Saturday, 4 February 2012

every city looks the same

Londra'ya dönmeme birkaç gün kaldı. Dönüşüm tam zamanına denk geldi: Şubat ayı İngiltere'de her yıl LGBT History Month olarak kutlanıyor. Ay boyunca her gün en az bir etkinlik oluyor; üniversiteler, müzeler, sinemalar, kitapçılar, pub'lar ve benzerleri bu konuda bir şeyler organize ediyor. Geçen sene British Museum'da Xena gösterilmişti mesela, o güzelim müzenin sinema salonlarından birinde yüzlerce insanla birlikte Zeyna izlemekten orgazmik derecede bir zevk almıştım. Bu sene de bir sürü söyleşiye, panele, sergiye, konsere ve film gösterimine gitmeyi hedefliyorum. Etkinlikler arasında en çok ilgimi çeken ise Güney Londra'daki bir mezarlık turu oldu. Mezarlığın lezbiyen tarihi anlatılacakmış. Mükemmel.

Londra'nın en sevdiğim yönü bu işte, en alakasız şeylere ilgi duyan insanlar bile o ilgilerine ortak birilerini bulabiliyorlar. Örgü ören queer'ler buluşmaları ya da lezbiyen mezarlık turları düzenleyen insanlar var.

Bir de insanlar Londra'da yaşamak isteme nedenim olarak şehirde var olan sonsuz sosyal, kültürel ve damaksal çeşitliliği gösterdiğim zaman bana "E İstanbul'da da o çeşitlilik var" diyorlar ya, şöyle bir tutup sarsasım geliyor.

Wednesday, 1 February 2012

all the pennies in the thames will not make it how it was

Facebook'taki "Londra'da ev arkadaşı arıyorum" ilanım sayesinde aynı durumda olan bir arkadaşımın varlığından haberdar olmam üzerine birlikte ev bakmaya başlamıştık geçen hafta. Yeri mükemmel ve kendisi çok şirin bir ev bulduk ve tutmaya karar verdik. London Feminist Library'e 5-10 dk yürüme mesafesinde. En çok gittiğim sinema olan ve film festivallerinin düzenlendiği BFI, oranın süper sıcak viski yapan barı, süper konserlerin düzenlendiği Royal Festival Hall, Thames Nehri ve binme zamanımın çoktan gelip geçtiği London Eye artık evimin dibinde olacak. Londra'nın en sevdiğim bölgesi kesinlikle South Bank, o yüzden bu konuda ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Evin bana yetişebilmesi için gereken reference check'tir, bilmem nedir türü işlemlerin 1 hafta içinde tamamlanması gerekiyor, umarım emlakçılar ayak sürümez ve bu işi olabildiğince çabuk hallederler.




Geriye iş bulmak kalıyor.

Birkaç gündür farklı sitelerde iş bakıyorum. Gördüğüm kadarıyla hem diplomalarımı kullanabileceğim herhangi bir sektörde, hem de medya sektöründe yeni mezun ve deneyimsiz birinin iş bulabilmesi imkansıza yakın bir şey. Baktığım asistanlık türü pozisyonlar için bile deneyim istiyorlar. İlk başta "Yüksek lisans bitirip ayak işi mi yapacağım, yok artık" diye düşünürken, o "experience required" ifadelerini gördükçe umudumu yitirmeye ve çıtamı düşürmeye başladım. Ayrıca kimse deneyimsiz insanı işe almıyorsa, deneyim nasıl kazanıyor insanlar, bunu da anlamış değilim.

Friday, 27 January 2012

i cannot compete with you, jolene

Bazı kelimeler var ki, onları duyduğum zaman kullanan kişi gözümde puan kaybediyor. Yüzeysel olmaktan nefret ediyorum, ama maalesef öyle. Bu kelimeleri kullanan insanların ideal insan modelime uymaları kesinlikle mümkün değil. Kelimelerim de zamanla değişiyor.

Şu anda özellikle sinir olduğum kelimeler ve deyişler:

- "Falan" yerine "felan"
- "Atar yapmak", "atarlı"
- "Falan filan" anlamında "kem küm"
- "Geyik yapmak"
- İnci Sözlük konseptli, kadını/eşcinselleri vs. aşağılayan tüm ifadeler (başta içinde "orospu" ve "ibne" kelimeleri geçen laflar ve "amk" olarak kısaltılan, tekrarlaması bile midemi kaldıran ifade olmak üzere)
- "Sosyete" yerine "cemiyet"
- "Eşi" yerine "karısı" ve hatta "hanımı"
- "Kadın" yerine "bayan", "hanım"
- "Şarj" yerine "şarz"
- "Mütemadiyen" ve benzeri kelimelerin genç nesil tarafından kültürlüyüm havası vermek için kullanılması
- "Laik" derken a'yı uzatmak
- "Eyvallah", "bilader", "hacı", "hoca" ve türevleri
- "Çok şükür", "Allah kısmet ederse" gibi dini ifadeler
- Genel olarak bozuk Türkçe

Üzgünüm, ama kendime engel olamıyorum.



Tuesday, 24 January 2012

kitsch object

Vizem sonunda çıktı. 15 gün sonra falan Londra'ya dönmek üzere uçak biletimi aldım. Londra'da ev arkadaşı arayan ve Zone 1 içinde yaşayan birini tanıyorsanız, çok sevinebilirim.

Çok mutluyum, vizemde bir sorun çıkmadığı için ve Londra'ya, oradaki sosyal hayatıma kavuşacağım için çok seviniyorum. Justice ve Marina and the Diamonds konserine yetişeceğim için de. Ama ev arama, bulunca oraya taşınma ve genel olarak o evi çekip çevirme düşüncesi beni strese sokuyor. Kedimi, ailemi, her şeyin armut-piş-ağzıma-düş modunda olduğu güzelim evimi bırakıp gideceğim için bir an kendime "Salak mıyım ya ben" sorusunu soruyorum.

Şu anda kafam o kadar dolu ve düşüncelerim o kadar hızlı bir şekilde oradan oraya atlıyor ki, daha fazla yazamayacağım.

Monday, 23 January 2012

patience comes to the ugly, not me

Vizeye başvuralı daha 4 iş günü olmasına rağmen başvurumla ilgili kararı bugün vermişler. Elçiliğin sitesinde benim başvurduğum vize tipi hakkında verilen kararlar için 5-10 iş günü arası görünüyordu, o yüzden hiç beklemiyordum bu kadar erken. Laf olsun diye başvurumu takip edeyim dedim, bir de baktım ki "Kuryeye verildi" yazıyor. Bu kadar erken karar vermiş olmaları beni paranoyalara sürükledi. Yarını bekleyemeyeceğim ve gözüme bütün gece uyku girmeyecek gibi geliyor. O gelen zarfı nasıl açacağım, sonuca nasıl bakacağım merak ediyorum. Sanırım şu ana kadar hayatımın tüm önemli zarflarını açtığı gibi bunu da annem açacak, benim düşündükçe bile içim gidiyor çünkü.

Fena halde sabırsızlanıyorum. Kötü ihtimalleri düşünmek bile istemiyorum şu aşamada.

**

Ekim sonu Paris'te yapılacak olan Xena convention'ına biletimi aldım. Açıklanan ilk konuk Joxer. İki isim daha açıklanacakmış. Lucy'nin geleceğini pek sanmamakla beraber, obsesyon derecesinde sevdiğim Xena'nın son zamanlarına katılacak olmaya değer.

**

Sonunda bugün Zenne'yi izledim. Salon gayet doluydu ve saçma sapan davranan izleyiciler yoktu. Zaman zaman biraz sıkılmama rağmen sevdim. Zenne karakterine bayıldım. Pek çok kez ağladım. Tavsiye ederim.


the 'gay lifestyle'

Boş vakitlerimde deli gibi hikaye okuyorum son 4-5 yıldır. Her gün mutlaka biraz okumam gerek, yoksa daralıyorum. Gerçek hayattan uzaklaşmak, mutlu sonlarla dolu dünyalara adım atmak bana acayip bir zevk veriyor. Hiç evden çıkmadığım günlerde 2 kitap bitirdiğim oluyor (fiction okuduğumu da ekleyelim, yanlış anlaşılmasın. Akademik yazına gelince okuma hızım maalesef yüzde ona falan iniyor).

Çocukluğumda önüme gelen her şeyi okurdum. Asla tür ayırmazdım kitaplar konusunda. Ama son zamanlarda beynimin ADD tarafından ele geçirilmesi yüzünden sadece aşırı derecede ilgimi çeken konulara sahip kitaplara uzun süre konsantre olabiliyorum. Bunlar da ya tarih/seyahatle ilgili non-fiction türü kitaplar, ya da sonsuza-kadar-mutlu-yaşadılar temalı romcom'lar oluyor genelde. İkinci kategoride de asla ve asla heteroseksüel insanları konu alan kitapları okumuyorum. Ama sınırlarım orada da bitmiyor. Hangi yazarların erkek oldukları halde kadın takma adı kullandıklarını tabii ki bilemem. Ama asla bir erkeğin elinden çıkmış bir lezbiyen aşk hikayesi okumam. Hatta hetero kadınların yazdıklarını da okumamaya çalışıyorum. Erkeklerin ya da straight kadınların iki (ya da daha fazla) kadının aşkını anlatması ağzımda cinsel yönelimimi fantezi unsuru haline getirip kirletiyorlarmış gibi bir tat bırakıyor. Ayrıca insanın hiç yaşamadığı bir şeyi ancak tek bir boyutuyla anlayabileceğini düşünüyorum.

Ama bu öykü yazan gay kadınların da zaman zaman aynı tek boyut hastalığına yakalanmasını önlemiyor. Özellikle belli bir yaşın üzerindeki (45 ve üstü diyelim) Amerikalı yazarlarda eşcinselliği bir "yaşam tarzı" olarak niteleme problemi var. "X'in ailesi lifestyle'ını kabullenmiyordu" falan filan. Ya da eşcinsellik için "alternative lifestyle" demek mesela. O lifestyle kelimesini ne zaman böyle bir anlamda kullanılırken görsem, gerçekten yüzüm ekşiyor. Yaşam tarzı, sonradan edinilen, insan yaşamı boyunca bilmem kaç kere değişebilen ve çoğunlukla insanın bilinçli olarak oluşturduğu, seçtiği ve benimsediği bir şeydir. Eşcinsellik sonradan edinilen, büyük oranda bilinçli olarak seçilen ve insanın gömlek değiştirir gibi çıkarıp yenisini giyebileceği bir şey, ya da kısacası bir yaşam tarzı değildir. Ya da "alternatif" kelimesinin ima ettiği gibi "Heteroseksüellik bana uymadı, bari eşcinselliği deneyeyim" denilen bir seçenek değildir. "Benim eşcinsel bir yaşam tarzım vardı, ama artık bu yaşam tarzını bırakıp karşı cinsle birlikte oluyorum, yani artık eşcinsel değilim" gibi idiotik bir zihniyeti ima ediyor bu kelime grubu. Dolayısıyla öykülerinde bu tür ifadeleri kullanan eşcinsel yazarların içten içte homofobik olduklarını ve kendi cinsel yönelimlerini kabullenemediklerini, kendilerini heteroseksüellerden aşağıda gördüklerini düşünüyorum. Sanki eşcinsel oldukları için özür dileme ihtiyacı duyuyorlar gibi.

Bunu da belirttikten sonra şimdi o kelimeyi gördükten sonra yarıda bıraktığım hikayemi okumaya devam edeceğim.

Sunday, 22 January 2012

en apesanteur

Dün gece 10'da dışarı çıktığım halde geceyarısı eve dönmeye karar vererek eve erken dönme dönemimin rekoruna imza attım. Birlikte çıktığım arkadaşlarım artık "Yeter lan" deyip beni tokatlayacak hale geldiler eminim. Ama gerçekten elimde değil. Yüzlerce insanın göt kadar yerlere tıkıştığı, fosur fosur sigara içtiği, gereksiz gereksiz muhabbetler yaptığı, insanlara "cool kid'liğini" gösterme amaçlı gece gezmeleri gerçekten çok sıktı beni artık.

Dün de böyle bir mekandaydım. Annemin "Eski kilona dönersen sana 10 bin TL vereceğim" sözünden sonra Herbalife'a yeniden başlamam nedeniyle bütün gün yemek yememiş ve sadece shake içmiştim. Dolayısıyla imza günü olan bir tanıdığımızı kutlamak için yediğimiz yemek, haftalardır neredeyse tamamen sıvıyla beslenen mideme fena halde ağır geldi. Bunun üzerine bir de yemekte içilen şarap ve sonra gittiğim mekanda içtiğim cin eklenince daha fazla içemeyeceğimi, içersem de geceyi tuvalette sonlandıracağımı anladım. Mekanda yer olmadığından barda bir sandalyede oturuyordum, dibime girme derecesinde yakınımda olan ve deli gibi sigara içen, barmenlere sesini duyurup içki almaya çalışan, bağıra çağıra konuşan bir sürü insan vardı. Birden bayılmak üzere gibi hissetmeye başladım kendimi, o kadar çok insanın varlığı nasıl üstüme üstüme gelmeye başladı; kalkıp kalabalıktan uzak bir yerde hava almayı ya da sessiz, sakin bir yerde olabilmeyi ne kadar istedim anlatamam. Tam "Keşke buradan çıkabilseydim, ama gitmeye kalkarsam arkadaşım ağzıma sıçacak" diye düşündüğüm anda arkadaşım yüzüme baktı ve "Sen yine gitmek istiyorsun, değil mi" dedi. "Evet" dedim. Her çıktığımızda erken döner hale geldiğim için bana kızdı. Evden çıkarken kendimi "Bu gece eğleneceğim, erken dönmeyeceğim" diye milyon kere şartlasam da bu ruh haline engel olamadığımı ve böyle hissetmeye başlayınca o mekanı terk etmezsem fiziksel olarak kötüleştiğimi, bayılacak gibi olduğumu ona anlatamadım.

İngiltere'de o kadar yakın arkadaşlarım olmadığı için böyle durumlarda telefonla konuşmaya gider gibi dışarı çıkıp eve gittiğimi, biri sonradan "Nereye kayboldun" derse diye acil bir durumu haber aldığım bahanesini hazırladığımı, ancak şu ana kadar kimsenin bana o soruyu soracak kadar yokluğumu önemsemediğimi hatırladım. Bir yandan "Keşke şimdi de kimseye bir açıklama yapmadan çıkıp gidebilsem" diye düşündüm, bir yandan da önemsenmek beni mutlu etti.

**

Ekim'in son haftası Paris'te Xena Con var. Gelecek olan ilk konuk yarın açıklanacak ve biletler ondan hemen sonra satışa çıkacak. Konuk olarak Lucy Lawless açıklanırsa paraya kıyıp 300 euroya VIP bilet almayı planlıyorum. VIP bilete konuklar ile özel akşam yemeği falan dahilmiş.

Nolur Lucy gelsin.


Thursday, 19 January 2012

i can't stop growing old

Bugün Zenne'yi izlemekte çok kararlıydım. Sabah uyandığım gibi bilet ayırtmak için sinemayı aradım, ama öğrendim ki akşam seansında yer yokmuş. Birileri tüm salonu birden kiralamış. Evet, inanılır gibi değil gerçekten. Bu bendeki de nasıl bir şans bilemiyorum. Başka bir güne kaldı böylece Zenne.

**

Sabaha karşı son derece garip bir rüya gördüm. Eski erkek arkadaşlarımdan biriyle hala sevgiliydik rüyamda (4 yıldır erkeklerle arkadaşlık dışında en ufak bir alakam olmadı, o yüzden ne alaka böyle bir rüya gördüm bilmiyorum). Sonra Türkiye'de düzenlenen dandik bir festivalin kadrosuna nasıl olduysa son anda PJ Harvey'nin dahil olduğunu öğrendim. Konserden önce festival alanında yemek yiyordum ki, birden Brian Molko geldi. Son derece makyajlı ve güzel görünüyordu. Aynı masada oturuyorduk ve çok iyi anlaştık. O gece Placebo'nun da sahne alacağını, bu yüzden gitmesi gerektiğini söyledi. Birlikte masadan kalktık, dışarı çıktık. Giderken ona sarıldım, sonra nasıl olduysa birden öpüşmeye başladık. Beklediğim kadar iyi öpüşmüyordu, hayal kırıklığına uğradım biraz.

Sonra o vakit buldukça falan işi gücü bırakıp Türkiye'ye beni görmeye gelmeye başladı. O sırada eski erkek arkadaş hala vardı, Brian'la birlikte olduğumu da biliyordu. İkisi de bu durumdan pek hoşnut olmasalar da kabul etmişlerdi. Ama ben Brian'dan çok etkilenmiş olsam da, onun bana hissettiği kadar çok şey hissetmiyordum onun için. Ve erkek olması asla benim için yeterli olmaması demekti. Tam kendi kendime "Brian Molko bile olsa, benim bir erkekle ne işim var, kafayı mı yedim" demeye başladığım sırada uzun boylu, upuzun koyu renk saçları olan bir kadınla tanıştım. Brian'ı ve eski erkek arkadaşımı onunla aldatmaya başladım. Tam "Kadınlar gibisi yok" sonucuna ulaşmıştım ki, uyandım.

Uzun zamandır böyle bizarre bir rüya görmemiştim.

**

Bugün eve gelirken 18 yaşlarında falan görünen bir kızla birlikte asansör bekliyordum. Asansör geldi ve kız bana "Buyrun, siz geçin" dedi. Benden ancak 3-4 yaş küçük olan birinin bana sizli bizli hitap etmesi "Yaşlanıyor muyum? Yaşlı mı görünüyorum" sorularını uyandırdı içimde.

Ne zaman 18 yaşındaki insanların "Abla" gözüyle baktığı bir yaşa geldim?

Wednesday, 18 January 2012

are we human or are we dancer?

Sözlükte biri Zenne için "İlk kez 'gelse de gitsek' dedirten Türk filmi" yorumunu yapmış. Ben de üç aydır büyük bir heyecanla "Gelse de gitsek" diye düşünüyorum. Filmin iyi ya da kötü olması umrumda bile değil, bu ülkede beyaz perdede eşcinsel karakterleri göreceğim için heyecanlıyım sadece. Yarın artık sonunda annemi de alıp filmi izlemeyi planlıyorum.

Ne zaman bir filmi izleyip çok etkilensem, sözlükte hakkında yazılanları okurum. Bu kez filmi izlemeden etkilendiğimden, yorumları da izlemeden okuyayım dedim. Yine elinizi sallasanız elli tane homofobik insana çarpıyorsunuz. Yok efendim eşcinsellik hastalıkmış, sapıklıkmış, bu filmin de tek amacı eşcinselliği "normal" göstermekmiş. İnsanlar filmi izlerken seks sahnelerinde "Iyy, iğrenç" yapıyorlarmış, kalkıp çıkıyorlarmış. Klasik, yaratıcılıktan uzak ve artık kabak tadı vermiş bildiğimiz homofobik zırvalar kısacası.

İnsanların içindeki bu nefreti anlamakta gerçekten güçlük çekiyorum. "Hadi gidip 15 dakikamı filmin başlığının altına homofobik bir entry girerek harcayayım" diye düşünmek nasıl bir ezikliktir? İşi gücü bırakıp bununla uğraşan insan ne kadar boş bir insandır? Başkasına en ufak bir zararı dokunmayan, seninle en ufak bir alakası dahi olmayan bir insan grubuna karşı ruhunu nefretle doldurmanın amacı nedir? Aklı başında hangi insan tanımadığı, bilmediği bir insan grubundan nefret etmeye enerjisini harcar? İnsanların sizi kâle almasına bu kadar mı muhtaçsınız, sesiniz ancak nefretle yırtınınca mı duyuluyor? Asıl hastalık, asıl "sapıklık" homofobidir diye kaç kez daha söyleyeceğim bu blogda?

Homofobinin bir ucu nasıl cehalete dayanıyorsa, diğer ucu da gizli kalmış eşcinselliğe değiyor bence. Böyle her fırsatta homofobisini dile getirmeden duramayan tipler aslında içten içte eşcinsel eğilimleri olduğunu biliyorlar ve bu eğilimi açıkça, korkmadan yaşayabilenlere katlanamıyorlar. Gerçekten bu kadar şiddetli ve gözü kör bir homofobinin arkasında Glee dizisindeki Dave Karofsky vakasının* yattığına kalıbımı basabilirim, o kadar eminim.

*Glee izlemeyenler için dizide okulun açıkça eşcinsel olan tek öğrencisi Kurt'e kabadayılık edip duran Karofsky adında homofobik biri vardı. Sonradan kendisinin eşcinselliğini gizlediği ve aslında Kurt'ten hoşlandığı ortaya çıkmıştı.

Bu filmi izlemeye gittiğimde salonda saçma sapan davranan biri karşıma çıkarsa arada falan yerimden kalkarken yanlışlıkla en topuklu ayakkabımla tüm gücümle ayağını ezebilirim. Ya da kendimi tutamayabilirim, çıkışta o kuş beyinli kafaları omzuma çarpabilir. Belki böylece 21. yüzyıla ışınlanmayı becerebilir zihinleri.

Akşam akşam sinirlendim yine.

Ayrıca iki erkeğin birbirlerine aşık olmasını katlanılamaz bulan insanlar niye 15TL falan ödeyip bu filmi izlemek için sinemaya gider, bunu da anlayabilmiş değilim.

Tuesday, 17 January 2012

can you pay my bills

Sonunda vize başvurumu tamamladım bugün. Üzerimden bir yük daha kalkmış oldu.

Glee'deki Blaine ne kadar kusursuz, ne kadar çekici biri öyle. Gay bir erkek olsam kesinlikle sabahtan akşama oturup bu çocuğa tapınırdım. Kendime Blaine'in kız versiyonunu istiyorum, mümkünse. Zengin, koyu renk saçlı, özel okullu, süper giyinen, Sevgililer Günü diye hoşlandığı insana gayet public bir şekilde serenat yapan, kendine güvenen ve okul da dahil olmak üzere hiçbir yerde cinsel yönelimini açıklamaktan korkmayan biri. Peki, serenat yapmasa da olur, ama bir o kadar düşünceli ve cesur jestler bekliyorum.

O kravat düzeltmeni yerim ya.