Monday, 9 November 2009

rabbit heart

Bu senenin 103820. Paris'te geçirilen haftasonundan bu sabah eve dönmüş bulunmaktayım. Uzun, upuzun bir süre Paris'e gitmeyi planlamıyorum bundan sonra. Neden bilmiyorum ama şu son 2 gidişimde de içimde sürekli bir huzursuzluk vardı, yalnız olmamla alakalı olabilir. Metroda, sokaklarda özellikle geç saatlerde insanların -I mean, erkeklerin- insana bir bakışı var ki sürekli bir başıma-bişey-gelmesin-nolur modunda oluyorum, ilginç bir şekilde İstanbul sokaklarının bile daha güvenli bir havası var. Oteldeki resepsiyonistten, en turistik yerlerde çalışan barmenlere, sokaktaki insanlara kadar herkeste bir suratsızlık, terslik, bir anti-turist/anti-Anglofon hava var. Yani en dandik yerde -kesinlikle istisnai, pahalı bir yerden bahsetmiyorum- bir bardak kolaya 6 euro verdikten sonra garsonun yüzünde bi-siktir-git'imsi bir ifade olunca ve bunu bütün haftasonu boyunca girdiği her bar/restaurant/dükkan ıvır zıvırda yaşayınca insan "Eeh al o tavrını götüne sok" demek istiyor cidden. Sonra da İngiltere topraklarına dilini-anladığım-insanların-diyarı diye şükrederek adım atıyor.

Bir de İngilizler'e soğuk derler, çok ironik bir durum gerçekten.

Paris'e ilk gidişimi hatırlıyorum, 7 yaşında falandım; çok, çok etkilenmiştim. O zamandan beri neredeyse her yıl ailemle gittiğim bir yer oldu Paris, her gittiğimde böyle bir aitlik çökerdi üstüme, "Yurtdışında yaşayacak olsam burada yaşamak isterim" diye düşünürdüm, Londra ilk gidişimde nedense çok mesafeli, gri ve umutsuz bir şehir gibi görünmüştü gözüme. Paris'in yeri kalbimde hep başkaydı kısacası. İngiltere'ye taşınınca Paris 2 saatlik bir mesafe oldu benim için, her fırsatta gitmeye başladım böylece. Ama neymiş; turlarla gidilen, 5 yıldızlı otellerde kalınan, hesap babanın cebinden çıktığı için menüdeki fiyatlara bakmadan en pahalı yerlerde yiyip içerek geçirilen Paris gezilerinin tadıyla 49 poundluk öğrenci Eurostar biletiyle gidilen, "Of 80 euroyu bir günde nereye harcadım" diye sinir olunan, metroda kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak çantası vücuduna yapışık gidilen haftasonu kaçamaklarının tadı aynı değilmiş.

Ama Paris'in sinemalarının hastasıyım, o ayrı. Hem salonları daha rahat, hem de fiyatları neredeyse buradakinin yarısı. Ayrıca Odeon hala Fransız sinemalarındaki bilet makinesi teknolojisine ulaşabilmiş değiller. Bir de neden bilmiyorum ama bu Fransızlar Twilight'ı 2 gün önce izliyor İngiltere'den? Twilight biletimi 1 ay önceden aldım, heyecanla bekliyorum 20 Kasım'ı, çok kıskandım.

Bir de Coca Cola Light'ın tadı İngiltere'de bok gibi, aşırı karamelli mi ne, nesi garip tam çözemiyorum bir türlü ama içesim gelmiyor hiç. Fransa'dakiler normal gayet.

Onun dışında La Roux iptal olmuştu zaten, bu konuda yorum yapmak istemiyorum sinirlerim bozuluyor. Florence + the Machine çok oha, oha ve ohaydı, Florence şarkı söylemeye başladığı anda çıt çıkmaz bir sessizlikte dinlemeye başladı herkes, çok ilginç ve mükemmel bir deneyimdi gerçekten.


I'm not calling you a liar, just don't lie to me.
I'm not calling you a thief, just don't steal from me.
I'm not calling you a ghost, just stop haunting me.
And I love you so much, I'm gonna let you kill me.

There's a ghost in my mouth and it talks in my sleep,
Wraps itself around my tongue as it softly speaks.

Then it walks, then it walks with my legs,
To fall, to fall, to fall at your feet.
Now but for the grace of god go on,
But when you kiss me I'm happy enough to die.

2 comments:

mars in velvet said...

parise ilk gittiğimde sony shopta çalışan adam bana "do you know what euro is" demişti.

zerofeelings said...

yok artık, o ne demek
bu fransızlarda bir gariplik olduğu inancındayım cidden.