Wednesday, 18 March 2009

why, oh why, that is the question

How did we get here?
When I used to know you so well..


Twilight soundtrack albümünü background music modunda dinlerken bu cümleyi duydum, hmm? diye dikkatimi iTunes'a yönelttim bir anda. Şarkı güzel, cümle hayatımda çok insana sormak isteyip soramadığım o soru. 2 adet A, bir adet O ve bir adet C'ye gelsin bu soru o zaman,


How did we get here, when I used to know you so well?


C dışında -o kendi mallığımdan kaynaklanıyordu- değer verdiğim hiç kimseyle olan ilişkim/arkadaşlığım benim umursamazlığım/özensizliğim/gereken çabayı göstermemem nedeniyle bitmedi. Gayet birbirimizin içine girmiş kadar yakın olduğum insanlar birden uzaklaşıyorlar, neden anlayamıyorum, sorduğumda "Yok birşey"imsi bir cevap alıyorum sanki salakmışım gibi, garipsiyorum cidden. 1 yıl sonra unutuyorum, yenisi geliyor yerine.

88'li bir kızın bu kadar güzel olmasını kınıyorum ayrıca.







Neden bilmiyorum, şu klibi buraya koyasım geldi. Ergen dönemimin yegane grubu HIM'in Join Me'sinin Ice Version klibini izlemektesiniz. Dünyada en sevdiğim klip olabilir kendisi. Ville Valo kadın olsa keşke.

Dün gece tek başıma trene atladım Londra'ya gittim, aşırı sıkıntı basmıştı ve Wotever diye bir barı merak ediyordum. Normalde hayatta tek başıma bar ortamlarına gidemem ama iyi ki gitmişim. Hayatımda gördüğüm en mükemmel, en "welcoming" mi desem ne desem yerdi. Londra'da pek fazla insanın bilmediği, müşterilerin genelini kadın olduğunu sokakta görseniz hayatta anlamayacağınız kadınların oluşturduğu queer/gender bender/trans/gay ve türevi insanlarla dolu küçük bir mekan. Drag performansı mükemmeldi özellikle. Ve benden başka etek giyen tek kişi 60 yaşlarında bir amcaydı. "Tek başıma sıkılıcam" modunda oturup Jack'imi yudumluyordum ki birden baby dyke'larla dolu bir masada buldum kendimi, bir sürü insanla tanıştım. Çok eğlendim evet, sonunda ait olduğum mekanı bulmuş olabilirim.

Ayrıca gay erkeklerin kızları sevme nedeni nedir? Ne zaman gay bir mekana gitsem "Ayy ne şirin şeysin sen" tepkisi alıyorum erkeklerden. Biri açıklasın.

Set me free why don't you girl
Get out of my life girl
Cause you don't really love me, no
You just keep me hanging on

Sunday, 15 March 2009

make us it, make us hip, make us scene


Just for the record,
The weather today is slightly sarcastic with a good chance of:
A. Indifference or
B. Disinterest in what the critics say


Issız Adam izledim, yine ağladım, Lisa ağlamadı. Altyazılı izleyince pek etkili olmuyor sanırım. İlk izlediğimdeki kadar fena olmadım, 1 saate normale döndüm hatta. İngiltere'de ve gözyaşlarımın sebebi insandan binlerce kilometre uzakta oluşuma bağlıyorum. Belki de cidden unutmuşumdur onu? Sanmıyorum. Unutmak istemem bile.

Mark Ronson-Version ve Panic! At The Disco-A Fever You Can't Sweat Out dinleyerek geçiyor günlerim. Mark Ronson'ın albümü tamamen bir Pazar günü İngiltere kırsalında hafif güneşli bir havada arabadayken dinlenesi hatta. Bu Ronson kardeşlerin ikisi de çok taş.

Guilty pleasure'larım olarak tanımladığım bazı şeyleri dışa çıkarmak istiyorum artık. Ama korkuyorum biraz ve ne yapacağımı bilemiyorum tam olarak.

Mango Kiss Region 2 DVD'si istiyorum ama 16 pound ödemek istemiyorum. Bugün Tesco'dan 60 poundluk yiyecek-içecek alışverişi yaptım, 20 poundu sırf alkol, pfh. Fakir hayatı yaşıyorum bu aralar.

Note to self: The Leather Daddy and The Femme

Oh, who said I'd lied ? - because I never, I never
Who said I'd lied ? - because I never

Oh, so I drank one
It became four
And when I fell on the floor ...
...I drank more

Stop me, oh, stop me
Stop me if you think that you've
Heard this one before

Nothing's changed
I still love you, oh, I still love you
...Only slightly, only slightly less than I used to, my love

Friday, 13 March 2009

my desolate ada

Desolate kelimesini ilk kez kullandım hayatımda Wikipedia sayesinde, ben solitary'yi tercih ederdim. Issız Adam İngiltere'deki sinemalarda gösterime girdi bugün, filmin adı Alone olarak çevrilmiş. Yakındaki Odeon'larda gösterilmediği için 2 saatlik tren yolculuğu yapmaya hiç üşenmeden Londra'ya sinemaya gidiyoruz bugün Lisa'yla, tekrar fena olacağımı hissedebiliyorum film bittiğinde. Ve gördüğünüz gibi canım isteyince hiç üşenmiyorum, evet.
Ayrıca Zeynep, Issız Adam bile geldi, sen gelmedin Londra'ya.

Thursday, 12 March 2009

the last word

Evet, The L Word'ün son sahnesini görmektesiniz yukarıda. Pazar gecesi yayınlandı son bölüm, Salı günü izledim, ve 2 gün geçmesine rağmen hala bir garip hissediyorum. "Son kez the L Word izliyorum" cümlesi yanıp sönüyordu kafamda izlemeden önce, Salı'ya kadar bekledim, izlemek istemedi canım, abartı gelecek ama cenaze modundaydım tamamen. Çok çok iyi bir arkadaşım ölmüş gibi. Evet saçma olabilir dediğim gibi, ama hayatımda hiç bir dizi benim hayatımı bu kadar değiştirmemişti, benim için bu derece önemli olmamıştı, ve bitiyor olması aşırı etkiledi cidden beni. O kadar heyecan yapıp son bölümü izledikten sonra hem kafam karıştı, hem de hayal kırıklığına uğradım. 6. sezon zaten başından beri baymıştı beni ama bu kadar mükemmel bir dizi bu şekilde bitmemeliydi kesinlikle.

SPOILER!!

Helena ve Dylan birlikte olmalıydı bir kere. Ayrıca çok şey havada kaldı: Jenny Dylan'ın kandırıldığını bildiğini ne zaman öğrendi? Max'e ve bebeğine noldu? Molly nereden çıktı, mektubu okuduktan sonra Shane'le aralarında birşeyler geçmeliydi bence. Nikki ne arıyordu çalıların içinde? Yıllardır uyuzluğuyla gönüllerimizde taht kurmuş olan Jenny neden son bölümde birden canım cicim bir moddaydı? İntihar edeceği için miydi acaba? İntihar mı etti, yoksa öldü mü? "Who killed Jenny?" diye aylardır reklam yaptıktan sonra Jenny'yi kim öldürdü, kendi mi öldü, kaza mıydı, intihar mıydı, sonuçta kim suçlandı falan filan gibi şeylerin hepsinin cevapsız kalması saçma cidden. Ya the L Word Movie ya da dizinin spin-off'u the Farm cevaplar umarım sorularımı.

Jenny'nin ölümü konusunda ise intihar mı etti, Bette mi öldürdü yoksa hepsi mi yaptılar seçenekleri arasında kararsız kaldım.

Friday, 6 March 2009

they just buy tight jeans till they nuts hang all out boy

I just love Kanye West LOL the dude's so damn funny.


Thursday, 5 March 2009

if only tonight we could sleep..


Nüfusun %73'ünün L, G, B ya da T; %21'inin kararsız ve %6'sının straight olduğu şehir Brighton'a gidiyorum yarın. Student Pride ve Winter Pride var haftasonu boyunca. Normalde İngiltere'nin en önemli pride organizasyonu olan ve San Francisco/LA olmasa dünyadaki en süper pride da olabileceğini tahmin ettiğim Brighton Pride (yaz sonu yapılan) kadar eğlenceli olur mu bilemiyorum ama ben içtiği kokteyllerden kimseyi takmayacak kıvama gelmiş gülerek kendi kendine dans eden bir kişi haline gelene kadar eğlenmeye kararlıyım.

Private Dancer'ı sipariş verdim bugün Amazon'dan Mighty Boosh'larımla birlikte. Neredeyse onun kadar iyi olan başka bir hikaye daha buldum bugün ayrıca sanırım. Mutluyum.

Ev arkadaşlarımdan gittikçe daha da tiksinir hale gelmiş bulunuyorum son 2 haftadır. Özellikle yan odamdakini gece yastıkla boğmaktan büyük zevk alabilirdim suç olmasa. Dünyadaki en sıcak ve sevmesi kolay insan olmadığımı biliyorum ama asla ve asla gece 3te eve sarhoş gelip bağırıp çağırdığım, sabahlara kadar bangır bangır müzik dinlediğim -hatta başkası rahatsız olmasın diye kulaklıkla dinliyorum, thank you very much- ya da aynı evde yaşadığım birinin hakkında fısır fısır dedikodu yaptığım görülmemiştir. Bu kadarına küfretmeden ancak görgüsüzlük ötesi tanımını yakıştırabiliyorum. Ben şu satırları yazarken gerizekalı insan 80lerin pop şarkılarını evin tamamına yayın yapmakta. Herkeste bir The Cure'un popüler şarkılarını, 70ler Amerikan folk'u ve türlü abuk şeyler dinleme hevesi bugünlerde, nedir? Mesela Ghostbusters çalıyor şu an hmhmhmh.

Annem dışında kimseyle aynı evde yaşayamadım hayatım boyunca, babamla bile 2 günden fazla aynı ortamda bulununca deliriyoruz. Hatta şu anda fark ettim, Lisa'dan başka bana 2-3 gün üst üste katlanabilen insan yok. 24 saat bir arada olsak o bile katlanamaz belki. Ama ev arkadaşımın öküz olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu.

Sabah Lisa'dan evime dönerken gece tren raylarının buz tutması nedeniyle 2 saatlik bir gecikme sonrası otobüs-tren-tren-otobüs şeklinde ancak evime ulaşabildim. British National Rail'e buradan selamlarımı yollamak istiyorum.

Geçen haftaki NME cd'sindeki Art Brut-Catch mükemmel bir cover olmuş. Orijinalinden (The Cure) bile iyi belki de. Ayrıca Eddie Argos Eurovision'a katılmalı kesinlikle İngiltere adına.

Yes I know who you remind me of
A girl I think I used to know
Yes I'd see her when the day got colder
On those days when it felt like snow

You know I even think that she stared like you
She used to just stand there and stare
And roll her eyes right up to heaven
And make like I just wasn't there

And she used to fall down a lot
That girl was always falling
Again and again
And I used to sometimes try to catch her
But I never even caught her name

Monday, 2 March 2009

michelle, possess and undress me


Dante's Cove bugünlerde favori dizim. The L Word'ün son sezonunun bende gayet hayal kırıklığı yaratması sonucu Hotel Dante sakinlerinin yaşamlarını röntgenlemeye adadım kendimi. Charmed ve The OC karışımı, ama karakterlerin neredeyse tamamı gay olan bir dizi Dante's Cove. En sevdiğim kısmı ise oyuncuların da genelde gerçekten gay olmaları, dolayısıyla oldukça düşük bütçeli bir yapım, öyle ki bazen cheesy sahneler, dandik efektler komik hale geliyor. Ama Lisa'nın dediği gibi:"It's so cheesy it's great". Bölüm başına ortalama 10-15 tane penis görebiliyoruz ayrıca, yapımcılara sesleniyorum buradan, seksist olmayın lütfen, we want pussy!!

Ve Michelle Wolff obsesyonum gökyüzüne yükselen boyutlara ulaşmış durumda. 1 milyar uçak bileti parası bayılıp Los Angeles Pride'a ya da LA'deki favori gay barına gitmeyi planlamaktayım ciddi halde. Stalker'vari davranışımın bahanesi ise kendimi onun hayatımın kadını olduğuna inandırmış olmam. Benden 15 (tahminen) yaş büyük olması, dünyanın öbür ucunda yaşaması, bir sürü baby dyke'ın götünün dibinde dolanıyor olması ve kocaman egosu takıntı seviyemde en ufak bir düşüşe yol açamıyor malesef. Onun dışındaki herkes çirkin geliyor bana. NME Big Gig öncesi The O2'da Strongbow içip sevgilimi beklerken aşırı derecede Michelle'e benzeyen ve "Oha kız aşırı taş" edasıyla ağzımın ciddi anlamda bir O şeklini almasına neden olan birini gördüğümden ve o biri bana baktığında heyecandan fena olduğumdan bahsetmiş miydim? Sonra telefonu çaldı o birinin, ve sesini duyduktan sonra anladım ki aslında kendisi bir kız değil, fazla skinny jean'iyle bir adet indie boy'muş. Pfh. Talk about luck.

Bu arada neden dizideki tüm erkekler kaslı ve parlak? 3. sezona geldikçe iyice parlamaya başlıyorlar. Ayrıca bu Dante'nin koyunda t-shirt/gömlek giymek ve straight olmak yasak sanırım. Beni oraya taşısınlar.



Tuesday, 24 February 2009

ben sensiz istanbul'a düşmanım

Zeynep'in "Gripin sever misin" sorusuna olan "Sensiz İstanbul'a Düşmanım ve Dalgalandım da Duruldum'dan başka şarkılarını bilmiyorum" cevabım bende o şarkıları dinleme isteği uyandırdı deli gibi. Normalde bu tür şeyler dinlemeyen ve dinleyenlere ıy gözüyle bakan biri olarak, kendime de ıy gözüyle bakılmasını takmamaya karar vererek buraya bunu yazıyorum. Şu 2 şarkı ağzıma sıçıyor benim. Burada bahsetmiştim, geçen sene benden daha sorunlu olduğuna inandığım son derece eksantrik bir insan olan psikiyatristimden çıktıktan sonra Caddebostan Migros'a girdim, Cansu'yla sahilde otururken onun yediği sandviçlerden aldım, onu aradım sonra oralarda mı diye, değildi, taksiye binip eve dönmeye karar verdim ben de, içimde bir buruklukla takside otururken trafik tıkandı tam Marks and Spencer'a çıkan yolda, radyoda Dalgalandım da Duruldum çalıyordu. O günü hatırladım yine, gayet mutlu bir şekilde günüme başlamışken eve ağlaya ağlaya döndüğümü hatırladım. O ev artık benim değil, Cansu artık yok, psikiyatristim bile yok. Bugünlerde depresif ruh halim hafif hafif geri dönmeye başladı, sebepsiz ağlamalar, ilacımın dozunu mu artırmalıyım diye düşünüyorum. Sinirlerim bozuldu kısacası.

Paramparça
Paramparça ne varsa kadınım
Yokluğunda kaç damla gözyaşı eder adın
Ne olur, gel, gel, gel, gel
Ben sensiz İstanbul’a düşmanım.

Şu sözlerin ne kadar doğru olduğunu hissetmek korkutuyor beni. Geçen seneki halime dönmekten, yine depresyona girmekten, yine öyle hissetmekten korkuyorum.

Sen de hala paramparça mısın kadınım?

Monday, 23 February 2009

never again alone in the dark

AFI dinleyesim geldi, Ezgi'yi, Lise 1'i hatırladım.

So I... I will paint you in silver, I will wrap you in cold
I will lift up your voice as I sink

Your sins into me
Oh, my beautiful one, now
Your sins into me
As a rapturous voice escapes, I will tremble a prayer
And I'll beg for forgiveness
Your sins into me


Don't waste your touch, you won't feel anything
Or were you sent to save me?
I've thought too much, you won't find anything...
Worthy of redeeming

Look what I've built, it shines so beautifully
Now watch as it destroys me

To... break down, and cease all feeling
Burn now, what once was breathing
Reach out, and you may take my heart away

I left it all behind, and never said goodbye
I left it all to die

I saw its birth, I watched it grow
I felt it change me
I took the life, I ate it slow
Now it consumes me

i lied my face off when i said that i would be okay

Şu geçirdiğim birkaç haftayı tanımlamak gerekirse, fazlasıyla garipti. Alkaline Trio konseri mükemmeldi, mükemmel ötesiydi. Olabilecek en kötü tesadüfler geldi başımıza. Lisa'nın Londra trafiğine girmek istememesi yüzünden trenle gidelim dedik, beni evimden aldı, ben o sırada birkaç Strongbow içmiştim zaten, yolda bir tane daha içtim, yarım saat falan sonra tam istasyona yaklaşmışken öküz gibi bir dankkkk sesi geldi arabanın sağ tarafından, kenara çekip baktık, jantlardan biri çıkıp arabanın yanına çarpmış falan filanmış anlamadım tam olarak. "Fak treni kaçırıcaz" paniklerimden sonra Co-op'a uğradık, ben bir 35lik viski aldım kendime trende içmek için. Tren istasyonunun otoparkına arabayı park ettik, bilet makinelerinin çalışmaması yüzünden 10 dk da orada kaybettik, benim paniklerim son noktaya ulaşmıştı ki biletleri evde unuttuğumu fark ettim. Kafamda kocaman ışıklarla "hasiktir" yazısı yanıp sönmeye başladı, evim 1 saat uzakta olduğu için geri dönme şansımız yoktu hiç. Lisa'yı yine de gitmeye ikna ettim, trende o viskiyi bitirdim, Lisa içmiyordu, ben onun yerine de içtim. Metroyla Camden'a gidiyorduk, tam o sırada İrlandalı herifin teki karşımızda oturan Müslüman çocuğa gayet ırkçı bir modda "Siktirsenize kendi ülkenize" muhabbetleri yapmaya başladı sarhoş ötesi kafasıyla, bize de "Ee kızlar siz ne diyorsunuz" modunda cevap bekleyerek bakıyordu, takmadık kendisini, biz inerken bana "You biatch" diyerek o da inip peşimize takıldı kendisi. "Siktir herif takip mi ediyor bizi" derken bir yerlerde kaybetti bizi. Koko'ya gittik, bilet gişesindeki kadına "Bilet aldım netten ama gelmedi bıdı bıdı" yaptım, kadın gayet inanılmaz bir şekilde hiç kontrol bile etmeden buyrun geçin yaptı. Oha dedik, içeri girdik, birkaç Jack Daniels sonrası ben kendimden geçer halde Alkaline Trio bekliyordum, tshirt aldım 2 tane, adama 10 pound yerine o kafamla 50 YTL vermişim, o da o kafasıyla onu 50 pound zannedip bana 40 pound üst vermiş yazık. Böylece 80 YTL falan kara geçmiş oldum durduk yere. Son trenle eve dönmüşüz, nasıldı hiç hatırlamıyorum, Lisa olmasa sokakta sızıp kalırdım sanırım. Eve geldik 1 gibi, uyuduk, 4'te uyanıp havaalanına doğru yola çıktık, o 1 saat karanlıkta gayet hungover kafamla Lisa uyumasın diye onu konuşturmaya çalışmak hayatımın en dandik deneyimlerinden biriydi. Bir daha sabahın körüne uçak bileti almak mı, 4'te kalkacağını bile bile 1 şişe viski bitirmek mi? Asla.

Sonunda İstanbul'a ulaştıktan sonra bütün günü uyuyarak geçirdik, Nevizade'ye gittik akşam. Ne kadar Türk yemeği varsa hepsini yedik sanırım 3 günde. O piuuu yapan sokakta yerde satılan minik elektronik kedilerden istiyorum bu arada, bana alıp yollamak isteyen varsa sonsuza kadar sevgimin sahibi olabilir.

İstanbul değişmiş yine, aynı insanlar, tavırları ve gittikleri mekanlar değişmiş. Geçen sene göt göte olduğumuz insanları bu sene cool kid tavırları içinde Taksim'de takılırken görmek midemi bulandırdı, tanıdığım birçok insan yanımdan geçerken kafamı çevirdim görmemiş gibi, konuşasım gelmedi hiçbiriyle. İlke, Gencer ve Cansu'yu gördüm sadece, zaten onlar ve Zeynep dışında başka da görmem gereken biri yoktu pek. Ben bilmemkaç bin kilometre uzaktan %40 onu görme amacıyla İstanbul'a gelirken Cansu hanfendinin önce beni 2 saat bekletmesi, ertesi gün yine saatlerce gelmemesi, gelince aramaması, ben arayınca "Bekle geliyorum" demesi ve ben soğukta götüm donarak beklemekten sıkılıp tekrar "Nerdesin" demek için arayınca "Yan sokaktayım ama gelemicem ben" yapması saçma geldi açıkçası. Kaba ötesi bir davranış olmasının yanında başkası bana onda birini yapsa siktiri çekeceğim şeylerdi. Ona o gün birşey dememiş olsam da bundan sonra o benimle konuşmak ya da beni görmek için fazlasıyla çaba göstermedikçe benden en ufak bir adım görmeyeceğini de burada belirtmek istedim.

Güzeldi İstanbul, şehrin büyüsünü hiç bu kadar hissetmemiştim orada yaşadığım süre boyunca. Hayatımın bir döneminde tekrar Cadde'de yaşamalıyım kesinlikle, gece Taksim'den dönerken dolmuştan Caddebostan'ta inip eve yürümeliyim iPod dinlerken.

It's not fair, it's not even close.
You fed me the sun,
Burned me up inside and watched me choke
On everything we did,
On everything we lived.
Let's see if I can live again.

I lied my face off when I said
That I would be okay.
It's never fine when you go away.
These cuts run deep,
These scars are permanent and always on display.
This makes things difficult for me.