam olarak. "Fak treni kaçırıcaz" paniklerimden sonra Co-op'a uğradık, ben bir 35lik viski aldım kendime trende içmek için. Tren istasyonunun otoparkına arabayı park ettik, bilet makinelerinin çalışmaması yüzünden 10 dk da orada kaybettik, benim paniklerim son noktaya ulaşmıştı ki biletleri evde unuttuğumu fark ettim. Kafamda kocaman ışıklarla "hasiktir" yazısı yanıp sönmeye başladı, evim 1 saat uzakta olduğu için geri dönme şansımız yoktu hiç. Lisa'yı yine de gitmeye ikna ettim, trende o viskiyi bitirdim, Lisa içmiyordu, ben onun yerine de içtim. Metroyla Camden'a gidiyorduk, tam o sırada İrlandalı herifin teki karşımızda oturan Müslüman çocuğa gayet ırkçı bir modda "Siktirsenize kendi ülkenize" muhabbetleri yapmaya başladı sarhoş ötesi kafasıyla, bize de "Ee kızlar siz ne diyorsunuz" modunda cevap bekleyerek bakıyordu, takmadık kendisini, biz inerken bana "You biatch" diyerek o da inip peşimize takıldı kendisi. "Siktir herif takip mi ediyor bizi" derken bir yerlerde kaybetti bizi. Koko'ya gittik, bilet gişesindeki kadına "Bilet aldım netten ama gelmedi bıdı bıdı" yaptım, kadın gayet inanılmaz bir şekilde hiç kontrol bile etmeden buyrun geçin yaptı. Oha dedik, içeri girdik, birkaç Jack Daniels sonrası ben kendimden geçer halde Alkaline Trio bekliyordum, tshirt aldım 2 tane, adama 10 pound yerine o kafamla 50 YTL vermişim, o da o kafasıyla onu 50 pound zannedip bana 40 pound üst vermiş yazık. Böylece 80 YTL falan kara geçmiş oldum durduk yere. Son trenle eve dönmüşüz, nasıldı hiç hatırlamıyorum, Lisa olmasa sokakta sızıp kalırdım sanırım. Eve geldik 1 gibi, uyuduk, 4'te uyanıp havaalanına doğru yola çıktık, o 1 saat karanlıkta gayet hungover kafamla Lisa uyumasın diye onu konuşturmaya çalışmak hayatımın en dandik deneyimlerinden biriydi. Bir daha sabahın körüne uçak bileti almak mı, 4'te kalkacağını bile bile 1 şişe viski bitirmek mi? Asla.

Sonunda İstanbul'a ulaştıktan sonra bütün günü uyuyarak geçirdik, Nevizade'ye gittik akşam. Ne kadar Türk yemeği varsa hepsini yedik sanırım 3 günde. O piuuu yapan sokakta yerde satılan minik elektronik kedilerden istiyorum bu arada, bana alıp yollamak isteyen varsa sonsuza kadar sevgimin sahibi olabilir.

İstanbul değişmiş yine, aynı insanlar, tavırları ve gittikleri mekanlar değişmiş. Geçen sene göt göte olduğumuz insanları bu sene cool kid tavırları içinde Taksim'de takılırken görmek midemi bulandırdı, tanıdığım birçok insan yanımdan geçerken kafamı çevirdim görmemiş gibi, konuşasım gelmedi hiçbiriyle. İlke, Gencer ve Cansu'yu gördüm sadece, zaten onlar ve Zeynep dışında başka da görmem gereken biri yoktu pek. Ben bilmemkaç bin kilometre uzaktan %40 onu görme amacıyla İstanbul'a gelirken Cansu hanfendinin önce beni 2 saat bekletmesi, ertesi gün yine saatlerce gelmemesi, gelince aramaması, ben arayınca "Bekle geliyorum" demesi ve ben soğukta götüm donarak beklemekten sıkılıp tekrar "Nerdesin" demek için arayınca "Yan sokaktayım ama gelemicem ben" yapması saçma geldi açıkçası. Kaba ötesi bir davranış olmasının yanında başkası bana onda birini yapsa siktiri çekeceğim şeylerdi. Ona o gün birşey dememiş olsam da bundan sonra o benimle konuşmak ya da beni görmek için fazlasıyla çaba göstermedikçe benden en ufak bir adım görmeyeceğini de burada belirtmek istedim.

Güzeldi İstanbul, şehrin büyüsünü hiç bu kadar hissetmemiştim orada yaşadığım süre boyunca. Hayatımın bir döneminde tekrar Cadde'de yaşamalıyım kesinlikle, gece Taksim'den dönerken dolmuştan Caddebostan'ta inip eve yürümeliyim iPod dinlerken.

It's not fair, it's not even close.
You fed me the sun,
Burned me up inside and watched me choke
On everything we did,
On everything we lived.
Let's see if I can live again.

I lied my face off when I said
That I would be okay.
It's never fine when you go away.
These cuts run deep,
These scars are permanent and always on display.
This makes things difficult for me.

Monday, 16 February 2009

casually dressed and deep in conversation


En son yazımdan beri bir kısmını buraya yazmaya cesaret bile edemediğim çok şey oldu. Her zamanki gece gezmelerimden farkı, Industrial Pink'in hayatımda gittiğim en elit gay bar olması, içeride bir tane bile ıyy ya da you-can-pay-for-school-but-you-can't-buy-class tepkisi verilesi insan olmaması, ortamda bir tek bira şişesi görmemiş olmam ve herkesin istisnasız martini bardaklarında kokteyl içmesiydi. Çok çok fazla Long Island Ice Tea içtikten ve bir sürü adını hatırlamadığım insanla tanıştıktan sonra Kent Uni LGBT Society üyeleriyle birlikte VIP Lounge'da buldum kendimi, 40 yaşında bir kadın tarafından yavşandım -bu da yeni bir kelime oldu sanırım-, birilerini mekandan attılar ve okuldan bir kız uzun süre boyunca mekan dekorundaki çukurumsu her türlü şeyin içine kustuktan sonra bouncer'lar tarafından ambulansa taşındı bilinçsiz bir şekilde. Oradan Canterbury Tales'e geçildi, gereksiz pahalı bir sürü cider içildi bir yanımda Nicky, diğer yanımda Nikki ile. Bu ikisinin isimlerinden başka ne tür bir ortak noktaları olduğundan bahsetmek istemiyorum, az sonraki paragrafta bahsedeceğim gibi kendimden tiksinme nöbetleri geçiriyorum çünkü aklıma gelince. Garip bir geceydi kısacası, kızla birlikte ambulansta giden bir arkadaşımın "Ben gittikten sonra neler oldu" sorusuna başka bir arkadaşımın verdiği cevap gerçekten tamamen özetliyor sanırım: "Hot mess, that's what happened."

Monogamy mümkün mü acaba gerçek anlamda? Aldatmak nedir, bi-bok-yedim-ama-ona-karşı-bişey-hissetmiyodum-aşkım mı aldatmak, yoksa biriyle birlikteyken başkasını düşünmek mi? Şu hayatta bir kere olsun tek eşli bir insan olamamam ama beni aldatan eski sevgililerime yıllar sonra hala içten içe kin duyuyor olmam nasıl bir mantık? Beni seven her insana bir şekilde yalan söylemiş ya da söylüyor olmam beni dandik bir insan mı yapıyor? Bilemiyorum. En iyisi bunu hiç sorgulamamak belki de.

Sevgililer Günü'm bu sene sabah 5.30'da kalkıp normal insanların uyanma saatini bekleyerek Die Hard 4 izlememle başladı, Queer As Folk'un bütün bölümlerini baştan sona izleyerek devam etti, Maidstone'daki gay bara gidip o aşırı güzel kızın bana gülümsemesinden sonra eve gidip Die Hard 1 izledikten sonra sona erdi. Bugün de Die Hard 2 ve 3 izledim, Pazar sabahi 8'de ayakta olmama ve 1 saat önce uyku ilacımı almama rağmen hala en ufak uykumun olmamasından bahsetmiyorum. Sanırım hopeless romantic kişiliğim uykuda bu sene, St. Valentine'ın kemikleri sızlamıştır benim gibi bir insan böyle bir günde olabilen en anti-romantik filmi izlerken.

Uyku problemim var bir adet, nedir bilemiyorum ama ciddi şekilde uyuz olmaya başladım artık. Uyuyamıyorum bütün gece, sonunda uyuyabildiğimde de abuk derecede erken uyanıyorum. "If only tonight we could sleep" geldi aklıma, sonra düşündüm uyku konseptli başka ne var şarkı diye, "it's past 3 am and i'm still far from sleep"'i buldum. "I can't sleep, I'm up all night" dedim daha sonra, ve Enrique Iglesias yani, o derece sıkıntılı bir ruh halindeyim şu an.

Angel don't take those sleeping pills you don't need them
Though it's just time they kill
Angel give me your sleeping pills you don't need them
Give me the time they kill
You're a water sign I'm an air sign
Gone gone to Valium can you get me some?

Wednesday, 11 February 2009

hardcore, girlcore, dancing in the ballroom

http://bad.eserver.org/issues/2001/54/lehner.html

Çok beğendim linkteki yazıyı, femme olduğu için straight zannedilmeye uyuz olmakla ilgili.

Industrial Pink'e gidiyorum bu akşam ilk kez. Girls And boYs'daki o uyuz olduğum kız da Facebook'ta attending görünüyor, Jolie ya da Joey adı, öyle birşeyler, emin değilim. Neyse, işin garip kısmı bugün oraya birlikte gideceğim kızın eski sevgilisiymiş bu sinir olduğum tip, ve ikisi de birbirlerine sinir oluyorlarmış şu an. Garip şeyler olabilir yani bu gece. Cat fight!!

warmness on the soul


Bugünlerde emo kid ruh halleri geldi bana. iTunes sağolsun milletin playlistlerine bakınırken Avenged Sevenfold gördüm birinde, çoook zamandır dinlememiştim. "Lise 2'de bayıldığım bir şarkıları vardı" dedim, hatırlamaya çalıştım, buldum sonunda. A7X ile alakası olmayan ve sözleri, kendisi, melodisi, o kadar tatlı bir şarkı ki bu. Dinleyin kesin.

Your hazel green tint eyes watching every move I make.
And that feeling of doubt, it's erased.
I'll never feel alone again with you by my side.
You're the one, and in you I confide.


And we have gone through good and bad times.
But your unconditional love was always on my mind.
You've been there from the start for me.
And your love's always been true as can be.


I gave my heart to you.
I give my heart, cause nothing can compare in this world to you.


Tuesday, 10 February 2009

people steal from you, they take anything they choose


Bugün her zamanki gibi öğlen -daha doğrusu öğleden sonra- uykuma yatmışken tam uyku-uyanıklık arasındaki o en yaratıcı garip zamanda aklıma yıllardır dinlemediğim bir şarkı takıldı. Kafamda çalmaya devam etti bir süre, düşündüm neydi bu şarkı diye, aklıma geldi sonra: Emery-Fractions.

Ve bu şarkı bana lise yıllarımdaki Oğuz'u hatırlatıyor.
Yine dinliyordum az önce, özlemişim Emery'i. Neyse, dinlerken dedim "Ben niye Emery konserine gitmiyorum ki?". Açtım Last.fm'i, konser tarihlerine baktım, Give It A Name varmış Londra'da 17 ve 19 Nisan'da. 17 Nisan olanında Emery var, 19 Nisan'dakinde de Taking Back Sunday ve Thursday. 19'unu tercih etmek zorundayım malesef, Nisan'ın tam da o zamanında skint ötesi bir maddi durumda olacağımdan ikisine birden gitmem mümkün değil. Gerçi tam da Easter tatilime denk geliyor, Hollanda-İtalya falan filan herhangi bir Avrupa ülkesinde o 3 grup aynı gün olan bir Give It A Name varsa ona da gidebilirim, oradan Türkiye'ye geçerim. Mümkün. Ama araştırmaya üşendim şimdi başımdaki şu felaket ağrıyla.

people steal from you,
they take anything they choose

it's good to see you
i missed you last night
that's such a lovely color
it goes with your eyes
before we fall asleep
i just wanted to say
this all seems so easy
but there's choices to make

i wanted to mean everything to you but this isn't right
you keep coming back disassembled and i keep losing this fight