Geçen hafta bir forum buluşmasında tanıştığım, ilk aşamada hoşlandığım ve burada bahsettiğim biri vardı. Cinsiyet kimliği konusunda kafa karışıklığı yaşadığını sandığımı, ve bunun sorun yaratacağını düşündüğümü yazmıştım. Sonunda bu konudan tamamen bağımsız sorunlar ortaya çıktı ve kendisiyle bir daha konuşmama kararı aldım. *Kesinlikle*, büyük ruhsal sorunları olan biri bana göre.
En son birlikte oturup konuşmamızdan sonra "Bu iş yürümeyecek, birbirimize uygun değiliz, üzgünüm" türü bir mesaj attım ona. Bana hak verdiğini ve arkadaş olmak istediğini söyledi. Sonra da sürekli telefonuma mesaj yağdırmaya başladı. Günde 20, 30 mesaj falan. Beni tanıyorsanız mesajlaşmaktan ya da havadan sudan telefon muhabbetlerinden nefret ettiğimi biliyorsunuz. Ben soğuk cevap verdiğim, ya da aradığında açmadığım halde, arka arkaya 3-4 tane mesaj atıyordu. Benden 15 yaş falan büyük olmasına rağmen birinin bu şekilde davranmasını çok garipsiyordum. Neyse, birkaç gün önce falan başkasıyla randevum vardı. Bahsettiğim insana tek eşlilik olayına kesinlikle girmeyeceğimi önceden söylemiştim. Buna rağmen bu duruma bozulduğunu hissettim. Sonra cumartesi günü bana "Naber" temalı bir mesaj attı. "İyiyim, senden naber" dediğimde de beni kırmak istemediğini ama bana o gün bir blind date'e gideceğini söyledi. Gerçekten içimden gelerek "Umarım iyi geçer" dedim. Neden kırılacağımı düşündü bunu da anlamadım. Blind date sonrası sarhoş bir şekilde beni aradı, buluşmak istediğini söyledi, çıkmak istemediğimi söyledim, sonra bana "Arkadaş kalmakta anlaşmıştık evet, ama çok etkileniyorum senden" diye bir sürü mesaj attı.
Pazar günü buluştuğumuz forumun brunch'ı vardı, oraya gidecektim, önceki gece buluşma teklifini reddettiğim için kendimi suçlu hissettim ve ona da isterse benimle gelebileceğini söyledim. Gittik, fena halde sarhoş oldu ve saçmalamaya başladı. Yanımızda oturan birisi bana dövmemin anlamını sordu, ben de söyledim. Bunun üzerine bu bahsettiğim kişi saçma salak bir kıskançlık krizine girdi. "Neden dövmenin anlamını söyleyerek onunla flört ediyorsun," falan filan. "Canımın istediğiyle flört ederim, seni ilgilendirmiyor" cevabı vermek zorunda hissettim ben de. Hiçbir zaman sevgilim olmamış ve olmayacak olan, tek eşli olmadığımı defalarca söylediğim ve kıskançlığa asla tahammülüm olmadığını bilen birinin kıskançlığıyla benim günümün ve ruh halimin içine etmesine çok, çok sinirlendim gerçekten. Ama sarhoş olduğu için fazla bir şey demek istemedim. Sonra elimi tutmaya başladı, ben çekiyorum, o tutuyor. Benden ne kadar hoşlandığını, etkilendiğini, ne kadar güzel olduğumu falan söylüyor bilmem kaç kere. "Elimi tutmamalısın, arkadaştan öte bir şey olmayacağız, birbirimizi mutlu edeceğimizi düşünmüyorum" diyorum. Boşluğa bakan, "İyi misin" diye koluna dokunulunca boşluğa bakmaya devam eden insan modeli haline geliyor. Sonra dönüp "Haklısın, ben zaten seninle birlikte olmayı hiç istememiştim" diyor. Kalkıp gidiyor. Yarım saat sonra geri geliyor, bir sürü insanın içinde aynı muhabbetlere başlıyor. Sonunda eve göndermeyi başarıyorum. Ve öğreniyorum ki, o gün birkaç kişi ona gidip "Birlikte misiniz" diye sormuş, o da "O istedi ama ben onu geri çevirdim" cevabı vermiş hakkımda. Yüzsüzlüğe gelin lütfen. 30'larının sonlarına gelmiş koskoca kadın, ben ona kendisiyle bir ilişki içinde olmak istemediğimi söyledim diye gidip insanlara "Hayır, onu ben reddettim" şeklinde yalan söyleme ihtiyacı duyuyor kendini iyi hissetmek için. İşin garip kısmı, kendini yalan söylüyor gibi görmüyor, kendini buna inandırmış.
Tek eşli olmak istemediğimi ve yetişkin insan kıvamına geldiğimden beri kıskançlık duygusu hissetmediğimi söylediğimde çoğu insanın inanmadığını düşünüyorum. Mümkün olabildiğine inanmıyorlar. Başkalarıyla birlikte olmalarını dert etmediğimi söylediğimde gerçekten dert etmiyor olduğumu akılları almıyor. Karşıma her zaman tek-eşliliğe-ve-kıskançlığa-kesinlikle-hayır kuralımın istisnası olacağı gibi çocukça bir inancı olan tipler çıkıyor nedense. Ve bana asıl anormallik kendi özgüven ve özsaygı yoksunu kıskançlıkları değil de, benmişim gibi davranıyorlar.
Kıskançlık sağlıklı ya da gurur duyulması gereken bir his değil. Bilinçli bir şekilde yok edilmesi gereken, negatif bir duygu. Ne hissedene, ne de kendisi için hissediliyor diye mutlu olana bir getirisi yok. İnsanlar neden bunu göremiyor? Anlamıyorum.
Monday, 27 February 2012
Friday, 24 February 2012
lost in translation
Bugün London Metropolitan University'de bir panele gittim. London Met ile ilgili olarak kafamda dandik bir okul olduğuna dair bir izlenim vardı, bugün akademisyenlerinin halini görünce o izlenimim daha da güçlendi. Goldsmiths'de okuduğum ve zihinsel olarak bana ilham veren ve düşüncelerimin sınırlarını zorlayan akademisyenlerden eğitim aldığım için kendimi şanslı hissettim.
Seminerde arkamda iki tane tip oturuyordu. Konuşmacılar hakkında falan "Ayy, şuna uyuz oluyorum, sevgilisinden ayrılsa da ben yavşasam", "Bir transseksüel eksikti, onu da bulmuşlar" şeklinde mal mal muhabbetler yapıyorlardı. Türkçe konuştukları için kimsenin anlamayacağını varsayıyorlardı muhtemelen. Yurtdışında ne zaman Türk birilerine denk gelsem, önce "Nolur, saçma sapan bir laf etmesinler" diye dua ediyorum içimden, sonra da o salak lafları benden başka kimse anlamıyor diye şükrediyorum. Genellemelerden hoşlanmıyor olsam da gözlemlerime göre Türkler'de "Nasıl olsa yabancı ülkedeyim, kimse anlamıyor, ağzıma geleni söyleyeyim" gibi bir zihniyet var. Ve başkasının işine burun sokmakta üstlerine yok. Daha önce de Londra metrosunda sevgilimin elini tutarken bize bakarak Türkçe olarak yanındaki tipe "Lezbiyenlere bak" diyen bir gerizekalı kadına denk gelmiştim. İnsanlar bilmiyor ki dünya küçük, Londra'da milyonlarca Türk var. Onu da geçtim, ben o insanların yerinde olsam, kimsenin anlamayacağını düşünüyor olsam bile transfobik ve homofobik düşüncelerimi dile getirerek ne kadar gerikafalı biri olduğumu göstermeye utanırım.
Ve evet, insanlara bakıp yanındakine "Lezbiyene bak, transseksüele bak" demek homo/transfobi örneği oluyor, bilmeyenler için.
**
Ekşi Sözlük'te bu aralar homofobi yine yolunu almış gidiyor. Her zaman vardı, ama bu aralar ne zaman sözlüğü açsam sol frame'de homofobik başlıklar görüyorum. Oturup eşcinsellere hakaret etmeye ciddi zaman harcayan insanlar var yani (ve "insan" terimini en geniş anlamıyla kullanıyorum burada). İnsan yapı olarak gelişmek, kendini aşmak ve daha iyi olmak isteyen; bunları amaçlayan bir varlık değil midir? Bazılarının geri kalmışlıklarına bu kadar hiddetle tutunuyor olmasını hayretle izliyorum.
Bilmeyenler için, evet, homofobikseniz uygar insan level'ına atlayamamışsınız henüz.
Seminerde arkamda iki tane tip oturuyordu. Konuşmacılar hakkında falan "Ayy, şuna uyuz oluyorum, sevgilisinden ayrılsa da ben yavşasam", "Bir transseksüel eksikti, onu da bulmuşlar" şeklinde mal mal muhabbetler yapıyorlardı. Türkçe konuştukları için kimsenin anlamayacağını varsayıyorlardı muhtemelen. Yurtdışında ne zaman Türk birilerine denk gelsem, önce "Nolur, saçma sapan bir laf etmesinler" diye dua ediyorum içimden, sonra da o salak lafları benden başka kimse anlamıyor diye şükrediyorum. Genellemelerden hoşlanmıyor olsam da gözlemlerime göre Türkler'de "Nasıl olsa yabancı ülkedeyim, kimse anlamıyor, ağzıma geleni söyleyeyim" gibi bir zihniyet var. Ve başkasının işine burun sokmakta üstlerine yok. Daha önce de Londra metrosunda sevgilimin elini tutarken bize bakarak Türkçe olarak yanındaki tipe "Lezbiyenlere bak" diyen bir gerizekalı kadına denk gelmiştim. İnsanlar bilmiyor ki dünya küçük, Londra'da milyonlarca Türk var. Onu da geçtim, ben o insanların yerinde olsam, kimsenin anlamayacağını düşünüyor olsam bile transfobik ve homofobik düşüncelerimi dile getirerek ne kadar gerikafalı biri olduğumu göstermeye utanırım.
Ve evet, insanlara bakıp yanındakine "Lezbiyene bak, transseksüele bak" demek homo/transfobi örneği oluyor, bilmeyenler için.
**
Ekşi Sözlük'te bu aralar homofobi yine yolunu almış gidiyor. Her zaman vardı, ama bu aralar ne zaman sözlüğü açsam sol frame'de homofobik başlıklar görüyorum. Oturup eşcinsellere hakaret etmeye ciddi zaman harcayan insanlar var yani (ve "insan" terimini en geniş anlamıyla kullanıyorum burada). İnsan yapı olarak gelişmek, kendini aşmak ve daha iyi olmak isteyen; bunları amaçlayan bir varlık değil midir? Bazılarının geri kalmışlıklarına bu kadar hiddetle tutunuyor olmasını hayretle izliyorum.
Bilmeyenler için, evet, homofobikseniz uygar insan level'ına atlayamamışsınız henüz.
Tuesday, 21 February 2012
three blind mice
Pazardan beri Londra'da hava güneşli. Üç gün arka arkaya güneş bu mevsimde ve bu kentte çoook nadir bir şey, ve dediğim gibi, insan gerçekten öyle bir havada evde oturunca günü boşa harcamış hissediyor. Perşembeden itibaren her gün aralıksız evden çıktım ve bu benim için inanılmaz karakter dışı bir olay. Süper bir yerde yaşıyorum, bunun tadını çıkarmak istiyorum. Bir tane de bir ay boyunca bana çoğu restoranda %50 indirim sağlayan kartım var. O yüzden her gün akşam üstü falan süslenip dışarı çıkıyorum, Thames kenarında bir yere oturup şarap eşliğinde yemek yiyorum. Bu yemeklerin her birinin pound'un coşması sayesinde 60TL'ye denk geldiği ve bunu her gün yaptığım düşünülürse, bir an önce iş bulmam süper olabilir.
Tren indirim kartımı yeniledim. İş bulana kadar bol bol gezmek istiyorum. Gezilerime pazartesi Oxford'a giderek başlamayı planlıyorum.
Bugün her salı gittiğim bara gittim yemekten sonra. Ev modundaydım, ama evde oturmamak ve sosyal olmak için zorladım kendimi. Sosyal olmak dediğim de, sosyal bir ortama girip tek başıma takılmak. Daha fazlası harcamak istemediğim kadar büyük bir efor gerektiriyor. Neyse, koltuklarda yer bulabilmek için özellikle erken gittim. Sonra biri masamın diğer ucuna oturdu, yemek yiyip kalkacağını söyledi, bir şey demedim. O yiyip kalkana kadar masayı 10 tane falan arkadaşı işgal etmişti. Masadan kalkmama bile izin vermeyecek şekilde dört bir yanımı sardıkları yetmezmiş gibi, bana bir tek kelime bile etmediler. İnanılmaz derecede daraldım, programın başlamasını beklemeden çıktım.
Bazı insanlar çok görgüsüz. Tokatlamak istiyorum.
Tren indirim kartımı yeniledim. İş bulana kadar bol bol gezmek istiyorum. Gezilerime pazartesi Oxford'a giderek başlamayı planlıyorum.
Bugün her salı gittiğim bara gittim yemekten sonra. Ev modundaydım, ama evde oturmamak ve sosyal olmak için zorladım kendimi. Sosyal olmak dediğim de, sosyal bir ortama girip tek başıma takılmak. Daha fazlası harcamak istemediğim kadar büyük bir efor gerektiriyor. Neyse, koltuklarda yer bulabilmek için özellikle erken gittim. Sonra biri masamın diğer ucuna oturdu, yemek yiyip kalkacağını söyledi, bir şey demedim. O yiyip kalkana kadar masayı 10 tane falan arkadaşı işgal etmişti. Masadan kalkmama bile izin vermeyecek şekilde dört bir yanımı sardıkları yetmezmiş gibi, bana bir tek kelime bile etmediler. İnanılmaz derecede daraldım, programın başlamasını beklemeden çıktım.
Bazı insanlar çok görgüsüz. Tokatlamak istiyorum.
Sunday, 19 February 2012
let's do the time warp again
Londra'nın en güzel yerinde yaşadığıma fazlasıyla inanıyorum. Beş dakika yürüyüp kendimi kentin en turistik ve en süper kültürel/yemeksel aktiviteleriyle dolu bölgesinde bulmak süper.
Dün sabah evde tembel tembel oturuyordum ki, önceki post'umda karşılaşıp birlikte yemek yediğimden bahsettiğim insan mesaj attı. "Hadi 15 dakika sonra Waterloo'da buluşalım" diye kararlaştırdık, buluştuk. Bana cinsiyet kimliğinin erkek olduğunu, transition evresine girdiğinden beri biriyle birlikte olmadığını, ve birlikte olmayı düşündüğü ilk insan olan benim kendimi tamamen eşcinsel olarak gören biri olmamla ilgili çekincelerinden bahsetti. Daha önceden bana trans kimlikli olduğunu söylemişti; ama trans genderqueer bireyleri, birden fazla cinsiyet kimliğine sahip olanları, kendini tamamen cinsiyet kavramının dışında görenleri de kapsadığı için, eşcinsel kadınların üyesi olduğu bir forumun buluşmasında tanıştığım birinin kendini "erkek" olarak tanımladığını varsaymamıştım. Arkadaş çevremdeki trans erkeklerin hepsi kendilerini ya queer erkekler, ya da trans erkek olarak görüyor; heteroseksüel erkekler olarak değil. Ya da trans kimliklerine sahip çıkıyorlar diyelim. Bu bahsettiğim insan benim eşcinsel oluşumun ve onunla birlikte olsam bile kendimi asla biseksüel olarak tanımlamayacak olmamın onu rahatsız etmediğini öne sürüyor. Ama ben konuşmalarımızdan erkek kimliğinin onun için henüz çok yeni olduğu, hatta patronising olmak istemem ama hala oturma aşamasında olduğu ve o kimliği geçerli kılmak için kendini heteroseksüel ya da biseksüel ya da queer vs. olarak tanımlayan bir kadınla birlikte olma ihtiyacı duyabileceği izlenimini edindim. Değişiminden sonra kimliğinin başına trans ya da queer sıfatını koyan bir trans erkekle birlikte olma konusunda en ufak bir sorunum yok. Ama kendini "straight erkek" olarak tanımlayan trans bir sevgilimin olması, benim eşcinsel kimliğimin yok sayılması anlamına geliyor. Benim açımdan değil, ama toplum açısından öyle, ve toplum tarafından geçerli kılınmadıkça maalesef kimlikler bir anlam taşımıyor. Benim öyle biriyle birlikte olmam, kendi kimliğimin değişmesi demek oluyor; toplumun genelinin beni heteroseksüel olarak algılamasına neden oluyor. Ve o insan kendini kesinlikle queer olarak görmediği için, ben de heteronormatif bir ilişki içinde olmuş oluyorum. Asla, asla ve asla heteroseksüel ya da biseksüel bir kadın olarak algılanmak istemiyorum. Ama tabii ki, mevzubahis kişinin aklından neler geçiyor bilemiyorum. Hepsi sadece spekülasyon.
Bugün uyandığımda hava güneşliydi. Londra'da güneşli bir havada evde oturursam kendimi suç işliyor falan gibi hissediyorum. O yüzden hazırlandım, dışarı çıktım. London Eye'ın yanındaki Parlamento Binası manzaralı banklarda oturup turistleri izledim. Sonra bir kadeh şarap eşliğinde öğle yemeği yedim. Eve geldim, yıkanması gereken tonlarca çamaşırın bir kısmını yıkayacaktım ki, bu sefer de çamaşır makinesi bozulmuş.
*sigh*
Dün sabah evde tembel tembel oturuyordum ki, önceki post'umda karşılaşıp birlikte yemek yediğimden bahsettiğim insan mesaj attı. "Hadi 15 dakika sonra Waterloo'da buluşalım" diye kararlaştırdık, buluştuk. Bana cinsiyet kimliğinin erkek olduğunu, transition evresine girdiğinden beri biriyle birlikte olmadığını, ve birlikte olmayı düşündüğü ilk insan olan benim kendimi tamamen eşcinsel olarak gören biri olmamla ilgili çekincelerinden bahsetti. Daha önceden bana trans kimlikli olduğunu söylemişti; ama trans genderqueer bireyleri, birden fazla cinsiyet kimliğine sahip olanları, kendini tamamen cinsiyet kavramının dışında görenleri de kapsadığı için, eşcinsel kadınların üyesi olduğu bir forumun buluşmasında tanıştığım birinin kendini "erkek" olarak tanımladığını varsaymamıştım. Arkadaş çevremdeki trans erkeklerin hepsi kendilerini ya queer erkekler, ya da trans erkek olarak görüyor; heteroseksüel erkekler olarak değil. Ya da trans kimliklerine sahip çıkıyorlar diyelim. Bu bahsettiğim insan benim eşcinsel oluşumun ve onunla birlikte olsam bile kendimi asla biseksüel olarak tanımlamayacak olmamın onu rahatsız etmediğini öne sürüyor. Ama ben konuşmalarımızdan erkek kimliğinin onun için henüz çok yeni olduğu, hatta patronising olmak istemem ama hala oturma aşamasında olduğu ve o kimliği geçerli kılmak için kendini heteroseksüel ya da biseksüel ya da queer vs. olarak tanımlayan bir kadınla birlikte olma ihtiyacı duyabileceği izlenimini edindim. Değişiminden sonra kimliğinin başına trans ya da queer sıfatını koyan bir trans erkekle birlikte olma konusunda en ufak bir sorunum yok. Ama kendini "straight erkek" olarak tanımlayan trans bir sevgilimin olması, benim eşcinsel kimliğimin yok sayılması anlamına geliyor. Benim açımdan değil, ama toplum açısından öyle, ve toplum tarafından geçerli kılınmadıkça maalesef kimlikler bir anlam taşımıyor. Benim öyle biriyle birlikte olmam, kendi kimliğimin değişmesi demek oluyor; toplumun genelinin beni heteroseksüel olarak algılamasına neden oluyor. Ve o insan kendini kesinlikle queer olarak görmediği için, ben de heteronormatif bir ilişki içinde olmuş oluyorum. Asla, asla ve asla heteroseksüel ya da biseksüel bir kadın olarak algılanmak istemiyorum. Ama tabii ki, mevzubahis kişinin aklından neler geçiyor bilemiyorum. Hepsi sadece spekülasyon.
Bugün uyandığımda hava güneşliydi. Londra'da güneşli bir havada evde oturursam kendimi suç işliyor falan gibi hissediyorum. O yüzden hazırlandım, dışarı çıktım. London Eye'ın yanındaki Parlamento Binası manzaralı banklarda oturup turistleri izledim. Sonra bir kadeh şarap eşliğinde öğle yemeği yedim. Eve geldim, yıkanması gereken tonlarca çamaşırın bir kısmını yıkayacaktım ki, bu sefer de çamaşır makinesi bozulmuş.
*sigh*
Friday, 17 February 2012
bangers and mash
Son birkaç gündür evle ilgili ters giden şeylerin ardı arkası kesilmiyordu. Kombi bozuldu, bazı rafların sağlamlaştırılması gerekiyordu, telefon hattı bağlanmış görünmesine rağmen çalışmıyordu, perdemin takılı olduğu şey yerinden çıkmıştı falan filan. Telefon hattı dışında her şey sonunda halloldu, hat da bugünlerde çalışmaya başlar diye umuyorum.
Sonunda sıcak suyla duş alabilmenin verdiği zevkle dışarı çıktım. Soho'da bir pub'da hayatımda yediğim en orgazmik şeylerden birini yedim, tesadüfen o derece lezzetli bir yemeğe denk geldiğim için mutlu oldum. Domuz sosis + yeşil soğanlı patates püresi ve kırmızı soğanlı gravy üçlüsüne bayılıyorum. Tam bir İngiliz pub menüsü yemeği.
Yemeğimle birlikte Sierra Nevada adlı dandik ötesi bulduğum bir bira içmek zorunda kaldıktan sonra akşam gitmeyi planladığım forum buluşmasına ayık kafayla gidemeyecek olduğumu fark ederek Jack Daniel's'a geçtim. Londra'ya geldiğimden beri nedense çekingenliğim doruk noktaya ulaştı. Ayık kafayla *kesinlikle* sosyal ortamlara giremiyorum, çakırkeyif olmadan tanımadığım insanlarla dolu bir buluşmaya gitme düşüncesi beni acayip bir şekilde korkutuyor. İçmezsem açılamıyorum, açılmazsam insanlarla muhabbete giremiyor ve tek başıma bir köşede oturup sıkılıyorum. Bunu önlemek için içtiğim duble Jack'e rağmen mekanın kapısında beklerken buldum kendimi dün akşam. Kapıda tanıdık birine rastlasam diye bekliyordum ki, eski forum buluşmalarından tanıdığım biri yanıma geldi. Onunla birlikte içeri girdim, gördüğüm ilk boş sandalyeye oturdum. Yanımda çok etkileyici bulduğum biri oturuyordu, onunla konuşmaya başladık. 50 kişi falan vardı buluşmaya gelen. Dolayısıyla gecenin ilerleyen saatlerinde yanımdaki insan grubun diğer ucunda kaldı, ben başkalarıyla zaman geçirdim. Giderken yanıma geldi ve bana "10 yaş daha büyük olsaydın seninle çıkmayı çok isterdim" diyerek ortadan kayboldu. Ben o cümleyi duyunca şok geçirdim, aptala bağlamam geçene ve vereceğim cevabı hazırlayana kadar çoktan gitmişti. Bütün gece "Keşke şunu şunu deseydim, bir şey demedim diye kadın şimdi ilgilenmiyorum sanacak" diye sinir bozdum. Adının Kate olduğunu hatırlıyordum, ama o gece milyon tane insanla tanıştığımdan forumdaki nickini bir türlü hatırlayamadım.
Geceyi organize eden arkadaşımın soruşturmaları sonucunda kadının nicki bulundu. Bu gece de nehir kenarındaki süper bir sinema olan BFI'ın barında Londralı gay kadınların buluştuğu bir gece vardı. Dünkü buluşmada olan çoğu insanın geleceğini bildiğimden, gidecek mi diye sordum bahsettiğim insana. Geleceğini söyledi, ben de "O taraflarda oturuyorum, yemek yedikten sonra bir içki için uğrarım o zaman" dedim. "Ben de arkadaşımla yemek yiyip öyle geleceğim, orada görüşürüz" türü bir şey dedi. Birlikte yemek yemeyi teklif etmediği için ve numaramı istemediği için dün gece sarhoştu ve o yüzden öyle bir laf etti diye düşündüm. Evden çıktım, yemek için gittiğim ilk mekanda boş yer yoktu. Tam başka bir yeri denemek üzere dolanıyordum ki, koskoca Londra'da karşıma o insan ve arkadaşı çıktı. Birlikte yemek yemeye karar verdik. Sonra en az 300 falan kadının göt kadar bir bara tıkıştığı mekana gittik. Arkadaşı bizi yalnız bıraktı, konuştuk. Ve ortaya çıktı ki, o da aynen benim gibi çok üstüme gelmekten korktuğu için telefon numaramı istemeye çekinmiş. Uzun zamandır birinden bu kadar etkilenmemiştim, hiç beklemediğim kadar süper bir gece geçirdim.
Eğer dün o buluşmaya tam o saatte gitmesem, tek boş sandalye onun yanındaki olmayacaktı. Ve bugün asıl yemek yemek istediğim yerde boş masa olsaydı, onunla karşılaşıp birlikte yemek yemeyecektim. Yarım saat falan havadan sudan muhabbet ettiğim ve muhtemelen bir daha görmeyeceğim biri olarak kalacaktı.
Hayatın bu küçük tesadüflerine bayılıyorum.
Sonunda sıcak suyla duş alabilmenin verdiği zevkle dışarı çıktım. Soho'da bir pub'da hayatımda yediğim en orgazmik şeylerden birini yedim, tesadüfen o derece lezzetli bir yemeğe denk geldiğim için mutlu oldum. Domuz sosis + yeşil soğanlı patates püresi ve kırmızı soğanlı gravy üçlüsüne bayılıyorum. Tam bir İngiliz pub menüsü yemeği.
Yemeğimle birlikte Sierra Nevada adlı dandik ötesi bulduğum bir bira içmek zorunda kaldıktan sonra akşam gitmeyi planladığım forum buluşmasına ayık kafayla gidemeyecek olduğumu fark ederek Jack Daniel's'a geçtim. Londra'ya geldiğimden beri nedense çekingenliğim doruk noktaya ulaştı. Ayık kafayla *kesinlikle* sosyal ortamlara giremiyorum, çakırkeyif olmadan tanımadığım insanlarla dolu bir buluşmaya gitme düşüncesi beni acayip bir şekilde korkutuyor. İçmezsem açılamıyorum, açılmazsam insanlarla muhabbete giremiyor ve tek başıma bir köşede oturup sıkılıyorum. Bunu önlemek için içtiğim duble Jack'e rağmen mekanın kapısında beklerken buldum kendimi dün akşam. Kapıda tanıdık birine rastlasam diye bekliyordum ki, eski forum buluşmalarından tanıdığım biri yanıma geldi. Onunla birlikte içeri girdim, gördüğüm ilk boş sandalyeye oturdum. Yanımda çok etkileyici bulduğum biri oturuyordu, onunla konuşmaya başladık. 50 kişi falan vardı buluşmaya gelen. Dolayısıyla gecenin ilerleyen saatlerinde yanımdaki insan grubun diğer ucunda kaldı, ben başkalarıyla zaman geçirdim. Giderken yanıma geldi ve bana "10 yaş daha büyük olsaydın seninle çıkmayı çok isterdim" diyerek ortadan kayboldu. Ben o cümleyi duyunca şok geçirdim, aptala bağlamam geçene ve vereceğim cevabı hazırlayana kadar çoktan gitmişti. Bütün gece "Keşke şunu şunu deseydim, bir şey demedim diye kadın şimdi ilgilenmiyorum sanacak" diye sinir bozdum. Adının Kate olduğunu hatırlıyordum, ama o gece milyon tane insanla tanıştığımdan forumdaki nickini bir türlü hatırlayamadım.
Geceyi organize eden arkadaşımın soruşturmaları sonucunda kadının nicki bulundu. Bu gece de nehir kenarındaki süper bir sinema olan BFI'ın barında Londralı gay kadınların buluştuğu bir gece vardı. Dünkü buluşmada olan çoğu insanın geleceğini bildiğimden, gidecek mi diye sordum bahsettiğim insana. Geleceğini söyledi, ben de "O taraflarda oturuyorum, yemek yedikten sonra bir içki için uğrarım o zaman" dedim. "Ben de arkadaşımla yemek yiyip öyle geleceğim, orada görüşürüz" türü bir şey dedi. Birlikte yemek yemeyi teklif etmediği için ve numaramı istemediği için dün gece sarhoştu ve o yüzden öyle bir laf etti diye düşündüm. Evden çıktım, yemek için gittiğim ilk mekanda boş yer yoktu. Tam başka bir yeri denemek üzere dolanıyordum ki, koskoca Londra'da karşıma o insan ve arkadaşı çıktı. Birlikte yemek yemeye karar verdik. Sonra en az 300 falan kadının göt kadar bir bara tıkıştığı mekana gittik. Arkadaşı bizi yalnız bıraktı, konuştuk. Ve ortaya çıktı ki, o da aynen benim gibi çok üstüme gelmekten korktuğu için telefon numaramı istemeye çekinmiş. Uzun zamandır birinden bu kadar etkilenmemiştim, hiç beklemediğim kadar süper bir gece geçirdim.
Eğer dün o buluşmaya tam o saatte gitmesem, tek boş sandalye onun yanındaki olmayacaktı. Ve bugün asıl yemek yemek istediğim yerde boş masa olsaydı, onunla karşılaşıp birlikte yemek yemeyecektim. Yarım saat falan havadan sudan muhabbet ettiğim ve muhtemelen bir daha görmeyeceğim biri olarak kalacaktı.
Hayatın bu küçük tesadüflerine bayılıyorum.
Tuesday, 14 February 2012
the fairest of them all
Londra'da hayat süper.
Taşındığımız evin kombisinde bir problem olması ve soğuk suyla duş almak zorunda kalmak bile sinirimi bozmuyor. Bacon'ımı yedim, üstüne bourbon ve diyet kola içerek Salı akşamlarımın favori aktivitesi olan Wotever'a gitme zamanımın gelmesini bekliyorum.
Perşembe günü öte geek oluşuyla beni benden alan bir kızla buluşacağım. Cumartesi de fotomodellik yapan, ve dolayısıyla oha denesi bir vücuda sahip biriyle randevum var. Bu konuda aklıma gelen tek kelime: intimidated. O kadar güzel biriyle buluşmak gözümü o derece korkutuyor ki, bir bahane uydurup gitmemeyi düşünüyorum ciddi ciddi.
Hayatta hiçbir zaman toplumun güzellik anlayışına göre çok güzel sayılan kadınları çekici bulmadım. Sanırım ukala olabilitelerinin yüksek olmasının yanında, asla beni etkileyici bulmayacaklarına dair bir korku da taşıyorum. Tabii ki bu durumda o insanlara yüzeysel muamelesi yaptığım kadar, kendim de yüzeysel davranıyorum insanları dış görünüşlerine göre yargılayarak. Ama maalesef, çoğu insan cidden bu kadar yüzeysel. Mega güzel insanların dış görünüş olarak yanlarına bile yaklaşmayan tiplerle birlikte olmaları sanırım sadece filmlerde olan bir durum. Siz öyle çiftler tanıyor musunuz?
Taşındığımız evin kombisinde bir problem olması ve soğuk suyla duş almak zorunda kalmak bile sinirimi bozmuyor. Bacon'ımı yedim, üstüne bourbon ve diyet kola içerek Salı akşamlarımın favori aktivitesi olan Wotever'a gitme zamanımın gelmesini bekliyorum.
Perşembe günü öte geek oluşuyla beni benden alan bir kızla buluşacağım. Cumartesi de fotomodellik yapan, ve dolayısıyla oha denesi bir vücuda sahip biriyle randevum var. Bu konuda aklıma gelen tek kelime: intimidated. O kadar güzel biriyle buluşmak gözümü o derece korkutuyor ki, bir bahane uydurup gitmemeyi düşünüyorum ciddi ciddi.
Hayatta hiçbir zaman toplumun güzellik anlayışına göre çok güzel sayılan kadınları çekici bulmadım. Sanırım ukala olabilitelerinin yüksek olmasının yanında, asla beni etkileyici bulmayacaklarına dair bir korku da taşıyorum. Tabii ki bu durumda o insanlara yüzeysel muamelesi yaptığım kadar, kendim de yüzeysel davranıyorum insanları dış görünüşlerine göre yargılayarak. Ama maalesef, çoğu insan cidden bu kadar yüzeysel. Mega güzel insanların dış görünüş olarak yanlarına bile yaklaşmayan tiplerle birlikte olmaları sanırım sadece filmlerde olan bir durum. Siz öyle çiftler tanıyor musunuz?
Friday, 10 February 2012
lower marsh
Fena halde koşuşturmacalı bir 2 gün geçirdim yine. Dün uçağım Londra'ya indikten sonra havaalanından otobüse binmiştim ki emlakçı aradı. Otobüste sessizlikte telefonla konuşmaktan hiç hazzetmeyen biri olarak, açmadım. Voicemail bırakmış, "Parayı hala yatırmadınız ve ev arkadaşının referansına ulaşamadık" şeklinde.
Türkiye'de hiç emlakçıdan ev kiralamadığımdan böyle bir şey var mı bilmiyorum, ama pek sanmıyorum. İngiltere'de referans denen bir olay var kiracılar için. İşvereniniz ve daha önce kaldığınız evlerin sahipleri aranıyor, onlardan referans alınıyor, "Kirayı hiç geciktirdi mi" falan türü. Neyse, ev arkadaşımın en son kaldığı evin sahibi olan emlakçı şirkete ulaşamamışlar. Bu sabah kontrat imzalamaya gittik, bir kez daha arandı ulaşılamayan emlakçılar, sonunda ulaşıldı. Ve "Şu anda referans veren kişi yok, 3-4 gün sonra gelecek" türü salak saçma bir cevap geldi. Referans gelmeden de taşınılamıyor. Ben 3-4 gün daha otelde kalıp bir 1000TL falan zarara girme düşüncesi üzerine paniklerden kendime panik beğenmeye başladım o sırada tahmin edebileceğiniz gibi. O referans olmadan evin anahtarlarını teslim almamız mümkün değildi, ama benim ağlamak üzere bir şekilde eğer bugün eve giremezsem evsiz kalacağımı söylemem üzerine emlakçılar "Bu eski emlakçı şu ana kadar konuştuğumuz en unhelpful insan, referans vermek görevi olduğu halde yapmıyor, sizin suçunuz değil" diyerek bize bir güzellik yaptılar ve ev arkadaşımın kirayı her ay zamanında ödediğini gösteren bank statement'larını gördükten sonra anahtarları teslim ettiler.
Birkaç saat önce yeni evime geldim ve odama yerleştim. En yakın markete gidip İngiltere'den uzak olduğum aylar boyunca canımın en çok çektiği iki şeyi aldım: Domuz jambonu ve Strongbow. Bu post'u sağolsun internetine şifre koymamış biri sayesinde ve buz gibi cider'ım eşliğinde yazıyorum. Dışarıda hava insanın nefesini kesecek kadar soğuk, gece de biraz kar yağmış, ama şu anda yağış yok.
Birazdan hazırlanıp Brixton Academy'e Justice'in NME Ödülleri konserine gideceğim.
Umarım şu internete şifre konmaz bizimki bağlanana kadar.
Türkiye'de hiç emlakçıdan ev kiralamadığımdan böyle bir şey var mı bilmiyorum, ama pek sanmıyorum. İngiltere'de referans denen bir olay var kiracılar için. İşvereniniz ve daha önce kaldığınız evlerin sahipleri aranıyor, onlardan referans alınıyor, "Kirayı hiç geciktirdi mi" falan türü. Neyse, ev arkadaşımın en son kaldığı evin sahibi olan emlakçı şirkete ulaşamamışlar. Bu sabah kontrat imzalamaya gittik, bir kez daha arandı ulaşılamayan emlakçılar, sonunda ulaşıldı. Ve "Şu anda referans veren kişi yok, 3-4 gün sonra gelecek" türü salak saçma bir cevap geldi. Referans gelmeden de taşınılamıyor. Ben 3-4 gün daha otelde kalıp bir 1000TL falan zarara girme düşüncesi üzerine paniklerden kendime panik beğenmeye başladım o sırada tahmin edebileceğiniz gibi. O referans olmadan evin anahtarlarını teslim almamız mümkün değildi, ama benim ağlamak üzere bir şekilde eğer bugün eve giremezsem evsiz kalacağımı söylemem üzerine emlakçılar "Bu eski emlakçı şu ana kadar konuştuğumuz en unhelpful insan, referans vermek görevi olduğu halde yapmıyor, sizin suçunuz değil" diyerek bize bir güzellik yaptılar ve ev arkadaşımın kirayı her ay zamanında ödediğini gösteren bank statement'larını gördükten sonra anahtarları teslim ettiler.
Birkaç saat önce yeni evime geldim ve odama yerleştim. En yakın markete gidip İngiltere'den uzak olduğum aylar boyunca canımın en çok çektiği iki şeyi aldım: Domuz jambonu ve Strongbow. Bu post'u sağolsun internetine şifre koymamış biri sayesinde ve buz gibi cider'ım eşliğinde yazıyorum. Dışarıda hava insanın nefesini kesecek kadar soğuk, gece de biraz kar yağmış, ama şu anda yağış yok.
Birazdan hazırlanıp Brixton Academy'e Justice'in NME Ödülleri konserine gideceğim.
Umarım şu internete şifre konmaz bizimki bağlanana kadar.
Wednesday, 8 February 2012
lebanese
Yarın Londra'ya dönüyorum. Bu seferki emlakçının şu ana kadar İngiltere'de denk geldiğim tüm emlakçılardan daha uyuz olması ve benim pasaportumla vizemi görmeden evi tutan arkadaşıma evin anahtarlarını vermemesi sebebiyle ilk gecemi eve 5 dakika uzaklıkta bir otelde geçireceğim. Sabah da ev arkadaşımla birlikte emlakçıya gidip anahtarları alacağız. Sonra o işe gidecek, ben de ev temizleme maratonuna başlayacağım.
Emlakçılar evleri temizletip teslim etseler bile ben asla o ev temizmiş gibi hissetmiyorum. Annesinden uzak yaşadığında odasının genelde dağınıklık ve pislik içinde olmasından ve haftalardır değişmemiş çarşaflarda yatmaktan en ufak bir rahatsızlık duymayan biri olarak başkasının pisliğinden fena halde tiksiniyorum. Mesela bir otelde kalacaksam okuduğum yüzlerce review içinde bir kere bile "Yerde, yatakta, banyoda vs. saç vardı" türü bir şey göreyim, asla ve asla orada kalmam. Ya da yeni bir eve taşındığımda duvarları, kapı kollarını, masaları, her şeyi mikrop öldürücü bir şeyle silmeden içim rahat etmez. Hele bir de eşyalı bir eve taşınıyorsam, evin koltuğu ne kadar temiz görünüyor olursa olsun, çıplak tenimi asla o koltuğa değdirmem, mutlaka aramızda bir örtü, giysi falan olması lazım. Özetle, cuma bütün gün temizlik yapacağım gibi görünüyor.
Cuma akşamı da Brixton Academy'de Justice konseri var. Dört yıl önce Londra'da Justice'i izlemek için gittiğim gece kulübünde izdiham çıkması sonucu konser başlamadan mekandan çıkmak zorunda kalmıştım, tam fenalık geçirilesi bir ortamdı çünkü. O günden beri Justice'i canlı izleme isteği içimde ukte kalmıştı. Gecenin bir yarısı başlayan ve binlerce kişinin birbirinin tepesine çıkarak izlediği konserlere tahammülüm kalmadı bir süredir, o yüzden bu sefer Brixton Academy gibi süper bir venue'nun balkonundan oturarak izleyeceğim için mutluyum.
Eve henüz telefon ve internet bağlanmadığı için muhtemelen önümüzdeki 3 hafta boyunca internete girişlerim telefonumdan ve ev yakınlarındaki Costa'yla Starbucks'tan ibaret olacak.
Günün kelimesi: Lebanese.
Emlakçılar evleri temizletip teslim etseler bile ben asla o ev temizmiş gibi hissetmiyorum. Annesinden uzak yaşadığında odasının genelde dağınıklık ve pislik içinde olmasından ve haftalardır değişmemiş çarşaflarda yatmaktan en ufak bir rahatsızlık duymayan biri olarak başkasının pisliğinden fena halde tiksiniyorum. Mesela bir otelde kalacaksam okuduğum yüzlerce review içinde bir kere bile "Yerde, yatakta, banyoda vs. saç vardı" türü bir şey göreyim, asla ve asla orada kalmam. Ya da yeni bir eve taşındığımda duvarları, kapı kollarını, masaları, her şeyi mikrop öldürücü bir şeyle silmeden içim rahat etmez. Hele bir de eşyalı bir eve taşınıyorsam, evin koltuğu ne kadar temiz görünüyor olursa olsun, çıplak tenimi asla o koltuğa değdirmem, mutlaka aramızda bir örtü, giysi falan olması lazım. Özetle, cuma bütün gün temizlik yapacağım gibi görünüyor.
Cuma akşamı da Brixton Academy'de Justice konseri var. Dört yıl önce Londra'da Justice'i izlemek için gittiğim gece kulübünde izdiham çıkması sonucu konser başlamadan mekandan çıkmak zorunda kalmıştım, tam fenalık geçirilesi bir ortamdı çünkü. O günden beri Justice'i canlı izleme isteği içimde ukte kalmıştı. Gecenin bir yarısı başlayan ve binlerce kişinin birbirinin tepesine çıkarak izlediği konserlere tahammülüm kalmadı bir süredir, o yüzden bu sefer Brixton Academy gibi süper bir venue'nun balkonundan oturarak izleyeceğim için mutluyum.
Eve henüz telefon ve internet bağlanmadığı için muhtemelen önümüzdeki 3 hafta boyunca internete girişlerim telefonumdan ve ev yakınlarındaki Costa'yla Starbucks'tan ibaret olacak.
Günün kelimesi: Lebanese.
Saturday, 4 February 2012
every city looks the same
Londra'ya dönmeme birkaç gün kaldı. Dönüşüm tam zamanına denk geldi: Şubat ayı İngiltere'de her yıl LGBT History Month olarak kutlanıyor. Ay boyunca her gün en az bir etkinlik oluyor; üniversiteler, müzeler, sinemalar, kitapçılar, pub'lar ve benzerleri bu konuda bir şeyler organize ediyor. Geçen sene British Museum'da Xena gösterilmişti mesela, o güzelim müzenin sinema salonlarından birinde yüzlerce insanla birlikte Zeyna izlemekten orgazmik derecede bir zevk almıştım. Bu sene de bir sürü söyleşiye, panele, sergiye, konsere ve film gösterimine gitmeyi hedefliyorum. Etkinlikler arasında en çok ilgimi çeken ise Güney Londra'daki bir mezarlık turu oldu. Mezarlığın lezbiyen tarihi anlatılacakmış. Mükemmel.
Londra'nın en sevdiğim yönü bu işte, en alakasız şeylere ilgi duyan insanlar bile o ilgilerine ortak birilerini bulabiliyorlar. Örgü ören queer'ler buluşmaları ya da lezbiyen mezarlık turları düzenleyen insanlar var.
Bir de insanlar Londra'da yaşamak isteme nedenim olarak şehirde var olan sonsuz sosyal, kültürel ve damaksal çeşitliliği gösterdiğim zaman bana "E İstanbul'da da o çeşitlilik var" diyorlar ya, şöyle bir tutup sarsasım geliyor.
Londra'nın en sevdiğim yönü bu işte, en alakasız şeylere ilgi duyan insanlar bile o ilgilerine ortak birilerini bulabiliyorlar. Örgü ören queer'ler buluşmaları ya da lezbiyen mezarlık turları düzenleyen insanlar var.
Bir de insanlar Londra'da yaşamak isteme nedenim olarak şehirde var olan sonsuz sosyal, kültürel ve damaksal çeşitliliği gösterdiğim zaman bana "E İstanbul'da da o çeşitlilik var" diyorlar ya, şöyle bir tutup sarsasım geliyor.

Wednesday, 1 February 2012
all the pennies in the thames will not make it how it was
Facebook'taki "Londra'da ev arkadaşı arıyorum" ilanım sayesinde aynı durumda olan bir arkadaşımın varlığından haberdar olmam üzerine birlikte ev bakmaya başlamıştık geçen hafta. Yeri mükemmel ve kendisi çok şirin bir ev bulduk ve tutmaya karar verdik. London Feminist Library'e 5-10 dk yürüme mesafesinde. En çok gittiğim sinema olan ve film festivallerinin düzenlendiği BFI, oranın süper sıcak viski yapan barı, süper konserlerin düzenlendiği Royal Festival Hall, Thames Nehri ve binme zamanımın çoktan gelip geçtiği London Eye artık evimin dibinde olacak. Londra'nın en sevdiğim bölgesi kesinlikle South Bank, o yüzden bu konuda ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Evin bana yetişebilmesi için gereken reference check'tir, bilmem nedir türü işlemlerin 1 hafta içinde tamamlanması gerekiyor, umarım emlakçılar ayak sürümez ve bu işi olabildiğince çabuk hallederler.
Geriye iş bulmak kalıyor.
Birkaç gündür farklı sitelerde iş bakıyorum. Gördüğüm kadarıyla hem diplomalarımı kullanabileceğim herhangi bir sektörde, hem de medya sektöründe yeni mezun ve deneyimsiz birinin iş bulabilmesi imkansıza yakın bir şey. Baktığım asistanlık türü pozisyonlar için bile deneyim istiyorlar. İlk başta "Yüksek lisans bitirip ayak işi mi yapacağım, yok artık" diye düşünürken, o "experience required" ifadelerini gördükçe umudumu yitirmeye ve çıtamı düşürmeye başladım. Ayrıca kimse deneyimsiz insanı işe almıyorsa, deneyim nasıl kazanıyor insanlar, bunu da anlamış değilim.
Subscribe to:
Posts (Atom)