Tuesday, 18 September 2012

everybody needs a place to think



Ne zaman canım sıkkın olsa kendimi nehir kenarına atıyorum. Hem suyun varlığı, hem de South Bank'in canlılığı bana kendimi biraz da olsa iyi hissettiriyor. London Eye'ın altındaki bankların birine oturup Big Ben'in fotoğraflarını çeken, sokak sanatçılarını izleyen, sinemaya ya da işine gücüne koşuşturan insanları izlemek, bana içime dert olan şeylerin geçeceğini hatırlatıyor. "Yakında her şey yoluna girecek, ben de bu insanlar gibi iş çıkışı bir şeyler içmeye buraya gelecek ya da başka bir şehrin turistik yerlerinde sevgilimle fotoğraf çektiriyor olacağım" gibi hayallere kapılıyorum.

Türkiye'den döndüğümden beri hem aylardır iş arayıp bulamama, hem yine ailemden ayrı kalma, hem de D'nin artık olmaması sebepli bir türlü geçmez bir iç sıkıntısı içindeyim. Her gün Starbucks'tan filtre kahvemi alıp South Bank'teki banklara gidiyor, hayatımı gözden geçiriyor, bazen saatlerce düşünüyor ve çevremdeki turistlerin mutluluğunun birazının bana bulaşmasını diliyorum. Dün yine her zamanki gibi bunu yaparken oturduğum bankta "Everybody needs a place to think" yazdığını fark ettim. Tam da düşünmek için oturduğum bir bankta bu yazıyı görmek beni gülümsetti. 

Lütfen, lütfen, lütfen, en kısa zamanda yeniden huzur sahibi olmak istiyorum.

Sunday, 16 September 2012

bizarre love triangle

Evde oturup depresyon büyütmeyeceğime dair verdiğim karar sonucu bütün haftasonu dışarıdaydım. Cuma akşamı arkadaşlarım sayesinde biriyle tanıştım. Birilerinden ilgi görmek şu ayrılık sonrası içine sıçılan özgüvenime çok iyi geldi. Kalsam belki aramızda bir şeyler olurdu, ama çok sarhoş olduğumdan ve aceleye getirmek istemediğimden erken eve dönmeye karar verdim. Oturduğumuz mekandan çıkarken arkadaşımla karşılaştım, birlikte otobüs durağına yürüdük. D'nin bana ilk kez beni sevdiğini söylediği günün akşamı o arkadaşımla o pub'a gitmiştik, ve aynı otobüs durağında arkadaşımın bana sürpriz bir öpücük kondurması üzerine D ile başkalarıyla birlikte olmayacağımız kararı vermiştik. Aynı zamanda bahsettiğim otobüs durağı D'yi ilk kez gördüğüm barın hemen karşısındaydı. Gece boyunca içtiğim bir sürü cinin de etkisiyle tüm bunların geçmişte kaldığı bir kez daha kafama dank etti ve ağlamaktan makyajım akmış bir halde eve gelerek sızdım.

Dün sabah uyandığımda geçen hafta boyunca olduğu gibi ilk aklıma gelen şey D ile ayrılmış olmamızdı, ama bu kez önceki gece tanıştığım kızın varlığı içimi mutlulukla doldurdu. Akşam da bu bahsettiğim insan ve bizi tanıştıran arkadaşlarımla dışarı çıktık. Yeni insan benden çok hoşlandığını ve beni tekrar görmek istediğini söyleyince neden bilmiyorum, birden bir acayip oldum. Yeni birinin hayatıma girmesi iyi geldi, ama bu kadar erken yeni ufuklara yelken açmak ve özellikle de bunu D'den etkilendiğimin yarısı kadar etkilenmediğim biriyle yapmak ayık kafayla düşününce doğru gelmiyor.

İçimde hala bu D işinin yüzde 100 bittiğine inanmak istemeyen ve gerçekten iddia ettiği kadar aşık olan insanların "Bu aralar çok derdim var, single olmam lazım" gerekçesiyle ilişki bitirmeyeceğinin günde birkaç kez hatırlatılmasına ihtiyaç duyan bir yer var. O yüzden kendime not: D ve sen dış etkenler yüzünden ayrılmadınız, ilişkinizin bitmesini gerektiren en ufak bir sebep yoktu. Tartışmadınız bile, bu tamamen onun kararıydı. Böyle birinin (i.e. asshole) sana ettiği lafların gerçek olduğuna inanmaya devam etmen ve kendini yiyip bitirmen gerçekten içimde saçlarımı yolma isteği uyandırıyor.

**

Bugün Intouchables adlı bir film izledim, şu ruh halimle bile beni çok güldürdü. Sonundan ise o kadar etkilendim ki, sinemadan çıktıktan sonra eve gidemedim, kendimi en yakın Starbucks'a atıp bir kahve eşliğinde düşüncelerimi process etme ihtiyacı duydum. Bence izleyin.

Friday, 14 September 2012

b3
















I refuse to remain in regret
To pander like a slave to your wants

I refuse to remain in regret
I refuse to be left behind.

Thursday, 13 September 2012

break this bittersweet spell on me

Günlük hayatıma devam etme çabalarıma rağmen depresif ruh halim devam ediyor. Günün büyük kısmında D'yi düşünüyor, saat başı kendimi ezik Emrah bakışlı gözlerle camdan dışarı bakıp tüm gücümle onun gelmesini diler halde buluyorum. Tam kendime geldim derken onu hatırlatan bir şey karşıma çıkıyor ve yatağa girip önümüzdeki 6 ayı uyuyarak geçirme isteği duymaya başlıyorum. Londra'ya döndüğümden beri annemle ve yakın bile olmadığım bir arkadaşımla günde birkaç kez mesajlaşmak dışında hiçbir insanla iletişimim yok. Hayatımda hiç bu kadar yalnız ve umutsuz hissetmemiştim. Ve daha depresif kış ayları gelmedi bile.

Kafama da şu şarkı takıldı, senelerdir dinlemediğim.


Wednesday, 12 September 2012

i knew better, still you said forever

10 saatlik uyku sonrası bu sabah gözlerimi Londra'da açtım. Yatağımın yanındaki pencereden baktığımda gördüğüm masmavi, bulutsuz gökyüzü, bana hala yaz ruh halinde olduğumu ve şu anda vücudumdaki tek bir hücrenin bile Londra'da olmak istemediğini fark ettirdi. Her Londra'ya dönüşümde ilk gün biraz acayip hissederdim, ama bu kadar yabancı hissettiğim hiç olmamıştı, hiç böyle "Her şeyimi toplayıp eve dönmek istiyorum" diye düşünmemiştim. İki yıl önce Lisa'yla yine dönmeme birkaç gün kala ayrıldığımızda dört gün içinde yeni bir ev bulma ve taşınma gereğinin verdiği strese rağmen bu kadar umutsuz ve kötü hissetmemiştim,   kafamda "En iyisi neyse o oldu, bunu kısa sürede atlatacak ve yeni bir hayata başlayacağım" diyen bir yer vardı. Ve hissettiğim azıcık moral bozukluğunun neredeyse tamamı Lisa'yı kaybetmiş olmaktan değil, alışkanlığa dönüşmüş uzun süreli bir ilişkinin bitmesinin getireceği değişimden çekinmemden kaynaklanıyordu. Bu kez öyle değil. Beş gündür hem çok yalnız kalamadığımdan, hem de kendimi "Bu insan için bir daha gözyaşı dökmeyeceğim" diye kastığımdan, bir kez olsun oturup ağlamadım. Ama içimde 20'li yaşlarıma gelip ergenliğin duygu yoğunluğunda yaşanan ilişkileri geride bıraktığımdan beri deneyimlemediğim, çok fena bir ağırlık hissi var ve yakın zamanda bir yere gidecek gibi görünmüyor. Bana saçmalamayı bırakmamı, hak etmeyen insanlar için üzülmenin enayilik olduğunu ve bunun değerimi bilecek biriyle karşılaşma yolunda bir adım olduğunu söyleyip duran mantıklı iç sesimi dinlemek, hatta o ses olmak istiyorum. Yani içimde duyguları kenara bırakıp mantıklı düşünebilen böyle bir yan varsa, o ses zihnimin tamamını oluşturuyormuş gibi davranıp tamamen olaylara o çerçeveden bakabilmeliyim, değil mi? Ama yapamıyorum. Hala "Bugün öğleden sonra yanıma gelmek için işten izin alacaktı, belki yine de gelir" diye saçma sapan şeyler peşinde olan kalbimin sesini dinliyorum. Ve mantıklı sesimi dinlemeye dair telkinlerimin hiçbiri işe yaramıyor. Yaramadığı gibi, bir yandan da mantıklı sesimin kalp sesime loser işareti yaptığını görür gibiyim.

Sinir bozucu.

Monday, 10 September 2012

again i go unnoticed

En son post'umdan beri olanlar sonrasında post'uma tamamen alakasız bir nedenle verdiğim "all sparks will burn out" isminin ne kadar öngörülü olduğunu anladım.

Takip ediyorsanız son 6 ayda biriyle tanışıp hayatımda ilk kez head over heels bir şekilde aşık olduğumdan, sonra ayrıldığımızdan ve birkaç gün sonra dayanamayıp barıştığımızdan bahsetmiştim. Cuma günü o ilişki kesin olarak bitti.

Ayda bir kavga edip "ayrılan" ve tekrar barışan insan modeli bana çok uzak gerçekten. Biriyle tartıştığımda ayrılığı bir tehdit ya da istediğimi elde etme aracı olarak kullanan biri değilim; ayrılık benim için kesin, son ve geri dönüşü olmayan bir şeydir. Zaten şu ana kadar kendi ayrıldığım biriyle barıştığım olmadı, ayrılıp barıştığım ilişkilerde ayrılık ilk başta hep karşı taraftan kaynaklanmıştı. Bu durumda da ayrılmak D'nin fikriydi. Cuma günü bana şu anda kafasının çok meşgul olduğunu, arkadaşlıktan başka bir şey veremeyecek kadar stres içinde olduğu bir dönemden geçtiğini söyleyen bir mesaj attı. Şu anda benim tekiyle bile zor baş edeceğim büyüklükte iki ciddi ailevi problem yaşıyor, o yüzden böyle hissetmesini anlayabiliyorum. Ve benim bir derdim olduğunda sevdiklerine daha da bağlanan, insan desteğine ihtiyaç duyan biri olmam, bazı insanların tam tersine uzaklaşma ihtiyacı duymasını daha az geçerli kılmıyor. Ama bu işin artık yoyo gibi bir öyle bir böyle bir oyuna dönüştüğünü, benim hislerimi hiç dikkate almadığını; ya benim için böyle kolay bir şekilde kenara atabilecek kadar az şey hissettiğini, ya da hayatı biraz yoluna girince onu bekliyor olacağımı varsaydığını düşündüm ve çok sinirlendim. Bütün eski sevgilileriyle şu anda yakın arkadaş olan biri olarak benimle de arkadaş kalmak istiyordu, ama ona bunu istemediğimi ve en az birkaç yıl benimle iletişim kurmamasını söyledim. İlk kez ayrıldığım biriyle, belki aşık olduğum tek insan olduğu için, belki de aşık olduğum tek insan olmasına rağmen, ayrıldıktan sonra arkadaş kalma denemesinde bulunmadan onu tamamen hayatımdan silme kararı verdim. Bir yanım gerçekten kullanılmış ve bıkmış hissediyor, benim tüm bu yaptıklarına rağmen hayatında kalacağımı varsaymasına kızgın ve ona bu tatmini vermek istemiyor; diğer yanım ise o günden beri her yarım saatte bir "Acaba doğru kararı mı verdim" diye aramızdan geçen diyalogu tekrar tekrar canlandırarak kendini sorguluyor. Mantıklı düşündüğümde hayatında onun benim için olduğu kadar vazgeçilmez olmadığım, beni mutlu ettiği kadar mutsuz da eden birinin hayatımdan çıkmış olmasının uzun dönemde olabilecek en iyi sonuç olduğunun farkındayım. Ama yine de nadir görülecek güzellikte bir şeye yazık olduğunu hissediyorum.

Her biten ilişki sonrası zamanımı boşa harcamamak için bir savunma mekanizması olarak belki de, kendime bir ders çıkarıyorum. Bunun dersi de söyledikleri ne kadar hoşuma gitmiyor olsa da asla içimdeki sesi susturmamak. Gitmeden önceki son haftamda çok uzak davranıyordu, ama annesiyle ilgili aldığı kötü haber yüzünden olduğunu söylediğinde ona inanmış ve içimdeki aksini söyleyen sesi paranoya yapıyorum diye susturmuştum. Demek ki başkalarından önce her zaman kendi iç sesimi dinlemem gerekiyor.

İngiltere'ye gittiğimden beri yaşadığım iki ilişkinin de Türkiye'ye ilk uzun gelişimden sonra içine edildiğini, tam iki yıl önce de Eylül ayında yaz tatilimi yapıp Londra'ya dönmeme 2-3 gün kala sevgilimin mesajla benden ayrıldığını fark etmek de sanırım bundan sonra benim için ayrı bir endişe kaynağı olacak. Daha önce böyle bir şey yaşadığım için bu kez giderken içimde "Gittiğimde kötü bir şeyler olacak" türü bir endişe vardı, demek ki bir şeylerin yolunda gitmediğini sezmiş ve bunu kabullenmek istememişim. Ama geçmişe bakınca görmesi kolay tabii.

Wednesday, 5 September 2012

all sparks will burn out

Fena halde koşuşturmaca bir yolculuk sonunda geçen hafta sonu İzmir'e gelmeyi başardım. Evden erken çıkmıştım ve bilet aldığım havaalanı otobüsü yerine bir öncekine binmeyi planlıyordum, ama Londra çıkışında otobanda gerçekleşen dev bir kaza sonucu bir önceki otobüs bir buçuk saat gecikmeli hareket etti. Bir de yaşadığım o uçağı kaçıracağım stresinin üzerine bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Otobüs sonunda geldiğinde üzerimdeki beyaz t-shirt parlak mavi sütyenime yapışmış, saçlarım banyo yapmışım gibi ıslanmıştı. Klimadan donmamak için saçlarımla omuzlarımı falan örttüğüm fena bir otobüs yolculuğundan sonra son dakikada havaalanına ulaştım. "Nasıl olsa eve gidiyorum" diye düşünerek yanıma 3-5 t-shirt ve bir elbiseden başka şey almamış olduğumdan yolculuğu iç çamaşırsız bir şekilde tamamlamak zorunda kaldım. Eve geldiğimde saat geceyarısını geçmişti.

Sabah annemin yazlığına doğru yola çıktık. Birkaç gün orada kafa dinleyip İzmir'e döndük. Hemen ertesi günü Sakız Adası'na gittik. Üç gün boyunca araba kiralayıp ne kadar dokunulmamış, ücra plaj varsa gezdik. Adanın orta kesimlerinin büyük bir kısmı yanmıştı. Siyasi/ekonomik amaçlar uğruna güzelim ağaçları, bitkileri, o yeşil alanlarda yaşayan hayvanları canlı canlı yakarak öldürmenin nasıl bir vicdansızlık olduğuna, böyle şeyleri yapanların gece nasıl uyuyabildiğine bir kez daha hayret ettim.

Sakız dönüşü akşam Çeşme'deki evde kaldım (sabah erken uyanıp ilk iş denize gitmek gibisi yok gerçekten). Denizdeyken yan evlerin birinde oturan bir adamla bir şekilde Sakız'a gittiğimiz muhabbeti açıldı. Adam oraya neden gittiğimizi sordu, plajların çok güzel olduğunu söyledim. "Çeşme'de bir sürü güzel plaj varken kalkıp oraya neden gideyim" falan demeye başladı. Ve benim yine sinirlerim attı. Bir, gitmediğin yer hakkında neden yorum yapıyorsun? İki, Çeşme'nin avantadan yaşama peşindeki işletmeciler tarafından ele geçirilip bangır bangır müzikli, suyun 5TL'ye satıldığı beach club'lar haline dönüştürülmüş plajları ile, Sakız'ın el değmemiş koyları bir mi? Üç, insanda nasıl bir keşfetme isteği, bir değişiklik arayışı olmaz? "Nasıl olsa burada benzeri var" mantığında olan, kıçını kaldırıp ülkesinden dışarı adım atma gereği duymayan tipler seyahatten ne anlar ki zaten? Her şeyin en iyisinin kendi ülkesinde olduğunu zanneden ve yeni şeyler denemekten kaçınan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.

**

Sinir olmaktan bahsetmişken, bugün NTV'de Facebook'la ilgili bir haber vardı. Facebook'tan "Face" diye bahsedilmesine inanılmaz derecede sinir oluyordum, bu huy gazete ve televizyonlara da sıçramış. "Face" nedir ya, LOL. Türkiye dışında hiçbir yerde duymadım öyle bir laf.

Sosyal ağ ortamlarında sinir olduğum bir diğer şey de evlerine "Bilmemkim Malikanesi" diyerek Foursquare'de check-in yapanlar. Sosyal statü kompleksi her şeyi yaptırıyor insanlara. En ufak bir gizlilik ayarı olmayan, her şeyi herkesin görebildiği bir ortama açık açık ev adreslerini yazıyorlar. Sonra da evden çıkıp bir cafe'de falan check-in yaptıklarında adresini verdikleri evlerinde kimse olmama ihtimalinin yüksek olduğu kabak gibi ortada oluyor. Gerçekten akıl alır gibi değil.

**

Geçen sene Türkiye'deyken Reeder'dan bir e-kitap okuyucu almıştım. Alalı iki ay olmadan ekranı çatlamıştı. Ekran çatlamasının e-ink ekranlarda çok sık görülen bir şey olduğunun Google'da iki dakikalık bir aramayla görülebilmesine rağmen Reeder Müşteri Hizmetleri bunun çok istisnai bir durum olduğunda ısrar etmiş, ürün iki yıl garantili olmasına rağmen çatlamanın benim hatam olduğunu söyleyerek tamir için 150 dolar + KDV gibi saçma sapan bir ücret istemişlerdi. Sonuç olarak Reeder'ın iş etiği ve müşteri memnuniyeti anlayışından o kadar midem bulanmıştı ki, bir daha asla hiçbir ürünlerine elimi sürmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. O yüzden İngiltere'ye dönene kadar ihtiyaç duymama rağmen yeni bir ebook reader almadım. Amazon'un müşteri hizmetlerinin müşteri üstüne oturup ekranı çatlatsa bile anında yeni Kindle gönderdiğini okuduktan sonra geçen ay sonunda kendime Kindle almaya karar verdim. Ekstra garanti istediğimden Amazon UK'in sattığı iki yıllık her şeyi kapsayan garantiyi de satın aldım; çalınsa, havuza düşse, üstüne basılıp kırılsa bile kapsıyor. Böylece artık kafam rahat, elimde kalırsa diye üzülmüyorum. Ve Kindle bağımlılığım çılgın bir hale geldi. Günde saatlerce kitap okuyorum, günlük 16 saati bulabilen bilgisayar kullanımım 3-4 saate indi.

Kindle'ım beni çağırıyor.

Friday, 24 August 2012

norma jean

Topluluk içinde sigara içilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Özellikle yaz sıcağında dışarıda oturuyor ve azıcık bir (temiz havalı) esinti bekliyorken dibimde sigara içmeye başlayan insanlar çok sinirime dokunuyor. Özellikle bu insanlar arkadaşım iseler, "Rahatsız olur musun" diye sormadan pofur pofur sigara içmelerine çok kızıyorum. Beş dakikalığına muhabbetine ara verip insan olmayan bir yere gitmek, orada içmek çok mu zor? İşin pasif içicilik kısmına girmiyorum bile, derdim o değil. Ama sigara gerçekten iğrenç kokan bir şey. İçenler farkında olmuyor, ama sinemada falan sigara içen biri 5 koltuk öteme dahi otursa daha o gelmeden leş gibi sigara kokusu geliyor. Üzerimde o kokunun olmasını istemiyorum, özellikle upuzun saçlara sigara kokusu nasıl siniyor anlatamam. O yüzden yanımda sigara içilmesini hiç sevmiyorum ve bunu kendine hak gören, çevresindeki insanların kendi sigarasına katlanmak zorunda olduğunu düşünen görgüsüz insan modelinden hiç hazzetmiyorum.

Yürürken sigara içenlere ayrı bir uyuzum. Onlar sağına soluna bakmadan, küllerini arkadaki insanın yüzüne savurarak geçip giderken, biz zavallılar sigarayla yanmamak için kendimizi kollamak zorunda kalıyoruz.

Hiç. Hoş. Değil!

Kırk yılda bir düşünceli bir şekilde içilen sigara neyse de, bundan sonra asla düzenli olarak sigara içen biriyle birlikte olmam mümkün değil sanırım.

**

Yarın İzmir'e gidiyorum. Önümüzdeki üç hafta boyunca Çeşme'de ya da İzmir'deyseniz ve bana bir içki ısmarlamak isterseniz hayır demem :P İkinciler benden.

**

Balenciaga çantalarımdan birini eBay'de satışa çıkarmıştım. İlk iki seferde satılmadı, üçüncü kez listeleliğimde 3-4 kişi mesaj atıp fotoğraf istedi. Açık artırmanın bitişine daha günler varken birisi çantama teklif verdi. Başka bir teklif gelmedi ve cumartesi günü açık artırma bitti. Kazanan kişiye iki kez ödemesi için uyarı, bir kez de özel mesaj gönderdim, tık yok. Olayı eBay'e bildirmek ve ödemediği için alıcıyı şikayet etmek zorunda kaldım. eBay'e yeni üye olan insanlar teklif verdikleri şeyleri kazanırlarsa almak zorunda olduklarını, teklifin bir kontrat olduğunu bilmiyorlar sanırım.

Boşu boşuna zamanımı harcayan göt zekalı alıcıma hak ettiğini diliyorum.

**

Bu aralar kesinlikle tavsiye ettiğim iki film izledim: Albert Nobbs ve If....

Boş vaktiniz varsa ikisi de çok izlenesi.

Tuesday, 21 August 2012

weapon of massive consumption

Bu aralar fena halde bargain hunter moduna geçmiş durumdayım. Nerede indirim varsa koklayıp buluyorum. Adından da anlaşılabileceği gibi her şeyin 1 pound'a satıldığı Poundland mağazalarında Stila makyaj malzemeleri satıldığı haberini aldıktan sonra üşenmedim, kalkıp Poundland'in yolunu tuttum. Gerçekten de Debenhams'da 24 pound'a satıldığını gördüğüm Stila renki nemlendiricinin 1 pound'a satıldığını görüp sevinç çığlıkları atmak istedim, ama maalesef cilt tonuma uygun rengi kalmamıştı. Yine de boşuna gitmiş olmadım, kozmetik bölümünde süper şeylere rastladım (ve hatta bir de The Kooks CD'si buldum):

Revlon oje £6.49 £1



Rimmel parlatıcı £6.29 £1



Rimmel far £6.99 £1



Olay yüz yıkama jeli £2.99 £1



CD £10 £1


İndirim demişken, Poundland sonrası bir de TK Maxx'e uğradım. Aşağıdaki Chloe gözlüğü buldum, hem de orijinal kutusu, garanti /authenticity kartları ve silme beziyle! Bir de tam benim bedenim bir Elie Tahari elbise gözüme çarptı (£24!!) ama sinemaya geç kaldığımdan denemeye fırsat bulamadım. 



Chloe gözlük £130 £19




İngiltere'ye yolunuz düşerse Poundland'in kozmetik bölümünü ve TK Maxx'i kesinlikle tavsiye ederim. 

Thursday, 16 August 2012

chariots of fire

Çok uzun zamandır yokum, farkındayım.

En son yazdığımdan beri bir sürü şey oldu, ama öyle bir "Gerçek hayattan olabildiğince uzun süre kaçmak istiyorum" modundaydım ki, gelişmeleri bildirme isteği bulamadım içimde. Bu 3 hafta boyunca yapmam gereken her şeyi ya tamamen geçiştirdim ya da geciktirdim, sorumluluklarımın çoğunu görmezden geldim. Aynı şekilde arkadaşlarımı da. Facebook mesajlarına ya da email'lere bazen okuduktan günler sonra cevap verme huyu olan biri olduğumu biliyor olabilirsiniz, ama bu dönem boyunca mesajlara cevap vermeme sürem "Yarın cevaplarım" diye diye neredeyse bir aya ulaştı. Mesaj attıysanız ve hala cevap vermediysem nedeni bu içimdeki daralma hissidir, çok özür diliyorum.

En son yazdığımdan beri neler oldu?

Ayrılmamıza rağmen D ile her gün konuşmaya devam ettik. İlk birkaç gün tamamen didişme/birbirini suçlama modunda geçtikten sonra ayrılmanın D için sandığım kadar kolay olmadığını, evini ve ailesini bırakıp kafa dinlemeye Manchester'daki bir arkadaşına gittiğini öğrendim. Onun da "aşk acısı" çektiğini bilmenin verdiği memnuniyetle nasıl olduysa verdiğimiz arkadaş kalma kararı, birbirimiz olmadan yapamadığımız kararına dönüştü. D'nin en kısa zamanda çocuğunun velayet durumunu halletmesine, kendisine bir ev bulmasına ve şu anki durum ne kadar boktan olsa da bunu atlatabileceğimize karar verdik. Eskisi kadar görüşemiyoruz, ama (eğer öyle bir şey mümkünse) kendimi eskisinden çok daha fazla aşık hissediyorum.

D'nin birlikte yaşadığı kız arkadaş (T) fena halde depresyonda. Hani intihar edebileceği gerekçesiyle hastaneye kapatılmasına ramak kalmış derecede bir depresyon. Birkaç haftadır D'ye bakıyorduk, ama T'nin iyice çıldırması ve D'nin çocuğu böyle dengesiz bir haldeyken T'ye emanet etmek istememesi nedeniyle ev işini bir süre ertelemeye karar verdik. Bugün T'nin psikiyatristiyle randevuları var, T'ye hastaneye yatma ya da   benzeri yoğun bir psikiyatrik yardım türü nasıl bir çözüm bulunabileceğini konuşacaklar. D ve T dün mahkemeye gidip velayet işi için gereken belgeleri teslim ettiler. T'nin de gerekli psikiyatrik desteği en kısa zamanda bulacağını ve ben Türkiye'den dönene kadar (1 ay var) bu işin hallolmuş olacağını umuyorum.

Biz tam barışma modundayken Olimpiyatlar başladı ve tüm mutsuzluğumu alıp götürdü. Canlı canlı iki voleybol maçı ve erkekler maratonunu izleme şansı elde ettim. 16 gün boyunca tüm hayatım Olimpiyatlar çevresinde döndü, abartısız her gün sabahtan akşama BBC'nin sitesinden Olimpiyatlar'ı izledim. Yüzme olduğu günler akşam finalleri kaçırmayayım diye arkadaşlarımı ektiğim bile oldu.

Olimpiyat yapılan bir şehirde yaşamak gerçekten bir başka oluyormuş. Londra Olimpiyatlar'da ne kadar güzeldi, hayat ne kadar dolu doluydu anlatamam. Her yer atlet ve turist kaynıyordu. Her evden çıkışımda mutlaka birkaç atlete denk geliyordum. Televizyonlar, gazeteler, her yer Olimpiyat doluydu. Olimpiyatlar'ı yayınlamayan bir pub'a ya da Olimpiyatlar'dan bahsedilmeyen bir sohbete denk gelmek imkansız gibiydi. Çoğu restoran/pub/dükkan Olimpiyat promosyonları yapıyor, hediyeler dağıtıyordu. Şehrin dört bir köşesine büyük ekranlar kurulmuştu. Hyde Park'ta 16 gün boyunca her gün bir sürü ekrandan o anda gerçekleşmekte olan tüm karşılaşmalar/etkinlikler izlenebiliyordu, ardından da bedavaya dünyaca ünlü grupları (Feeder, The Enemy, The View, Temper Trap, Noisettes vs) canlı izleyebiliyordunuz. Belli başlı sinemalar birer salonlarını Olimpiyatlar'a ayırmıştı, yine bedava her şey büyük ekranda izlenebiliyordu. Her gün bir sürü bedava konser, tiyatro, sergi, gösteri vs vardı. Şehrin turistik yerlerine dev Olimpiyat maskotları yerleştirilmiş, ünlü binaların önüne Olimpiyat halkaları dikilmişti. Maraton, bisiklet yarışı gibi şehir merkezinden geçen etkinlikler bedava izlenebiliyordu. Tüm şehre inanılmaz bir dostluk ve beraberlik havası hakimdi. Pub'da arkadaşınızla oturmuş içki içiyor ve Olimpiyat izliyorsunuz, bir bakıyorsunuz işten çıkmış takım elbiseli insanlarla dolu pub'daki herkes ayaklanmış, rekor kırıldı diye mutluluk çığlıkları atıyor. Öyle bir ortamdı. Hayatımın en güzel 16 günü ve kesinlikle benzersiz bir deneyimdi. Hayatta yapılacaklar listenize ne yapıp edip Olimpiyatlar'ın düzenlendiği bir şehirde bir ay falan yaşamayı ekleyin.

Bitti diye içimde nasıl bir boşluk var, anlatamam.