Uzun zamandır bu kadar kötü bir gün geçirmemiştim. Şu anda çalıştığım yerde kontratım Ekim sonu bitiyor ve bu hafta kontratımın bir süre uzatılabileceğini, Eylül ve Ekim boyunca da full time olacağımı öğrendiğimden beri keyfim yerindeydi. İşe girdiğimde de bu kısa süreli kontratım bittiğinde terfi ettirilip uzun süreli bir kontratla çalışmaya başlayabileceğim ima edilmişti. Ancak bana bu muhabbetler yapılırken perde arkasında başka şeylerin döndüğünü öğrendim.
Dün ofiste kısmen kulak misafiri olduğum bir konuşmada birkaç hafta önce müdürüm olarak işe başlayan adamın işe başladığımda zamanı gelince bana teklif edileceği ima edilen rol için başkalarını aramak istediği izlenimini edindim. Bütün akşamım buna canımı sıkarak geçti. Tam "Doğru düzgün duyamadım, belki yanlış anlamışımdır" diye kendimi biraz sakinleştirmiştim ki, başka bir şey için ofisin ortak ağında arama yaparken "İletişim Müdürü İş İlanı" diye bir dosyaya denk geldim. Evet, daha işe başlayalı bir ay bile olmayan yeni adam tam bir dağdan inip bağdakini kovma örneği göstererek o rolü bana vermek yerine iş ilanı vermeye karar vermiş. O kadar sinirlendim ki, gün içinde iki kez tuvalette ağlarken buldum kendimi. Bugünkü toplantımızda bu adam bana bu iş ilanı muhabbetini açıklarken haberim yokmuş ve çok etkilenmemişim gibi tepki vermeyi nasıl başardım, nasıl yüzümde bir gülümsemeyle "Haber verdiğiniz için teşekkürler" diyebildim bilmiyorum. Önceden o dosyaya denk geldiğim ve kendimi hazırlayacak zaman bulduğum için muhtemelen.
Bu iş ilanına başvurmamı istiyorlar, ama birçok açıdan yetersiz bulduğum biri tarafından gayet hak ettiğim bu rol için "yeterince iyi" bulunmamam çok gücüme gitti açıkçası. Bir de üstüne üstlük o "daha iyi" insan bulunana kadar işleri idare etmem için bana kontratımı 1-2 ay uzatma ihtimalinden bahsetmeleri kendimi iyice kullanılmış hissettirdi. Her işte bir hayır olduğuna, ilk başta kötü görünen şeylerin aslında insanı sonunda güzel şeyler bekleyen yollara yönlendirdiğine kesinlikle inanıyorum; tek hazmedemediğim nokta profesyonel açıdan "eksik" gördüğüm birinin hakkımda bu kararı vermiş olması.
Kendisine karmadan öpücükler diliyorum.
Bir de üstüne geçen sene bu zamanlar çok fena aşık olduğum eski sevgilimin beni Facebook'tan sildiğini fark ettim bugün. Konuşmasam da, arkadaş kalma isteğim olmasa da asla yapmadığım, çocukça bulduğum bir harekettir listeden eski sevgili, eski en yakın arkadaş vs silmek. Zamanında o kadar değer vermiş olduğum bir insanı hayatımdan tamamen çıkarmak istemem ben, o yüzden anlayamıyorum.
Bugün kötü bir gün.
Thursday, 5 September 2013
Tuesday, 13 August 2013
sweet bird of youth
Dün akşam Tennessee Williams oyunu Sweet Bird of Youth'u izledim. Başrolde Sex and the City'de sevdiğim tek karakter olan Samantha'yı canlandıran Kim Cattrall vardı. En önde oturuyordum ve oyun boyunca Kim Cattrall en fazla yarım metre uzağımdaydı - oyunda ele alınan yitip gitmekte olan gençliğe duyulan özlem konusuna paralel olarak 56 yaşında olan Kim Cattrall'ın cildinde en ufak bir yaşlanma belirtisi olmaması dikkatimi çekti. Botoks ifadesizliği de yoktu yüzünde. Sırrı nedir bilmek istiyorum.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Yaşlanmak demişken, geçen ay 24 olduğumdan beri "Aman Tanrım, yaşlanıyorum" endişesi taşımaya başladım. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki, günün birinde geçmişe bakıp hayatımı yeterince dolu yaşamamış olduğumu düşünmekten korkuyorum. Öte yandan bütün hafta sabah akşam çalışıp hafta sonu olunca kendime gelecek zamanı ancak bulabilirken nasıl hayat dolu dolu yaşanabilir diye düşünmüyor da değilim.
Daha şimdiden bu ruh halindeysem yakın gelecekte ilk kırışıklığımı ya da ilk beyaz saç telimi gördüğümde ayna karşısında bayılıp gideceğim herhalde.
Çok uzun süre single kalmaktan kafam düşüne düşüne içinden çıkılmayacak şeylere takılıyor.
Wednesday, 7 August 2013
taking steps is easy, standing still is hard
Cumartesi günü arkadaşlarımla Brighton'a gittik. Sabahın sekiz buçuğunda evden çıkıp gece bir buçukta eve döndüğüm uzuuun bir gündü.
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Senelerdir gitmek istediğim, Avrupa'nın en büyük Pride organizasyonlarından biri diye bilinen Brighton Pride'ın yürüyüşü Londra'dakine kıyasla çok daha soluktu, hepimiz hayal kırıklığına uğradık. Ama yürüyüşten sonra Preston Park'ta düzenlenen etkinlik süperdi. Koca bir parkta on binlerce LGBT insan, bütün gün aralıksız canlı müzik ve DJ olan 6-7 farklı çadır, lunapark, güneşin altında çimlere uzanmak... Mükemmeldi.
Parktan sonra Brighton'ın (bildiğim kadarıyla) kadınlara özel olan yegane gay pub'ının önünde mangal ve sokak partisi vardı, oraya gittik. Kalabalık arasında içkimi yudumlarken uzakta biriyle göz göze geldim. Ben tuvalete gittim, önümde 10 kişilik falan sıra vardı. O sırada bu bakıştığım kadın geldi ve arkamda durmaya başladı. Ama durmak dediğim, yapışacak, o kadar yakın duruyor. Neyse, ben cesaretimi toplayıp kadına iki kelime laf edemeden sıra bana geldi ve çıktıktan sonra da trenimizi yakalamak için partiden ayrılmak zorunda kaldık.
Düşünüyorum da, böyle gay ortamlarda birileriyle bütün gece bakışıp durduğum, ama dibime bile gelseler korkudan donup kaldığım, sonra da bir şey yapmadan eve gittiğim için pişman olduğum çok oluyor bu aralar. Kadınlar nedense genelde hoşlandıkları insana dik dik bakıp duruyor ve ilk adımı atmıyorlar, baktıkları insan da bir şeyine sinir oldu diye mi bakıyor, beğendi diye mi bakıyor anlamıyor. Biri çok bariz flört etmedikçe jetonu düşmeyen biri olarak ben hiç anlayamıyorum, bir de üstüne genel olarak tanımadığı insanla muhabbete giremeyen yapım eklenince ortaya fena bir durum çıkıyor. Bunun üstesinden gelebilmek istiyorum, önerilere açığım.
**
Tanıdığım herkesin bahsedip durduğu yeni Netflix dizisi Orange is the New Black'i izlemeye Pazar günü sonunda başladım. Evde olduğum ve uyumadığım her dakikamı OITNB izleyerek geçirdim ve 1. sezonu bugün bitirdim. Uzun zamandır beni bu kadar saran, kalbimde kendine bu kadar yer bulan bir dizi olmamıştı. Bunda uzun boy, koyu renk saç ve kalın ses üçlemesiyle hayatımın kadını idealine cuk oturan Alex'in de rolü olabilir.
Mutlaka izleyin.
**
"Come be my little spoon"
Tuesday, 23 July 2013
if only tonight we could sleep
The Conjuring adlı lanet filmi izleyeli bir hafta oldu, hala doğru düzgün uyuyamıyorum. Normalde çok sık kabus gören biri değilimdir ama günlerdir gecenin bir yarısı kalbim ağzımdan dışarı fırlayacak şekilde hızlı atarak ve çok korkmuş bir şekilde uyanıyorum. Rüyamda bu kadar korkacak ne gördüğümü hatırlamıyorum, ama geçen gece korkudan yatağımın ortasında oturup öyle kalakaldım, bir süre sonra kalkıp ışığı açabilecek cesareti kendimde bulduktan ve evi kontrol ettikten sonra ancak tekrar uyuyabildim.
Hem bunlar, hem de iş güç derken dün o kadar yorulmuşum ki, bütün gece aralıksız uyudum. Bugün ofiste herkes dün geceki fırtınadan ve gökgürültüsü sesinden uyuyamadıklarından bahsediyordu, son derece ironik bir şekilde ben o kadar şamatayı duymamışım bile, öyle derin bir uyku.
Bu akşam kendime güzel bir uyku diliyorum.
Hem bunlar, hem de iş güç derken dün o kadar yorulmuşum ki, bütün gece aralıksız uyudum. Bugün ofiste herkes dün geceki fırtınadan ve gökgürültüsü sesinden uyuyamadıklarından bahsediyordu, son derece ironik bir şekilde ben o kadar şamatayı duymamışım bile, öyle derin bir uyku.
Bu akşam kendime güzel bir uyku diliyorum.
Friday, 19 July 2013
can you find me space inside your bleeding heart
Bu sinema ve müzik ağırlıklı bir post olacak.
Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.
Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).
Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.
**
Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.
**
Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.
**
Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.
Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.
Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.
**
Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.
İkisi de mükemmel.
**
Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.
Bu da Sonique için gelsin.
Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.
Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).
Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.
**
Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.
**
Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.
**
Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.
Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.
Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.
**
Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.
İkisi de mükemmel.
**
Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.
Bu da Sonique için gelsin.
Sunday, 14 July 2013
orange
"Yüzde yüz içime sinmeyen insanla birlikte olmayacağım" prensibini benimsediğim son bir yılı yalnız geçirdikten sonra belki de insanları çok (ön)yargılıyorum, fazla ince eleyip sık dokuyorum diye düşünmeye başlamıştım. O yüzden sadece kafamdaki "ideal insan" tanımına uymuyorlar diye kimseyi reddetmemeye karar verdim. Bu kararla beraber tip olarak pek de etkileyici bulmadığım ve hiç tanımadığım bir insandan gelen yemek yeme teklifini kabul ettim. Kendisine X diyelim.
X ile buluştuğumuz andan itibaren o işin olurunun olmadığı benim için belliydi. Ne fiziksel, ne de karakter olarak çekici buldum ve aramızdaki elektrik sıfırdı. "Bu akşam başka türlü geçmez" diye düşünerek kendimi şaraba verdim, yemek boyunca bana attığı bakışları ve "Bir dahaki sefere de şuraya buraya gideriz" türü imalarını görmezden gelerek yemeği geçirdim. Bir şişe turuncu şarap ve 3-5 aperatif tabağı için 100 pound hesap geldi.
Hayatında hiç görmediği, bir kelime dahi etmemiş olduğu birini oldukça pahalı bir Fransız restoranına yemeğe çağırdığından X'in maddi durumunun yerinde olduğunu varsaymıştım. Yemek sırasında kızın garsonluk yaptığı, Londra'nın merkeze uzak bir semtinde dört kişiyle ev paylaştığı ve 100 pound'un onun için büyük para olduğu ortaya çıktı.
Onu bir daha görmek istemediğimi bildiğimden ve yemeği ödemesine izin vermemi yanlış anlayabileceğini düşündüğümden kendimi kötü hissettim. Ama maddi durumum onun kadar kötü olmasa da "Alman usulü yapalım" deyip bir akşam yemeğine annemin gece gündüz çalışarak kazandığı parayla 50 pound ödeyecek biri değilim. O yüzden yemek için X'e teşekkür ettim, eve giderken tekrar teşekkür edip yanağından öptüm ve bir daha görüşme tekliflerini geçiştirdim.
Maddi durumu iyi olmayan birinin bu kadar savurgan olmasına anlam veremedim. Cinsel bir beklentiyle böyle bir şey yaptığını sanmıyorum, belki de yalnızlıktan, bir "sevgili" bulma isteğinden, bilemiyorum. Ama o akşamdan beri bu durum aklıma geldikçe vicdan azabı çekiyorum. Öte yandan da içimde bir ses "Eğer parasını böyle saçma bir şekilde harcamak istiyorsa kendi bilir" diyor.
Çıkardığım ders: Seçici olmaya devam.
Friday, 12 July 2013
my computer thinks I'm gay
Staj yaparken üç haftalık bir proje için para almamı saymazsak ilk maaşlı işimin ilk haftası çok, çok koşuşturmaca geçti. Benden önceki (stajyerken manager'ım olan) insan işten ayrılalı bir ay olduğundan çok iş birikmişti, hem onları yetiştireyim, hem de stajyerken yapmadığım işlerini devralayım derken çok stres oldum. Bu manager kişisi gittiğinden campaigning işlerinin tamamı ve iletişim işlerinin çoğu bana kaldı; şu anda "Şu konuda ne düşünüyorsun, bu konuda ne yapsam emin olamadım" gibi soruları sorabileceğim bir insan olmadan, tamamen kendi inisiyatifimi kullanarak çalışmak zorunda olmanın ağırlığı altındayım. Kafama göre karar verip yanlış bir şey yapsam kabak benim başıma patlayacak, sürekli başkalarına danışıp dursam kendi-başına-bir-şey-yapamıyor imajı vereceğim. Umarım yakın zamanda alışır ve kararlarımdan şüphe duymayacağım derecede iş özgüvenine sahip olurum.
Placebo'nun yeni single'ı çıktı bu arada. Az önce ilk dinleyişimde şu sözler aklımda yer etti:
**
Placebo'nun yeni single'ı çıktı bu arada. Az önce ilk dinleyişimde şu sözler aklımda yer etti:
"I got too many friends
Too many people that I'll never meet
And I'll never be there for"
500 kişiye ulaşan Facebook listemi temizlemem gerektiğini hatırladım. Listem kırk yıldır görmediğim, hatta az sayıda da olsa hiç görmediğim, şarkı sözlerinde de dendiği gibi bir derdi olsa gidip yanında olmayacağım (ve aynı şey benim başıma geldiğinde de bana bir destekte bulunmayan) insanlarla dolu. O kadar insanın arasındaki gerçek arkadaşlarımın sayısı 50'yi geçmez herhalde. Büyük bir ayıklama yapmak istiyorum, ama o kadar zaman harcayıp listemi boşaltacağım, sonra yine böyle tanıdığım ama arkadaşım olmayan insanlardan ekleme talebi gelecek, ayıp olmasın diye kabul etmek zorunda kalarak listemi yine şişireceğim gibi geliyor. Arkadaşınız olmayan, ama sağdan soldan tanıdığınız insanlara karşı sosyal medyadaki tutumunuz nedir? Ekliyor musunuz, eklemiyorsanız üzerlerine alınmamaları için ne yapıyorsunuz, ya da alınsalar umrunuzda olmuyor mu, nedir?
Wednesday, 3 July 2013
unhurried, unbothered
İşi aldım! Pazartesi başlıyorum.
Bu arada, Hulu izlerken gözüme şu aralar Amerikan kanallarında yayınlanmakta olan bir Jack Daniel's reklamı takıldı. Jack Daniel's ın hem kendisine, hem de reklamlarına bayılıyorum.
"Unhurried. Unbothered. Left to take their own sweet time, to be everything they can be.
It's too bad we can't all be treated like a barrel of Jack Daniel's."
Jack Daniel's demişken, geçenlerde buradaki bir siteden bir sürü JD ıvır zıvırı kazanmıştım, sonunda geldi. Teşekkürler Jack Daniel's İngiltere!
Bu arada, Hulu izlerken gözüme şu aralar Amerikan kanallarında yayınlanmakta olan bir Jack Daniel's reklamı takıldı. Jack Daniel's ın hem kendisine, hem de reklamlarına bayılıyorum.
It's too bad we can't all be treated like a barrel of Jack Daniel's."
Jack Daniel's demişken, geçenlerde buradaki bir siteden bir sürü JD ıvır zıvırı kazanmıştım, sonunda geldi. Teşekkürler Jack Daniel's İngiltere!
Monday, 1 July 2013
jaeger
Yarın sabah staj yaptığım yerde iş görüşmem var. Pek resmi bir ortam olmamasına rağmen her yerde süren indirimlere dayanamadım ve iş ortamlarında her zaman giyilir diyerek Jaeger'da gördüğüm elbise-ceket bir takıma yatırım yapmaya karar verdim - 400 pound'dan 120 pound'a düşmüştü. Yine de az değil, ama herkesin dolabında acil iş durumları için güzel bir şeyler bulunmasında fayda var diyerek kendimi ikna ettim. Altına da Marks and Spencer'dan bulabildiğim en düşük topuklu ayakkabıyı uyuşturdum.
Görüşmemin nasıl gittiğini haber veririm.
Görüşmemin nasıl gittiğini haber veririm.
#resistanbul LGBT edition
Cumartesi günü Londra LGBT Onur Yürüyüşü vardı. Her yıl 50 binden fazla insanın katıldığı ve üç saat süren yürüyüşün geçen sene tamamına katılmıştım. Bu yıl kortejde yürüyen grupların hiç birine üye olmadığımdan ve geçidin rengarenk halini görmek istediğimden yürüyüşün geçit kısmını kenardan izleyerek sonuna katıldım.
Sabah arkadaşlarım geldi, boyandık, pankartlandık ve yürüyüşü en önden izleyebileceğimiz bir yer kapmak için erkenden Oxford Circus'a gittik. Bir saatten fazla yerde oturup geçidin bulunduğumuz yere ulaşmasını beklemek zorunda kaldık, kortej bize ulaştığında iki kilometrelik geçit güzergahının her iki tarafı da baştan sona onar sıra halinde izleyici doluydu. Çok renkli ve eğlenceli bir geçit töreniydi, çektiğim fotoğraflar burada.
Bu arada Gezi ve Türkiye'deki LGBT onur yürüyüşüne destek olsun diye özene bezene hazırladığımız pankart yürüyüş boyunca pek çok kişinin dikkatini çekti, kenarda geçidi izlediğimiz sırada önümüzden geçen bir sürü insan bize İstanbullu olup olmadığımızı sorarak yalnız olmadığımız ve direnmeye devam etmemiz mesajını verdi. Pankartın fotoğrafını çeken bir sürü basın mensubu oldu. "İstanbul'da direnen arkadaşlarım var" diyen İngiliz bir trans kadına ve bize Türkçe olarak "Her yer Taksim, her yer direniş" diye bağıran İngiliz bir adama bile denk geldik :) Günün en süper olayı da kortej içinde yürürken pankartı gören ve birden elimizden kaparak pankartla poz veren bu adamdı:
Sabah arkadaşlarım geldi, boyandık, pankartlandık ve yürüyüşü en önden izleyebileceğimiz bir yer kapmak için erkenden Oxford Circus'a gittik. Bir saatten fazla yerde oturup geçidin bulunduğumuz yere ulaşmasını beklemek zorunda kaldık, kortej bize ulaştığında iki kilometrelik geçit güzergahının her iki tarafı da baştan sona onar sıra halinde izleyici doluydu. Çok renkli ve eğlenceli bir geçit töreniydi, çektiğim fotoğraflar burada.
Bu arada Gezi ve Türkiye'deki LGBT onur yürüyüşüne destek olsun diye özene bezene hazırladığımız pankart yürüyüş boyunca pek çok kişinin dikkatini çekti, kenarda geçidi izlediğimiz sırada önümüzden geçen bir sürü insan bize İstanbullu olup olmadığımızı sorarak yalnız olmadığımız ve direnmeye devam etmemiz mesajını verdi. Pankartın fotoğrafını çeken bir sürü basın mensubu oldu. "İstanbul'da direnen arkadaşlarım var" diyen İngiliz bir trans kadına ve bize Türkçe olarak "Her yer Taksim, her yer direniş" diye bağıran İngiliz bir adama bile denk geldik :) Günün en süper olayı da kortej içinde yürürken pankartı gören ve birden elimizden kaparak pankartla poz veren bu adamdı:
Yürüyüş sonrası bir şeyler yedikten sonra Soho'ya döndük. Gay barların önünde halk ekmek kuyruğu gibi sıralar vardı, kalabalıktan yürünmüyordu, her sokakta bir parti vardı. Bira kutularıyla dolu pis yerlerde oturup pislik içindeki portatif tuvaletlere girmeyi bile nasıl olduysa dert etmediğim o şenlik ortamındaydık gece geç saatlere kadar. Çok, çok güzel bir gündü.
3 Ağustos'taki Brighton Pride'a kadar nasıl dayanacağım bilmiyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)