Tam İzmir'e alışmıştım ki, Londra'ya dönüş zamanı geldi. Az sonra bahsedeceğim şey dışında süper bir tatil geçirdim. Ben 30-35 derece günlük güneşlik bir hava beklerken çoğu gün kısmen kapalı ve serindi, ama yine de bir gün Ilıca'da ve bir gün Kuşadası'nda deniz-kum-güneş faslı yapmayı başardım.
O da değil, Londra bugün 27 derece ve güneşliymiş. Mayıs ayında görülmemiş şey gerçekten. Bugün daha erken saatte dönüyor olsam, yarın sabah uyanır uyanmaz kendimi Brighton'a atar ve bütün gün güneşlenirdim.
Kötü şey demişken, bir buçuk yıl önce aldığım Sony Vaio laptop'um yavaşlama belirtileri göstermeye başlamıştı, ama yaşına göre kabul edilebilir bir yavaşlamaydı. Türkiye'ye geldiğimde hızı gittikçe azalmaya başladı, öyle ki Pazar akşamı Windows'un başlayabilmesi tam olarak 3 saat 45 dakika sürdü. Virüs falan bulaştığı sonucuna varıp geri bir tarihe almaya çalıştım, ama yapamadı. İçindekileri alıp format atayım dedim, denediğim hiç bir taşınabilir belleği tanımadı. 36 saat falan uyumak ve yemek yemek dışında full bununla uğraştıktan sonra laptop'un annemin işyerindeki IT bölümüne gitmesine karar verdik. Hard diskin sizlere ömür olduğu ve içindeki dosyaların kurtarılmasının mümkün olmadığı ortaya çıktı. Laptop hala garanti kapsamında olduğu için Sony'i aradık, ertesi gün İngiltere'ye döneceğimi ve hemen tamir edilmesi gerektiğini söyledik, 2 saatte hard disk'i değiştirip laptop'umu geri verdiler. Binlerce fotoğraf, şarkı, ebook kaybettim, ama bilgisayarsız kalmadığıma şükrediyorum. Giderken bunu burada bırakmak zorunda kalsaydım çok kötü olurdu, yeni bir laptop istemiyorum çünkü. Bilgisayardır, telefondur, iPod'dur, kameradır türü teknolojik bıdılarımı 4-5 sene geçip iyice kullanılamaz hale gelene kadar kullanıyorum; tamir edilemez ya da garanti süresi dolduğu için tamiri çok pahalıya gelecek durumda olmaları dışında bu bahsettiğim şeylerin yenisini almak bana kafayı teknolojik trendlere kaptırıp giden enayi insan modeli olmak gibi geliyor. O yüzden yeni bir laptop almak zorunda kalmadığıma çok sevindim.
Geçen haftasonu babam bana "Bak bakalım bunu hatırlayacak mısın" diye Timo Maas'ın Brian Molkolu şarkısı Pictures'ı dinletti. Çok sevmeme rağmen 7 yıldır dinlememiştim, gerçekten de şarkının varlığını unutmuşum. O zaman bana pek bir şey ifade etmeyen sözleri şu anda anlamlandırabiliyor olmam da ilginç bir şey.
Wednesday, 23 May 2012
Friday, 18 May 2012
what a shame
Geçen gün profil fotoğrafını değiştirdiği notification'ı gelince Türkiye'deki eski sevgililerimden birinin profiline yönlendim. Birlikte olduğumuz zaman (4 yıl önce) hiç bir erkekle birlikte olmamış olan ve olmaya niyeti yokmuş gibi görünen bu insanın profilinde bir erkekle ilişkide olduğunu görünce şoke oldum. Bilmem kaç sene önce Türkiye'de bulunduğum bir dönemde sevgilimsi olduğum ve bana kendini eşcinsel olarak tanıtan biri daha şu anda bir erkekle birlikte. Gerçekten çok şaşırtıcı.
Bu insanların ikisi de ailelerinin eşcinsel olduklarını öğrenmesinden fena halde korkan tiplerdi. Gerçekten biseksüel olmaları ve cinsel yönelimleri konusunda kafalarının karışık olması mümkün değil mi, mümkün tabii. Ama ben bu insanlarla yaşadığım şeylere dayanarak (en azından birinin) tamamen kendilerini kandırmakta olduklarını, "Kendimi karşı cinsten hoşlanmaya zorlarsam belki gerçekten hoşlanırım" zihniyetinde olduklarını düşünüyorum. Buna gerçekten inanıyorlar mı bilemiyorum.
Geçen sene yine Türkiye'den bir arkadaşım bana "artık eşcinsel olmak istemediğini" ve kendini "normal" olmaya zorlamaya karar verdiğini, bunun için bir erkek arkadaş edindiğini söylemişti. Bu üç insan da aynı mantıkta sanıyorum ki: Kendi eşcinselliklerinin "yanlış" olduğuna inanmalarına neden olan içselleştirilmiş bir homofobi, benliğini kaybedecek hale gelene kadar kendini kandırmak, homofobiye maruz kalma riskine girmemek için ot gibi yaşayıp gitmeyi seçmek.
Ne kadar da üzücü.
Tuesday, 15 May 2012
we'll never feel so safe again, but love always remains
Geçtiğimiz hafta oldukça ilginçti. Yazacak vaktim olmadı.
Salı akşamı İKSV'nin çok daha büyük ve İngiliz versiyonu olan BFI'da 1982 yılından kalma, iki kadın atletin ilişkisini anlatan bir film olan Personal Best'in gösterimine gittim. Eski filmlerden zevk alan biri olamadım asla, ancak bu film çok hoşuma gitti. Hem eğlenceli, hem de bu aralar Londra'yı baştan aşağı saran Olimpiyat ruh haline uygun bir filmdi.
Çarşamba akşamı tam laptopumu kapatıp yatmak üzereydim ki, Barack Obama eşcinsel evliliğe destek verdiğini açıkladı.
Perşembe günü London School of Economics'in kütüphanesinde yer alan LGBT arşivinde bir workshop'a katıldım. Arşiv adından da anlaşılabileceği üzere eşcinsel, biseksüel ve trans bireyleri ilgilendiren gazete, dergi, poster, el ilanı gibi belgeleri topluyor ve LGBT kültürün kaydını tutuyor. Workshop oldukça ilginçti, 1940'lardan kalma eşcinsel dergilerine göz atma fırsatı yakaladım. Daha sonra bir soru-cevap session'ı vardı. Birisi Obama'nın önceki akşamki açıklamasından bahsetti. Ben, ve çevremdeki pek çok eşcinsel, görevdeki bir ABD Başkanı'nın ilk kez açıkça eşcinsel evliliği desteklemesine tarihin dönüm noktalarından biri olarak bakıyorduk. O açıklamayı gördükten sonra gerçekten mutluluktan ağlamak istedim, ABD Ordusu'ndaki 'don't ask, don't tell' muhabbetinin kaldırılmasından beri ABD'deki bir gelişmenin beni bu kadar mutlu ettiğini hatırlamıyorum. ABD ile en ufak bir alakası olmayan biri olmama rağmen hayatımda ilk kez eşcinsel evliliğin ABD'de, İngiltere'de ve hatta Türkiye'de mümkün olacağını ve dünya gözüyle bunu görebileceğimi hissettim. Workshop'ta benim eşcinsel hakları açısından cidden önemli bir adım olarak gördüğüm bu açıklama hakkında "Onun böyle demesi neyi değiştiriyor ki" diyen biri vardı. Obama'nın o açıklamayı seçim öncesi "pembe oy"u toplamak için yapmış olması benim için önemini azaltmıyor. ABD'de eşcinsel evliliğin eyaletlerin inisiyatifine bırakılmış olması nedeniyle Obama'nın eşcinsel evliliğe arka çıkması yasal olarak pek bir şey ifade etmeyebilir, ancak yine de bu anın neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak zorunda olmadığıma, azıcık common sense sahibi insanların bunu kavrayabileceğine inanıyorum.
İngiltere'de bu aralar eşcinsel evliliğin yasallaşması gündemde. Eşcinseller şu anda dini olmaması dışında evlilikle tamamen aynı anlama gelen "civil partnership" olayına girebiliyorlar, ancak evlenemiyorlar. Birkaç aşırı dinci grup dışında ülkenin çoğu eşcinsel evliliğe sıcak bakıyor ve yakın zamanda eşcinsel evliliğin İngiltere'de mümkün hale geleceğine inanıyorum. Darısı diğer ülkelerin başına.
Cuma akşamı BFI üyeleri için yönetmen Asif Kapadia ile bir söyleşi vardı. Söyleşiden sonra Kapadia'nın kendisine en çok ilham veren film olarak nitelediği Do the Right Thing gösteriliyordu. Her ay iki kez yapılan ve ünlü isimlerin konuk edildiği bu üyelere özel ücretsiz gösterimlere bir ay öncesinden başvurmak gerekiyor ve biletler kurayla veriliyor. Bu ay nasıl olduysa bana iki tane bilet denk geldi, sevgilimle gittik.
Film öncesi Thames nehri kıyısındaki Las Iguanas'ta Pescado a la Macho adlı über bir yemek yedik. Kerevit, karides, kalamar ve midye beyaz şarap ve paprikalı bir sosla pişirilip pilavla birlikte servis edilmişti. Hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Yemek eşliğinde içtiğimiz güzelim Şili şarabı beni kısmen çakırkeyif yapmıştı zaten. Oradan BFI'daki gösterim öncesi kokteyle gittik, bedava alkolü görünce kendimi tutamadım. Alkol eşliğinde daha da eğlenceli hale gelen Do the Right Thing son derece izlenesi bir filmdi, tavsiye edilir.
Cumartesi günü hayatımda üçüncü kez motora bindim. Sevgilimle önce aylardır görünmeyen güneşin tadını çıkarmak için Whitstable'a gittik (Sarah Waters hayranları orayı Tipping the Velvet'teki istiridyeci kızın yaşadığı kasaba olarak biliyorlar). Yengeçli sandviçlerimizi ve piknik battaniyemizi alıp deniz kenarına kurulduk. Oradan İngiltere'ye ilk taşındığımda yaşadığım Canterbury'e geçtik. Özlemişim. Motor üzerinde bir buçuk saatlik bir mesafenin popo ve bacaklarımın içine etmesi dışında çok, çok güzel bir gündü.
Onun dışında evdeydim. Yarın bir haftalığına İzmir'e gideceğim, o yüzden D beni görmeye geldi. Onu görmeden sekiz gün nasıl geçireceğim, bilmiyorum. Düşüncesi bile içimi bir fena yapıyor. Ne zaman evime gelse gittikten sonra içime çok, çok kötü bir ağırlık çöküyor. İlk bir saat kendimi çok yalnız hissediyorum.
Salı akşamı İKSV'nin çok daha büyük ve İngiliz versiyonu olan BFI'da 1982 yılından kalma, iki kadın atletin ilişkisini anlatan bir film olan Personal Best'in gösterimine gittim. Eski filmlerden zevk alan biri olamadım asla, ancak bu film çok hoşuma gitti. Hem eğlenceli, hem de bu aralar Londra'yı baştan aşağı saran Olimpiyat ruh haline uygun bir filmdi.
Çarşamba akşamı tam laptopumu kapatıp yatmak üzereydim ki, Barack Obama eşcinsel evliliğe destek verdiğini açıkladı.
Perşembe günü London School of Economics'in kütüphanesinde yer alan LGBT arşivinde bir workshop'a katıldım. Arşiv adından da anlaşılabileceği üzere eşcinsel, biseksüel ve trans bireyleri ilgilendiren gazete, dergi, poster, el ilanı gibi belgeleri topluyor ve LGBT kültürün kaydını tutuyor. Workshop oldukça ilginçti, 1940'lardan kalma eşcinsel dergilerine göz atma fırsatı yakaladım. Daha sonra bir soru-cevap session'ı vardı. Birisi Obama'nın önceki akşamki açıklamasından bahsetti. Ben, ve çevremdeki pek çok eşcinsel, görevdeki bir ABD Başkanı'nın ilk kez açıkça eşcinsel evliliği desteklemesine tarihin dönüm noktalarından biri olarak bakıyorduk. O açıklamayı gördükten sonra gerçekten mutluluktan ağlamak istedim, ABD Ordusu'ndaki 'don't ask, don't tell' muhabbetinin kaldırılmasından beri ABD'deki bir gelişmenin beni bu kadar mutlu ettiğini hatırlamıyorum. ABD ile en ufak bir alakası olmayan biri olmama rağmen hayatımda ilk kez eşcinsel evliliğin ABD'de, İngiltere'de ve hatta Türkiye'de mümkün olacağını ve dünya gözüyle bunu görebileceğimi hissettim. Workshop'ta benim eşcinsel hakları açısından cidden önemli bir adım olarak gördüğüm bu açıklama hakkında "Onun böyle demesi neyi değiştiriyor ki" diyen biri vardı. Obama'nın o açıklamayı seçim öncesi "pembe oy"u toplamak için yapmış olması benim için önemini azaltmıyor. ABD'de eşcinsel evliliğin eyaletlerin inisiyatifine bırakılmış olması nedeniyle Obama'nın eşcinsel evliliğe arka çıkması yasal olarak pek bir şey ifade etmeyebilir, ancak yine de bu anın neden bu kadar önemli olduğunu açıklamak zorunda olmadığıma, azıcık common sense sahibi insanların bunu kavrayabileceğine inanıyorum.
İngiltere'de bu aralar eşcinsel evliliğin yasallaşması gündemde. Eşcinseller şu anda dini olmaması dışında evlilikle tamamen aynı anlama gelen "civil partnership" olayına girebiliyorlar, ancak evlenemiyorlar. Birkaç aşırı dinci grup dışında ülkenin çoğu eşcinsel evliliğe sıcak bakıyor ve yakın zamanda eşcinsel evliliğin İngiltere'de mümkün hale geleceğine inanıyorum. Darısı diğer ülkelerin başına.
Cuma akşamı BFI üyeleri için yönetmen Asif Kapadia ile bir söyleşi vardı. Söyleşiden sonra Kapadia'nın kendisine en çok ilham veren film olarak nitelediği Do the Right Thing gösteriliyordu. Her ay iki kez yapılan ve ünlü isimlerin konuk edildiği bu üyelere özel ücretsiz gösterimlere bir ay öncesinden başvurmak gerekiyor ve biletler kurayla veriliyor. Bu ay nasıl olduysa bana iki tane bilet denk geldi, sevgilimle gittik.
Film öncesi Thames nehri kıyısındaki Las Iguanas'ta Pescado a la Macho adlı über bir yemek yedik. Kerevit, karides, kalamar ve midye beyaz şarap ve paprikalı bir sosla pişirilip pilavla birlikte servis edilmişti. Hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Yemek eşliğinde içtiğimiz güzelim Şili şarabı beni kısmen çakırkeyif yapmıştı zaten. Oradan BFI'daki gösterim öncesi kokteyle gittik, bedava alkolü görünce kendimi tutamadım. Alkol eşliğinde daha da eğlenceli hale gelen Do the Right Thing son derece izlenesi bir filmdi, tavsiye edilir.
Cumartesi günü hayatımda üçüncü kez motora bindim. Sevgilimle önce aylardır görünmeyen güneşin tadını çıkarmak için Whitstable'a gittik (Sarah Waters hayranları orayı Tipping the Velvet'teki istiridyeci kızın yaşadığı kasaba olarak biliyorlar). Yengeçli sandviçlerimizi ve piknik battaniyemizi alıp deniz kenarına kurulduk. Oradan İngiltere'ye ilk taşındığımda yaşadığım Canterbury'e geçtik. Özlemişim. Motor üzerinde bir buçuk saatlik bir mesafenin popo ve bacaklarımın içine etmesi dışında çok, çok güzel bir gündü.
Onun dışında evdeydim. Yarın bir haftalığına İzmir'e gideceğim, o yüzden D beni görmeye geldi. Onu görmeden sekiz gün nasıl geçireceğim, bilmiyorum. Düşüncesi bile içimi bir fena yapıyor. Ne zaman evime gelse gittikten sonra içime çok, çok kötü bir ağırlık çöküyor. İlk bir saat kendimi çok yalnız hissediyorum.
Monday, 7 May 2012
my best friends are all listening to crunk
Bu aralar Facebook listemdeki Türkiye insanlarının yarısı yurtdışında yaşıyor. Bunlar içinde bir grup insanın "Ülkemi özledim, ah gurbet" temalı update'lerine denk geliyorum sık sık. Ve bu insanlar gittikleri ülkede sürekli Türkler'le takılan, Türk mekanlarına giden, Türk yemekleri yiyen, internetten Türk gazeteleri okuyup Türk televizyonu izleyen, Türk müziği dinleyen, siyasetinden futbol maçı skorlarına kadar ülkede olan biten her şeyi takip eden tipler.
Ben bu seneki ev arkadaşımın tesadüfen Türk olması dışında Londra'da en ufak bir Türk çevresi olmayan, Türk mekanlarına gitmeyen, ülkede olan biteni pek takip etmeyen ve Türkiye'deki arkadaşlarıyla ancak onlar istediğinde ya da Türkiye'ye gideceği zaman konuşan biriyim. Haftada bir falan buradaki gazetelerde Türkiye'yle ilgili bir haber var mı diye bakıyorum, onun dışında çok çılgın bir şey olursa zaten ekşi sözlük'te sol frame'de görürüm zihniyetindeyim. Düzenli olarak Türkiye'den sadece annemle ve babamla konuşuyorum, her hafta mail'leştiğim biri var, birkaç arkadaşımla Facebook'ta arada konuşuyoruz, onun dışında Türkiye'yle pek bağım yok orada olmadığım zaman. Ve İngiltere'de yaşadığım dört yıl boyunca bir kez olsun "aaahhhh gurbet" türü bir şey hissetmedim.
Bu ülke özlemine yol açan şeyin ülkeyle bağlarını koparmama olduğunu düşünüyorum. Eğer insan herhangi bir sebepten uzun süreli olarak yurtdışında yaşamayı planlıyorsa, o bağların kısmen kopması, ya da en azından fena halde esnemesi gerekiyor. İnsanın enerjisini ve dikkatini taşındığı ülkedeki hayata, insanlara, kültüre uyum sağlamaya vermesi gerekiyor. Yoksa Amerika'nın bilmem ne kentinde "Küçük Türkiye" arayan, orada yaşamın tadını çıkarmak yerine evde oturup "Ah İstanbul İstanbul olalı" diye Sezen şarkılarına ağlayan tipler oluyorsunuz.
Benim bağlarım hiçbir zaman güçlü değildi, belki o yüzden zorluk yaşamadım ve bana söylemesi kolay geliyor. Bilmiyorum. Oluşundan günler sonra öğrendiğime göre Sibel Kekilli "Yüzde 10 Türk hissediyorum" demiş ve çılgın, gözü kapalı milliyetçiler sinirden kendilerinden geçmişler. O lafa katılmadan edemedim, yüzde 10 bile benim için şüpheli hatta.
**
Londra'da süper sample sale'ler oluyor. Kısa süreli olarak ünlü markaların eski sezon, gelecek sezon ya da vitrin ürünleri %70'i bulan indirimlerle satılıyor. Sadece aksesuar ve ayakkabılardan oluşan ve Balenciaga, Miu Miu, Marc by Marc Jacobs gibi markaların yer aldığı bir sample sale'e davetiye bulmayı başardım geçen hafta. Çanta fiyatları gittiğim diğer indirimlere göre yine de tuzluydu, ama aşağıda görmekte olduğunuz £80 değerindeki Marc by Marc Jacobs flip flop'ları 25 pound'a almayı başardım. Bir tane vardı, pembeydi ve ayağıma tam oldu. Mutlu oldum.
Camden'daki sample sale sonrası nasıl olsa Kuzey Londra'dayım diyerek sevgilim ve çocuğuyla buluştum. Çocuklardan pek hazzetmeyen ve hayatında hiç çoluk çocuklarla iletişimi olmamış biri olarak fena halde stres yapmıştım nasıl olacak diye. Ama gayet iyi anlaştık. Kendimi Nando's'un aile bölümünde oturup bebek beslerken buldum. Çok acayipti. İyi acayip ama, kötü acayip değil.
Ben bu seneki ev arkadaşımın tesadüfen Türk olması dışında Londra'da en ufak bir Türk çevresi olmayan, Türk mekanlarına gitmeyen, ülkede olan biteni pek takip etmeyen ve Türkiye'deki arkadaşlarıyla ancak onlar istediğinde ya da Türkiye'ye gideceği zaman konuşan biriyim. Haftada bir falan buradaki gazetelerde Türkiye'yle ilgili bir haber var mı diye bakıyorum, onun dışında çok çılgın bir şey olursa zaten ekşi sözlük'te sol frame'de görürüm zihniyetindeyim. Düzenli olarak Türkiye'den sadece annemle ve babamla konuşuyorum, her hafta mail'leştiğim biri var, birkaç arkadaşımla Facebook'ta arada konuşuyoruz, onun dışında Türkiye'yle pek bağım yok orada olmadığım zaman. Ve İngiltere'de yaşadığım dört yıl boyunca bir kez olsun "aaahhhh gurbet" türü bir şey hissetmedim.
Bu ülke özlemine yol açan şeyin ülkeyle bağlarını koparmama olduğunu düşünüyorum. Eğer insan herhangi bir sebepten uzun süreli olarak yurtdışında yaşamayı planlıyorsa, o bağların kısmen kopması, ya da en azından fena halde esnemesi gerekiyor. İnsanın enerjisini ve dikkatini taşındığı ülkedeki hayata, insanlara, kültüre uyum sağlamaya vermesi gerekiyor. Yoksa Amerika'nın bilmem ne kentinde "Küçük Türkiye" arayan, orada yaşamın tadını çıkarmak yerine evde oturup "Ah İstanbul İstanbul olalı" diye Sezen şarkılarına ağlayan tipler oluyorsunuz.
Benim bağlarım hiçbir zaman güçlü değildi, belki o yüzden zorluk yaşamadım ve bana söylemesi kolay geliyor. Bilmiyorum. Oluşundan günler sonra öğrendiğime göre Sibel Kekilli "Yüzde 10 Türk hissediyorum" demiş ve çılgın, gözü kapalı milliyetçiler sinirden kendilerinden geçmişler. O lafa katılmadan edemedim, yüzde 10 bile benim için şüpheli hatta.
**
Londra'da süper sample sale'ler oluyor. Kısa süreli olarak ünlü markaların eski sezon, gelecek sezon ya da vitrin ürünleri %70'i bulan indirimlerle satılıyor. Sadece aksesuar ve ayakkabılardan oluşan ve Balenciaga, Miu Miu, Marc by Marc Jacobs gibi markaların yer aldığı bir sample sale'e davetiye bulmayı başardım geçen hafta. Çanta fiyatları gittiğim diğer indirimlere göre yine de tuzluydu, ama aşağıda görmekte olduğunuz £80 değerindeki Marc by Marc Jacobs flip flop'ları 25 pound'a almayı başardım. Bir tane vardı, pembeydi ve ayağıma tam oldu. Mutlu oldum.
Camden'daki sample sale sonrası nasıl olsa Kuzey Londra'dayım diyerek sevgilim ve çocuğuyla buluştum. Çocuklardan pek hazzetmeyen ve hayatında hiç çoluk çocuklarla iletişimi olmamış biri olarak fena halde stres yapmıştım nasıl olacak diye. Ama gayet iyi anlaştık. Kendimi Nando's'un aile bölümünde oturup bebek beslerken buldum. Çok acayipti. İyi acayip ama, kötü acayip değil.
Labels:
the vault and wishlist
Thursday, 3 May 2012
kiss me and comfort me, my sweet
Bugün aklıma 4-5 yıl öncesinden kalma, bir o kadardır dinlemediğim bir şarkı takıldı. Akşam gideceğim sauna partisi için oje sürdüğüm sırada arka arkaya milyon kere dinledim.
O kadar güzel ki.
O kadar güzel ki.
Wednesday, 2 May 2012
let me kiss you hard in the pouring rain
Geçen hafta Norveç'e gittim. Döneli birkaç gün olmasına rağmen günlerim fena halde koşuşturmaca geçti, ancak yazacak zaman bulabiliyorum.
Norveç ilginç bir deneyimdi. "Yaşasın deniz ürünleri!!" şeklinde bir heyecanla gitmiştim, ülkedeki yeme-içme fiyatlarını görünce nasıl bir şoka girdim anlatamam. Ülkenin en büyük dördüncü şehrinde olmamıza rağmen her şey Londra fiyatlarının üç, Türkiye fiyatlarının ise beş katıydı. Marketlerde bir kutu kola 12TL'ye satılıyordu. En sıradan ve ucuz restoranlarda içecekler ve bahşiş dahil olmadan bir akşam yemeği kişi başı 150TL civarındaydı. Son derece salaş barlarda bile bira fiyatları 30TL'den başlıyordu, yüksek alkollü bir biranın şişesinin 120TL olduğuna denk geldim. Stavanger bile böyleyse Oslo'yu düşünmek dahi istemiyorum. Yurtdışına çıkınca yerel yemekleri olabildiğince tatmak isteyen, oturup uzun uzun yemek yemeyi turist deneyiminin en önemli kısımlarından sayan biriyimdir. Hayatımda ilk kez yabancı bir ülkede yerel yemek falan demeyip öğle yemeklerini tamamen açlık giderme amacıyla marketlerden olabildiğince ucuz şeyler alarak geçiştirmek zorunda kaldım. İnanılmaz cidden.
Bir de birlikte yemek yediğimiz insanların bazıları Londra'da yaşadığımı duyunca "Londra da amma pahalı şehir" türü yorumlar yaptılar. Şaka gibi gerçekten. Londra'da kişi başı 150TL'ye Michelin yıldızlı restoranlarda başlangıç + ana yemek + tatlı yeniyor.
Astronomik fiyatlar dışında Norveç gördüğüm kadarıyla inanılmaz bir ülkeydi. Tekneyle bütün gün fiyordları gezdim, 1 km yürümeye üşenmeyip dünyanın en güzel kumsallarından biri seçilen bir plaja gittim; kanımı donduran soğuk ve rüzgara, her tarafıma kaçan kumlara aldırmadan Londra'dan getirdiğim dandik Evening Standard gazetesini serip üzerine oturdum. Görünürde tek bir insan olmamasının tadını çıkararak o inanılmaz manzaraya karşı oturdum, hayatımın aldığı yönü düşündüm.
Karşınıza gitme fırsatı çıkarsa Güneybatı Norveç tarafına mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Mümkünse yaz sezonunun başlamadığı, havanın size kuzeyde olduğunuzu hissettirecek kadar soğuk olduğu ve bölgenin doğa harikalarını ziyarete gittiğinizde etrafın turistlerle kaynamadığı bir zamanda.
Hayatta güzelim bir kumsala kışın kimse yokken gitmek kadar huzur verici çok az şey biliyorum.
**
Yarın sevgilim akşam yemeğine gelecek. İngiliz sevgililere Türk mutfağını tanıtmayı kendine görev bilen, ancak hayatında Türk yemeği taş çatlasa 2-3 kere pişirmiş biri olarak üşenmedim, ona kalamar dolması ve yalancı mantı yapmaya karar verdim. Kalamarlarımı ricotta ve pesto ile dolduracak, nette bulduğum tüm tariflere ters düşen babamın tarifiyle pişireceğim. Yapabilmek için internetten yufka siparişi vermemi gerektiren yalancı mantının ise nasıl olacağı merak konusu.
Umarım her şey yolunda gider ve bu işin altından kalkabilirim.
Norveç ilginç bir deneyimdi. "Yaşasın deniz ürünleri!!" şeklinde bir heyecanla gitmiştim, ülkedeki yeme-içme fiyatlarını görünce nasıl bir şoka girdim anlatamam. Ülkenin en büyük dördüncü şehrinde olmamıza rağmen her şey Londra fiyatlarının üç, Türkiye fiyatlarının ise beş katıydı. Marketlerde bir kutu kola 12TL'ye satılıyordu. En sıradan ve ucuz restoranlarda içecekler ve bahşiş dahil olmadan bir akşam yemeği kişi başı 150TL civarındaydı. Son derece salaş barlarda bile bira fiyatları 30TL'den başlıyordu, yüksek alkollü bir biranın şişesinin 120TL olduğuna denk geldim. Stavanger bile böyleyse Oslo'yu düşünmek dahi istemiyorum. Yurtdışına çıkınca yerel yemekleri olabildiğince tatmak isteyen, oturup uzun uzun yemek yemeyi turist deneyiminin en önemli kısımlarından sayan biriyimdir. Hayatımda ilk kez yabancı bir ülkede yerel yemek falan demeyip öğle yemeklerini tamamen açlık giderme amacıyla marketlerden olabildiğince ucuz şeyler alarak geçiştirmek zorunda kaldım. İnanılmaz cidden.
Bir de birlikte yemek yediğimiz insanların bazıları Londra'da yaşadığımı duyunca "Londra da amma pahalı şehir" türü yorumlar yaptılar. Şaka gibi gerçekten. Londra'da kişi başı 150TL'ye Michelin yıldızlı restoranlarda başlangıç + ana yemek + tatlı yeniyor.
Hayatta güzelim bir kumsala kışın kimse yokken gitmek kadar huzur verici çok az şey biliyorum.
**
Yarın sevgilim akşam yemeğine gelecek. İngiliz sevgililere Türk mutfağını tanıtmayı kendine görev bilen, ancak hayatında Türk yemeği taş çatlasa 2-3 kere pişirmiş biri olarak üşenmedim, ona kalamar dolması ve yalancı mantı yapmaya karar verdim. Kalamarlarımı ricotta ve pesto ile dolduracak, nette bulduğum tüm tariflere ters düşen babamın tarifiyle pişireceğim. Yapabilmek için internetten yufka siparişi vermemi gerektiren yalancı mantının ise nasıl olacağı merak konusu.
Umarım her şey yolunda gider ve bu işin altından kalkabilirim.
Monday, 23 April 2012
you fit me better than my favourite sweater
Aylardır arada sırada aklıma gelen bir şey var:
Ben "garage sale" söz öbeğinin Türkçe'de kullanılmasından fena halde nefret ediyorum.
Kesinlikle Türkçe'ye-İngilizce-karıştırıp-dilimizin-içine-ediyorlar-bik-bik-bik insanı değilim. Ama bazen insanlar öyle laflar seçiyorlar ve onların öyle çok bokunu çıkarıyorlar ki, duymaktan bana sıkıntı geliyor.
Garage sale deyişinin kökeni insanların ıvır zıvır eşyalarını isimden de belli olduğu üzere genelde garajlarında satmalarına dayanıyor. Türkiye nüfusunun yüzde ikisinin falan garajı vardır herhalde. O yüzden bu lafın kullanımına sinir oluyorum. "Bahar temizliği" deseniz ve yaz-kış o lafı kullansanız bile daha iyi.
"Garage sale" yerine kullanılabilecek bir laf öneremiyor olsam da, artık bunu görmek istemiyorum.
Bir diğer uyuz olduğum ithal deyiş:
"Nom nom nom"
İşte bu içimde tam anlamıyla kusma isteği yaratıyor. Garage sale x 1000.
**
İlk görüşmemizin üzerinden 8 hafta 2 gün, St. Patrick's Day'e denk gelen ilk date'imizin üzerinden ise 6 hafta 2 gün geçti. Hala çılgınlar gibi aşık bir ruh halindeyim.
İki ay benim için kritik bir dönem. Şu ana kadar kime aşık olduğumu sandıysam, iki ay içinde mutlaka o heyecan ve aşkımsı hisler yok oldu. O kadar ki, şu ana kadar hiç gerçekten aşık olmadığım sonucuna ulaşmamın sebebi bu: Bu kadar kısa zamanda yok olan, bu kadar dayanıksız hisler bütünü aşk olamaz, olsa olsa infatuation (yoğun, ancak kısa süreli, aşık olduğunu sanma hali).
Ayrıca şu ana kadar birlikte olduğum tüm insanların istisnasız hepsinin uyuz olduğum ufak özellikleri vardı: Saçlarını her gün yıkamamaları, ellerine bakmamaları, sinirime dokunan bir şekilde yürümeleri, garip kelimeler kullanmaları, aksanları, bilmem neleri. Bu özellikleri görmezden gelmeye çalışmak ilk günlerin heyecanı geçtikçe daha da zorlaşırdı ve iki ay sınırına dayandıktan sonra o minik şeylere de dayanamaz hale gelirdim. Şu anki sevgilimin içten içe değiştirmek istediğim en ufak bir özelliği yok. En ufak detayına kadar her şeyine bayılıyorum, her yönüyle benim için mükemmel. Ve hislerim zamanla azalacağına, onu daha çok tanıdıkça ve onunla daha çok zaman geçirdikçe artıyor. Geçen gün ona aşık olmaya başladığımı anladığım günkü hislerimi düşünüyordum, şu anki hislerimle kıyaslanamaz bile.
Mutluluk.
Friday, 20 April 2012
she's a king, i want to be her queen
Bugünlerde kendimi eBay'e verdim. Beş yıl kadar önce eBay'e ilk kez üye olduğumdan beri orada bu kadar çok zaman geçirmemiştim (günde 5-6 saatimi eBay'de geçirmekten bahsediyorum). Önümüzdeki 2 ay içinde katılacağım ve her seferinde farklı bir kostüm giymemi gerektiren 4-5 tane etkinlik var. Onların hepsi için ayrı ayrı uğraşıyorum.
Bu partilerin birine prenses olarak gitmeye karar verdim. Kostüm partilerine giyilen dandik, hazır fancy dress tipi şeylerden istemediğim için kostümü tamamen kendim hazırlıyorum. Yukarıda görmekte olduğunuz toz pembe saten korseye aşık oldum. Altına ASOS'tan süper bir beyaz, hafif kabarık uzun tül etek aldım. Uzun beyaz saten eldivenler ve taşlarla süslü birer gerdanlık, bileklik ve taçla her şey tam istediğim gibi olacak.
Onun dışında iki hafta sonrasına gecelik temalı bir şeyler, bir ay sonraki bir partiye de military konseptli bir üniforma bulmam gerekiyor. Geriye giyecek şey bulmak zorunda olduğum iki parti kalıyor. Sokağa çıkarken giymeyeceğim, giysem insanların garipseyerek bakacağı her türlü abartılı/kinky/kostümvari şey olabilir. Önerilerinize açığım.
Bu partilerin birine prenses olarak gitmeye karar verdim. Kostüm partilerine giyilen dandik, hazır fancy dress tipi şeylerden istemediğim için kostümü tamamen kendim hazırlıyorum. Yukarıda görmekte olduğunuz toz pembe saten korseye aşık oldum. Altına ASOS'tan süper bir beyaz, hafif kabarık uzun tül etek aldım. Uzun beyaz saten eldivenler ve taşlarla süslü birer gerdanlık, bileklik ve taçla her şey tam istediğim gibi olacak.
Onun dışında iki hafta sonrasına gecelik temalı bir şeyler, bir ay sonraki bir partiye de military konseptli bir üniforma bulmam gerekiyor. Geriye giyecek şey bulmak zorunda olduğum iki parti kalıyor. Sokağa çıkarken giymeyeceğim, giysem insanların garipseyerek bakacağı her türlü abartılı/kinky/kostümvari şey olabilir. Önerilerinize açığım.
Thursday, 19 April 2012
hit me and tell me you're mine
Sözlükte herkesi ağlatan, anneliğin kıymeti temalı bir reklamın başlığına denk geldim az önce. Reklamı izledim, duygulandım, gözlerim doldu. Sonra başlıkta şöyle bir entry gördüm:
**
Baya bir önceden Lovebox'un Cuma gününe bilet almıştım. Fiyatlar diğer festivallere göre daha bir uygundu, ancak yine de az değildi, o yüzden Pazar gününe bilet alıp almama konusunda tereddütlüydüm. En sonunda Tiga, Mika, The Rapture, Patrick Wolf ve Lana del Rey'i aynı gün izleme fikri cimri tarafıma ağır bastı ve biletimi aldım.
Diyecek laf bulamıyorum gerçekten. Adam "Annelik dünyanın en zor işidir" mesajı veren bir reklam izliyor, "duygulanıyor" ve hislerini "Ananızı sikeyim orospu çocukları" diyerek belirtiyor. O mesaj belli ki bir kulaktan girip diğerinden çıkmış. Anlamayana sivrisinek saz misali.
Bunun gibi şeyler karşıma çıktıkça Türkiye'de yaşamadığım için ve böylesi seksist domuzlara daha az maruz kaldığım için evrene teşekkür ediyorum.
**
Daha yeni bir Marc by Marc Jacobs çanta almamın üzerinden bir hafta geçmişti ki, eBay'de MbMJ'in yıllardır istediğim bir modeli olan Mevie'ye denk geldim. Hem de inanılmaz derecede ucuz bir fiyata. Açık artırmada belirsiz ve düşük kaliteli iki fotoğraf vardı, çantanın içi görülmüyordu. Bitişine birkaç saat kala gördüğümden satıcıdan ekstra fotoğraf isteme fırsatım da olmadı. Birkaç yıl önce sezon fiyatı 300 küsür pound olan ve hayatta çılgıncasına istediğim üç modelden biri olan MbMJ Mevie'yi 48 pound gibi komik bir rakama görünce kendimi tutamadım. Çantanın parasını Pazar ödedim, Salı elime geçti. Açık artırmada çok az kullanıldığı ve kullanılmadığında da dustbag'inde saklandığı yazıyordu. Ama satıcı dustbag falan göndermemişti. Onu geçtim, çantayı açınca şoka uğradım. İçi ne kadar pisti, anlatamam. Çantanın her bir gözü pislik içindeydi. 15 dakika boyunca falan en zor ulaşılan köşelerine kadar her yerini elektrik süpürgesiyle temizlemek zorunda kaldım. Yine de içime sinmedi, çantanın içini antibakteriyel sabunla yıkayıp bir sürü Febreze sıktım. Zavallıcık ancak kendine geldi.
Şu ana kadar sahip olduğum en dandik çantalar bile asla bu kadar pis olmadı. Hadi insan pis kullanabilir, keyfi bilir de, sattığı bir şeyi başkasına göndermeden önce içini en azından bir silkelemez mi? Ne leş tipler var.
Beş yıldır falan düzenli olarak eBay kullanıyorum. Sattığım çantaları içini elektrik süpürgesiyle süpürmeden asla göndermem, içi pisse de bunu mutlaka açık artırmamda belirtirim. Alıcı olarak da şu ana kadar yaptığım yüz küsür alışverişte tek bir kez bile negatif ya da nötr feedback bıraktığım olmadı. Ancak bu satıcının yaptığına cidden uyuz oldum. Nötr feedback bırakmam gerektiğini düşünüyorum.
**
Salı günü gittiğim barda böyle bir performans vardı. Çok, çok eğlendim izlerken. Özellikle Nigella hayranlarına tavsiye edilir:
**
Baya bir önceden Lovebox'un Cuma gününe bilet almıştım. Fiyatlar diğer festivallere göre daha bir uygundu, ancak yine de az değildi, o yüzden Pazar gününe bilet alıp almama konusunda tereddütlüydüm. En sonunda Tiga, Mika, The Rapture, Patrick Wolf ve Lana del Rey'i aynı gün izleme fikri cimri tarafıma ağır bastı ve biletimi aldım.
Tuesday, 10 April 2012
i want to be the clay in your hands
15-16 yaşından beri dinlemediğim şarkılardan oluşan en emo playlist'imi arşivimin tozlu köşelerinden çıkarıp sabahtan akşama dinler oldum bugünlerde. Türkçe'ye çevrilse arabesk ötesi olacak olan o acıklı, duygu seli kıvamındaki şarkı sözlerini tüm ruhumda hissediyorum. Emo neden sadece ergenlere hitap eden bir şey değil, o sözleri nasıl 30 küsür yaşında koskoca adamlar yazıyor anlayabiliyorum artık. Aşk böyle bir şey.
Glory is a silent thing.
Üyesi olduğum forumların birinde birilerinin 2009 tarihli evlilik fotoğraflarına denk geldim dün. Daha sonra evlenmelerinden 5 ay sonra taraflardan birinin eşinin en yakın arkadaşıyla birlikte olmaya başladığını ve bu yüzden ayrıldıklarını öğrendim. Aldatılan tarafın "Filmlerin, kitapların, şarkıların bizi var olduğuna inandırmak istediği o masalsı, mutlu sonla biten aşk aslında yok" yazdığı bir post'u okudum. Birkaç hafta önce olsa kendisine tüm kalbimle katılırdım. Ama şu anda demek istiyorum ki, "Yanılıyorsun."
Ergenliğim sona erdiğinden beri öyle bir aşkın olmayabileceğine ya da benim o kadar korkusuzca onu hissetme yeteneğim olmadığına inanmaya başlamıştım. Ne ona yakın bir şeyler hissetmiştim, ne de çevremde öyle bir aşk görmüştüm. Kıskançlıkla ya da sahiplenmeyle en ufak bir alakası olmayan; tamamen saf olan bir aşk. Karşınızdaki insana konuşmasına ihtiyaç duymayacağınız kadar, ne kadar klişe gibi görünse de bakışlarınızla anlaştığınız kadar bağlı olduğunuz, bir ay sonra bile istisnasız her görüşünüzde ilk kez gördüğünüz andaki gibi midenizde kelebeklerin uçuştuğu, dudaklarından hafifçe öperken bile içinizin heyecandan taklalar attığı, yüzüne her baktığınızda "O kadar güzelsin ki" diye düşündüğünüz, hayatınızın abartısız her anını ele geçiren ve sizi başka şey düşünemez hale getiren bir aşk gerçekten var. O yüzden, evet, sen, yanılıyorsun.
Bir insanla en ufak bir utanç ya da korku duymadan en sevdiğiniz reality şovlardan mum ışığında yemeklere, cinselliğinizin en karanlık köşelerinden çocukluğunuzun unutulmuş anılarına kadar *her şeyi* paylaşabilmek ne kadar güzel bir şey anlatamam. Şahsen bir kadeh Gewürztraminer ve Mineral-Gloria eşliğinde şu post'u yazdığım sırada mutluluktan kendimden geçer haldeyim. Böyle bir şeyi hak etmek için ne yaptım bilmiyorum, ama hayatımın bu kadar erken bir döneminde karşıma son derece emin bir şekilde ruh eşlerimden biri diyebileceğim bir insan çıktığı için çok şanslı ve kutsanmış hissediyorum.
İçim dışarı fışkırmak istiyor şu anda, o kadar çok şey hissediyorum desem, would it make sense?
Glory is a silent thing.
Subscribe to:
Posts (Atom)