Bu sinema ve müzik ağırlıklı bir post olacak.
Pazartesi günü The Conjuring diye bir filmin ön gösterimine gittim. Dandik bir korku filmi bekliyordum; en azından bedava patlamış mısır ve bira var diye düşünüyordum.
Daha 6-7 yaşındayken gecenin bir yarısı uyanarak Elm Sokağı filmleri izleyen bir insan olarak korku filmlerinden uykusu kaçan biri değilimdir. Şu ana kadar The Entity'i saymazsak beni ciddi dehşete düşüren, izlediğim sıradaki ses efektlerinin de etkisiyle bir iki ürpermeden öte beni etkileyen bir film olmamıştı diyebilirim ("gerçek" gösterilen her şeyin sahte olduğu ortaya çıkana kadar The Fourth Kind'ı da bu kategoriye sokuyordum).
Yalnız yaşamanın etkisiyle mi bilmiyorum ama The Conjuring beni gerçek anlamda korkutmayı başardı. Denk gelirseniz izleyin.
**
Dün de Sandra Bullock ve Melissa McCarthy'li The Heat'in ön gösterimi vardı. Zaman zaman klişe tuzağına düşse de gülmekten yerlere düştüm, bu sene izlediğim en komik filmdi. Mutlaka denk gelin.
**
Birazdan This is the End izleyeceğim. IMDB reytingini ve çok zor film beğenen bir arkadaşımın "Aman Tanrım süper" şeklindeki yorumunu gördükten sonra bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.
Pazar günü de fazla akşamdan kalma olmazsam Pacific Rim ve The Bling Ring izlemeyi planlıyorum. Haftada beş kez sinemaya gitmek festival dönemi dışı kişisel rekorum olabilir.
**
Salı günü "away day"imiz vardı. İlk kez İngiltere'de rastladığım away day kavramı birlikte çalışan herkesin her yıl bir günlüğüne işi gücü bırakıp ofis dışında eğlenceli bir şeyler yapması oluyor.
Away day'imize sabah okçuluk dersine giderek başladık. Dersin sonunda yapılan yarışmada 12 kişi içinde sonuncu gelerek beceremediğim şeyler listesine bir şey daha eklemiş oldum.
Okçuluktan sonra Hampstead Heath'te piknik yaptık. Londra'da son yedi yılın en sıcak yazının en sıcak gününü yaşıyor olmamız sebebiyle (31 derece) piknik sonrası herkes mayıştı, yapmayı planladığımız "scavenger hunt"ı boş vererek kendimizi en yakın pub'a attık. Masaya ardı ardına Pimm's sürahileri geldiği sırada bir baktık ki önümüzden Ricky Gervais geçiyor. Normalde böyle sağda solda ünlü gören biri değilimdir, hiç bana denk gelmez, o yüzden mutlu oldum.
**
Çoook yıllardır dinlemediğim şu iki şarkı bugün aklımda.
İkisi de mükemmel.
**
Yarın doğumgünüm. 10 yaşıma Amerika yaz okulu dönüşü uçakta girdiğim günü saymazsak (günün sonunda ailemi görebilmiştim) geçen sene ailemden uzak doğumgünümü kutladığım ilk yıldı, sevgilimle Belçika'ya gidip orada kutlamıştık. Bu sene sevgilim yok, Londra'dayım, buradaki en yakın iki arkadaşımla Sonique'in DJ'lik yaptığı bir gay partide kutlayacağım. Ailemin yanında olamadığım ve günün büyük kısmını yalnız geçireceğim için hafif depresif bir moddayım. Bari akşam güzel geçer umarım.
Bu da Sonique için gelsin.
Friday, 19 July 2013
Sunday, 14 July 2013
orange
"Yüzde yüz içime sinmeyen insanla birlikte olmayacağım" prensibini benimsediğim son bir yılı yalnız geçirdikten sonra belki de insanları çok (ön)yargılıyorum, fazla ince eleyip sık dokuyorum diye düşünmeye başlamıştım. O yüzden sadece kafamdaki "ideal insan" tanımına uymuyorlar diye kimseyi reddetmemeye karar verdim. Bu kararla beraber tip olarak pek de etkileyici bulmadığım ve hiç tanımadığım bir insandan gelen yemek yeme teklifini kabul ettim. Kendisine X diyelim.
X ile buluştuğumuz andan itibaren o işin olurunun olmadığı benim için belliydi. Ne fiziksel, ne de karakter olarak çekici buldum ve aramızdaki elektrik sıfırdı. "Bu akşam başka türlü geçmez" diye düşünerek kendimi şaraba verdim, yemek boyunca bana attığı bakışları ve "Bir dahaki sefere de şuraya buraya gideriz" türü imalarını görmezden gelerek yemeği geçirdim. Bir şişe turuncu şarap ve 3-5 aperatif tabağı için 100 pound hesap geldi.
Hayatında hiç görmediği, bir kelime dahi etmemiş olduğu birini oldukça pahalı bir Fransız restoranına yemeğe çağırdığından X'in maddi durumunun yerinde olduğunu varsaymıştım. Yemek sırasında kızın garsonluk yaptığı, Londra'nın merkeze uzak bir semtinde dört kişiyle ev paylaştığı ve 100 pound'un onun için büyük para olduğu ortaya çıktı.
Onu bir daha görmek istemediğimi bildiğimden ve yemeği ödemesine izin vermemi yanlış anlayabileceğini düşündüğümden kendimi kötü hissettim. Ama maddi durumum onun kadar kötü olmasa da "Alman usulü yapalım" deyip bir akşam yemeğine annemin gece gündüz çalışarak kazandığı parayla 50 pound ödeyecek biri değilim. O yüzden yemek için X'e teşekkür ettim, eve giderken tekrar teşekkür edip yanağından öptüm ve bir daha görüşme tekliflerini geçiştirdim.
Maddi durumu iyi olmayan birinin bu kadar savurgan olmasına anlam veremedim. Cinsel bir beklentiyle böyle bir şey yaptığını sanmıyorum, belki de yalnızlıktan, bir "sevgili" bulma isteğinden, bilemiyorum. Ama o akşamdan beri bu durum aklıma geldikçe vicdan azabı çekiyorum. Öte yandan da içimde bir ses "Eğer parasını böyle saçma bir şekilde harcamak istiyorsa kendi bilir" diyor.
Çıkardığım ders: Seçici olmaya devam.
Friday, 12 July 2013
my computer thinks I'm gay
Staj yaparken üç haftalık bir proje için para almamı saymazsak ilk maaşlı işimin ilk haftası çok, çok koşuşturmaca geçti. Benden önceki (stajyerken manager'ım olan) insan işten ayrılalı bir ay olduğundan çok iş birikmişti, hem onları yetiştireyim, hem de stajyerken yapmadığım işlerini devralayım derken çok stres oldum. Bu manager kişisi gittiğinden campaigning işlerinin tamamı ve iletişim işlerinin çoğu bana kaldı; şu anda "Şu konuda ne düşünüyorsun, bu konuda ne yapsam emin olamadım" gibi soruları sorabileceğim bir insan olmadan, tamamen kendi inisiyatifimi kullanarak çalışmak zorunda olmanın ağırlığı altındayım. Kafama göre karar verip yanlış bir şey yapsam kabak benim başıma patlayacak, sürekli başkalarına danışıp dursam kendi-başına-bir-şey-yapamıyor imajı vereceğim. Umarım yakın zamanda alışır ve kararlarımdan şüphe duymayacağım derecede iş özgüvenine sahip olurum.
Placebo'nun yeni single'ı çıktı bu arada. Az önce ilk dinleyişimde şu sözler aklımda yer etti:
**
Placebo'nun yeni single'ı çıktı bu arada. Az önce ilk dinleyişimde şu sözler aklımda yer etti:
"I got too many friends
Too many people that I'll never meet
And I'll never be there for"
500 kişiye ulaşan Facebook listemi temizlemem gerektiğini hatırladım. Listem kırk yıldır görmediğim, hatta az sayıda da olsa hiç görmediğim, şarkı sözlerinde de dendiği gibi bir derdi olsa gidip yanında olmayacağım (ve aynı şey benim başıma geldiğinde de bana bir destekte bulunmayan) insanlarla dolu. O kadar insanın arasındaki gerçek arkadaşlarımın sayısı 50'yi geçmez herhalde. Büyük bir ayıklama yapmak istiyorum, ama o kadar zaman harcayıp listemi boşaltacağım, sonra yine böyle tanıdığım ama arkadaşım olmayan insanlardan ekleme talebi gelecek, ayıp olmasın diye kabul etmek zorunda kalarak listemi yine şişireceğim gibi geliyor. Arkadaşınız olmayan, ama sağdan soldan tanıdığınız insanlara karşı sosyal medyadaki tutumunuz nedir? Ekliyor musunuz, eklemiyorsanız üzerlerine alınmamaları için ne yapıyorsunuz, ya da alınsalar umrunuzda olmuyor mu, nedir?
Wednesday, 3 July 2013
unhurried, unbothered
İşi aldım! Pazartesi başlıyorum.
Bu arada, Hulu izlerken gözüme şu aralar Amerikan kanallarında yayınlanmakta olan bir Jack Daniel's reklamı takıldı. Jack Daniel's ın hem kendisine, hem de reklamlarına bayılıyorum.
"Unhurried. Unbothered. Left to take their own sweet time, to be everything they can be.
It's too bad we can't all be treated like a barrel of Jack Daniel's."
Jack Daniel's demişken, geçenlerde buradaki bir siteden bir sürü JD ıvır zıvırı kazanmıştım, sonunda geldi. Teşekkürler Jack Daniel's İngiltere!
Bu arada, Hulu izlerken gözüme şu aralar Amerikan kanallarında yayınlanmakta olan bir Jack Daniel's reklamı takıldı. Jack Daniel's ın hem kendisine, hem de reklamlarına bayılıyorum.
It's too bad we can't all be treated like a barrel of Jack Daniel's."
Jack Daniel's demişken, geçenlerde buradaki bir siteden bir sürü JD ıvır zıvırı kazanmıştım, sonunda geldi. Teşekkürler Jack Daniel's İngiltere!
Monday, 1 July 2013
jaeger
Yarın sabah staj yaptığım yerde iş görüşmem var. Pek resmi bir ortam olmamasına rağmen her yerde süren indirimlere dayanamadım ve iş ortamlarında her zaman giyilir diyerek Jaeger'da gördüğüm elbise-ceket bir takıma yatırım yapmaya karar verdim - 400 pound'dan 120 pound'a düşmüştü. Yine de az değil, ama herkesin dolabında acil iş durumları için güzel bir şeyler bulunmasında fayda var diyerek kendimi ikna ettim. Altına da Marks and Spencer'dan bulabildiğim en düşük topuklu ayakkabıyı uyuşturdum.
Görüşmemin nasıl gittiğini haber veririm.
Görüşmemin nasıl gittiğini haber veririm.
#resistanbul LGBT edition
Cumartesi günü Londra LGBT Onur Yürüyüşü vardı. Her yıl 50 binden fazla insanın katıldığı ve üç saat süren yürüyüşün geçen sene tamamına katılmıştım. Bu yıl kortejde yürüyen grupların hiç birine üye olmadığımdan ve geçidin rengarenk halini görmek istediğimden yürüyüşün geçit kısmını kenardan izleyerek sonuna katıldım.
Sabah arkadaşlarım geldi, boyandık, pankartlandık ve yürüyüşü en önden izleyebileceğimiz bir yer kapmak için erkenden Oxford Circus'a gittik. Bir saatten fazla yerde oturup geçidin bulunduğumuz yere ulaşmasını beklemek zorunda kaldık, kortej bize ulaştığında iki kilometrelik geçit güzergahının her iki tarafı da baştan sona onar sıra halinde izleyici doluydu. Çok renkli ve eğlenceli bir geçit töreniydi, çektiğim fotoğraflar burada.
Bu arada Gezi ve Türkiye'deki LGBT onur yürüyüşüne destek olsun diye özene bezene hazırladığımız pankart yürüyüş boyunca pek çok kişinin dikkatini çekti, kenarda geçidi izlediğimiz sırada önümüzden geçen bir sürü insan bize İstanbullu olup olmadığımızı sorarak yalnız olmadığımız ve direnmeye devam etmemiz mesajını verdi. Pankartın fotoğrafını çeken bir sürü basın mensubu oldu. "İstanbul'da direnen arkadaşlarım var" diyen İngiliz bir trans kadına ve bize Türkçe olarak "Her yer Taksim, her yer direniş" diye bağıran İngiliz bir adama bile denk geldik :) Günün en süper olayı da kortej içinde yürürken pankartı gören ve birden elimizden kaparak pankartla poz veren bu adamdı:
Sabah arkadaşlarım geldi, boyandık, pankartlandık ve yürüyüşü en önden izleyebileceğimiz bir yer kapmak için erkenden Oxford Circus'a gittik. Bir saatten fazla yerde oturup geçidin bulunduğumuz yere ulaşmasını beklemek zorunda kaldık, kortej bize ulaştığında iki kilometrelik geçit güzergahının her iki tarafı da baştan sona onar sıra halinde izleyici doluydu. Çok renkli ve eğlenceli bir geçit töreniydi, çektiğim fotoğraflar burada.
Bu arada Gezi ve Türkiye'deki LGBT onur yürüyüşüne destek olsun diye özene bezene hazırladığımız pankart yürüyüş boyunca pek çok kişinin dikkatini çekti, kenarda geçidi izlediğimiz sırada önümüzden geçen bir sürü insan bize İstanbullu olup olmadığımızı sorarak yalnız olmadığımız ve direnmeye devam etmemiz mesajını verdi. Pankartın fotoğrafını çeken bir sürü basın mensubu oldu. "İstanbul'da direnen arkadaşlarım var" diyen İngiliz bir trans kadına ve bize Türkçe olarak "Her yer Taksim, her yer direniş" diye bağıran İngiliz bir adama bile denk geldik :) Günün en süper olayı da kortej içinde yürürken pankartı gören ve birden elimizden kaparak pankartla poz veren bu adamdı:
Yürüyüş sonrası bir şeyler yedikten sonra Soho'ya döndük. Gay barların önünde halk ekmek kuyruğu gibi sıralar vardı, kalabalıktan yürünmüyordu, her sokakta bir parti vardı. Bira kutularıyla dolu pis yerlerde oturup pislik içindeki portatif tuvaletlere girmeyi bile nasıl olduysa dert etmediğim o şenlik ortamındaydık gece geç saatlere kadar. Çok, çok güzel bir gündü.
3 Ağustos'taki Brighton Pride'a kadar nasıl dayanacağım bilmiyorum.
Wednesday, 12 June 2013
dissent
En son yazımdan beri hayat o kadar çılgın hale geldi ki, yazacak fırsat yine bulamadım. Son post'umun ertesi günü (31 Mayıs akşamı) bir partideydim. Tesadüfi sebepler yüzünden alkol almayacağım tuttu ve ayık kafayla club ortamları çekilmediğinden kendimi telefonumda Facebook'uma bakarken buldum.
Arkadaş listemde aşağı yukarı 300'ü Türk olan 484 kişi var (bu arada listemi temizlemem gerekiyor sanırım), Türk olanların iki istisna dışında tamamı ve İngiltere'de yaşayan yabancı arkadaşlarımın da bir kısmı Gezi'de çıkan olaylardan bahsediyordu. Şu ana kadar ne yapılırsa yapılsın ancak online dilekçeler ya da Ekşi Sözlük'teki üç beş entry ile isyan eden, onun dışında tamamen apolitik olan bu insanların aralıksız şekilde Gezi hakkındaki post'larını görünce sinirlerim bozuldu, dışarı çıkalı bir saat geçmeden eve döndüm.
Evimde telefon çekmemesine rağmen bütün geceyi gözüme uyku girmeden, yarım saatte bir yatakta kolumu cama uzatıp 3G sinyali arayarak ve Facebook feed'imi yenilemeye çalışarak geçirdim. Cumartesi demeden sabahın köründe kalktım, Londra Hyde Park'taki Gezi'ye destek eylemine gittim. Birkaç yıl önce gittiğim ve protestodan çok karnaval havasında geçen Londra Slutwalk mitingini saymazsak gittiğim ilk protesto gösterisiydi. Binlerce Türk'ün ve tek tük diğer milletlerden gelenlerin olduğu, polisin kenarda durup gözlemlediği ve bazen göstericilerle hatıra fotoğrafı çekildiği, Çarşı grubunun olduğu, birbirinden yaratıcı pankart ve sloganlara denk geldiğim süper bir ortamdı.
Çarşamba günü Türkiye'ye döndüm, havaalanından eve geldiğimde saat tam akşam 9'du. Her yer korna ve tencere tava sesleriyle inlemeye, bütün mahalle ışıklarını yakıp söndürmeye başladı. Eve döndüğüm gibi böyle bir şeyle karşılaşmak gerçekten çok acayip bir deneyimdi.
Cuma sabahı ülkede bu kadar şey olurken tatile gidip eğlenme fikri konusunda bayağı bir vicdan azabı çekerek Çeşme'ye gittim (yıl boyunca tek tatil hakkım bu zamana denk geldi maalesef). Beş gündür tatilde olmama rağmen Halk TV'ye yapışmış durumdayım, olan biteni aklımdan çıkaramadığım (daha doğrusu televizyona çıkıp yüzü bile kızarmadan göz göre göre yalan söyleyenlerin çıkarttırmadığı) bir garip ruh halindeyim.
**
Onun dışında staj yaptığım yerdeki son günümdü geçen Salı. Akşam ben ve biri daha ayrılıyoruz diye bir şeyler içmeye gittik, alkolün de etkisiyle ben de dahil pek çok kişi duygusallaştı.
Bana iş önermeyi planlıyorlardı, ama maalesef vizemi yenileyebilmek için belli bir miktarın üzerinde maaş almam gerekiyor ve o maaşı vereceklerini sanmıyorum. Nelere para harcayıp da çalışanlarını yok pahasına çalıştırmak istemeleri ayrıca bana prensip olarak çok ters geliyor. Bu nedenle o kapının açılacağından pek umutlu değilim.
Tam bunlara sinirim bozulmuş ve Türkiye'ye dönme olasılığımı düşünmek bile istemez bir halde eve gelmiştim ki, başvurduğum yerlerden birinin beni görüşmeye çağırdığını belirten bir mail aldım. Yarın Skype üzerinden görüşeceğiz. Bana şans dileyin.
**
Alakasız olacak ama Dior en sevdiğim Depeche Mode şarkılarından Behind The Wheel'ı son reklam filminde kullanmış, pek yakışmış.
Arkadaş listemde aşağı yukarı 300'ü Türk olan 484 kişi var (bu arada listemi temizlemem gerekiyor sanırım), Türk olanların iki istisna dışında tamamı ve İngiltere'de yaşayan yabancı arkadaşlarımın da bir kısmı Gezi'de çıkan olaylardan bahsediyordu. Şu ana kadar ne yapılırsa yapılsın ancak online dilekçeler ya da Ekşi Sözlük'teki üç beş entry ile isyan eden, onun dışında tamamen apolitik olan bu insanların aralıksız şekilde Gezi hakkındaki post'larını görünce sinirlerim bozuldu, dışarı çıkalı bir saat geçmeden eve döndüm.
Evimde telefon çekmemesine rağmen bütün geceyi gözüme uyku girmeden, yarım saatte bir yatakta kolumu cama uzatıp 3G sinyali arayarak ve Facebook feed'imi yenilemeye çalışarak geçirdim. Cumartesi demeden sabahın köründe kalktım, Londra Hyde Park'taki Gezi'ye destek eylemine gittim. Birkaç yıl önce gittiğim ve protestodan çok karnaval havasında geçen Londra Slutwalk mitingini saymazsak gittiğim ilk protesto gösterisiydi. Binlerce Türk'ün ve tek tük diğer milletlerden gelenlerin olduğu, polisin kenarda durup gözlemlediği ve bazen göstericilerle hatıra fotoğrafı çekildiği, Çarşı grubunun olduğu, birbirinden yaratıcı pankart ve sloganlara denk geldiğim süper bir ortamdı.
Çarşamba günü Türkiye'ye döndüm, havaalanından eve geldiğimde saat tam akşam 9'du. Her yer korna ve tencere tava sesleriyle inlemeye, bütün mahalle ışıklarını yakıp söndürmeye başladı. Eve döndüğüm gibi böyle bir şeyle karşılaşmak gerçekten çok acayip bir deneyimdi.
Cuma sabahı ülkede bu kadar şey olurken tatile gidip eğlenme fikri konusunda bayağı bir vicdan azabı çekerek Çeşme'ye gittim (yıl boyunca tek tatil hakkım bu zamana denk geldi maalesef). Beş gündür tatilde olmama rağmen Halk TV'ye yapışmış durumdayım, olan biteni aklımdan çıkaramadığım (daha doğrusu televizyona çıkıp yüzü bile kızarmadan göz göre göre yalan söyleyenlerin çıkarttırmadığı) bir garip ruh halindeyim.
**
Onun dışında staj yaptığım yerdeki son günümdü geçen Salı. Akşam ben ve biri daha ayrılıyoruz diye bir şeyler içmeye gittik, alkolün de etkisiyle ben de dahil pek çok kişi duygusallaştı.
Bana iş önermeyi planlıyorlardı, ama maalesef vizemi yenileyebilmek için belli bir miktarın üzerinde maaş almam gerekiyor ve o maaşı vereceklerini sanmıyorum. Nelere para harcayıp da çalışanlarını yok pahasına çalıştırmak istemeleri ayrıca bana prensip olarak çok ters geliyor. Bu nedenle o kapının açılacağından pek umutlu değilim.
Tam bunlara sinirim bozulmuş ve Türkiye'ye dönme olasılığımı düşünmek bile istemez bir halde eve gelmiştim ki, başvurduğum yerlerden birinin beni görüşmeye çağırdığını belirten bir mail aldım. Yarın Skype üzerinden görüşeceğiz. Bana şans dileyin.
**
Alakasız olacak ama Dior en sevdiğim Depeche Mode şarkılarından Behind The Wheel'ı son reklam filminde kullanmış, pek yakışmış.
Friday, 31 May 2013
liberals giving me a nerve itch
Geçen günkü Depeche Mode faciasından sonra kendimi alışverişe verdim. Bu aralar makyaj malzemesiydi, cilt bakımıydı falan öyle şeylere takmış durumdayım (anti-aging işine ne kadar önce başlanırsa o kadar iyi diye düşünüyorum). Hem kozmetik hem de cilt bakımı ürünleri birbirinden cici olan Soap and Glory'e sardım bu aralar. Fiyat olarak biraz tuzlu, ama yurtdışında denk gelirseniz mutlaka bir deneyin derim.
İngiltere'ye bu sene yaz gelmek bilmedi, Haziran geldi hala montla geziyoruz, ama yine de ışıltılı pudra almasam olmazdı. Uzun zamandır parıltılı ama yüzümü sime bulanmış gibi göstermeyecek bir pudra arıyordum, sonunda buldum.
Işıltılı pudra falan dedim diye her gün makyajla geziyorum sanılmasın. Hafta içleri makyaj yapmak yerine 10 dakika daha uyumayı tercih ettiğimden genelde sadece SPF'li nemlendirici, allık ve renksiz dudak nemlendiricisi sürüp çıkıyorum. Allık olmadan yüzüm çok soluk görünüyor ve maalesef toz allıklar çok kalıcı olmuyor. Stila'nın krem allığını denedim geçenlerde, o da çok doğal durmasına rağmen uzun ömürlü olmadı. Sonunda Soap and Glory'nin jel allığını aldım. Sabah eve giderken sürdüm, işe gittim, iş sonrası dışarı çıktım, 15 saat sonra eve geldiğimde yanaklarım hala pembeydi. Mükemmel!
Marc Jacobs'ın böyle politik temalı t-shirt'lerine bayılıyorum.
Onun dışında geçenlerde tansiyonum çok yüksek çıktığı ve doktorum beslenmene dikkat et uyarısında bulunduğu için diyete başladım. Tuzsuz hayat gerçekten çok sıkıcı, ama en azından daha sağlıklı beslenir ve hatta evde yemek pişirir oldum. Chorizolu ve karidesli paellam ile mozzarella-domates salatama çok emek verdiğim için paylaşıyorum :)
Uzun bir gün sonrası eve geldiğimde beni Chanel'in promosyon amaçlı gönderdiği seyahat boyu maskaralar bekliyordu. Hiç topaklaşmamasını tuttuğum, ama hacim verici olmasına rağmen varlığıyla yokluğu bir olan bu maskaraya kim niye para verir bilmiyorum, ben vermediğime memnun oldum şahsen.
Son olarak normalde $1400 fiyatlı Marc Jacobs Casey'e eBay'de 54 pound'a denk gelerek günün fırsatını yakaladım sanırım!
Yüzeysel şeylerle dolu bu post'tan sonra Pazartesi daha "derin" mezvularla geri döneceğim.
Thursday, 30 May 2013
people are people
Bu aralar cok agresiflestigimi fark ettim onceki gun. Her zaman kolay sinirlenen bir insandim, ama artik sinir oldugum seyler saatlerce aklimdan cikmaz ve baska sey dusunmeme izin vermez hale geldi. Saniyorum ki birkac hafta once ortaya cikan hipertansiyon problemimin nedenlerinden biri de bu.
Sali gunu Depeche Mode konseri vardi. Uzun bir gun sonrasi konserin yapilacagi O2 Arena'ya gittim ve biraz zaman oldurmek icin Starbucks'a oturdum. Yanimda inanilmaz derecede yuksek sesle sakiz cigneyen ve patlatip duran bir adam oturuyordu. Orada oturdugum yarim saat boyunca herif hic durmadan sapir supur sakiz cignedi.
Nedendir bilmiyorum ama cok gurultulu bir sekilde sakiz cigneyen ya da yemek yiyen insanlarin suratinin ortasina yumruk atasim geliyor. Gercekten kendimi zor tutuyorum. Ben ki canim ne kadar cekerse ceksin toplum icinde elmadir, patates cipsidir falan gibi cok ses cikaran seyleri asla yemeyen bir insanim. Bu konuda en ufak bir cekincesi olmayan insanlar cok fena sinirime dokunuyor.
Buna sinirlenmis bir halde Starbucks'tan kalkip konserin yapilacagi alana gittim. Uc saat ayakta dikilmek istemedigim icin ustteki koltuklardan bilet almistim. Konser basladi, onumde oturan ve fena halde sarhos oldugu belli olan gruptan bir tanesi ayaga kalkti. Diger herkes oturuyor, yani goremedi de ayaga kalkti gibi bir durum yok. Ingiltere'de su ana kadar gittim cogu konser mekaninda koltuklu bolumde ayakta durmanin yasak olmasindan yola cikarak "Oturur musunuz lutfen" diye adami uyardim. Ozur dileyip oturacagini dusunurken "Hayir" deyip sacma sapan el hareketleri yapmasi uzerine sinirim tepeme cikti, guvenlik gorevlisine sikayet ederek adami oturtmasini istedim. Bu durumda baska bir mekanda olsam gorevli olaya mudahale eder ve oturmamasi durumunda adam konserden atilirdi. Guvenlik gorevlisi "Ayakta durmak hakki" deyince butun konseri bir bok goremeyerek ve burnumdan soluyarak gecirdim. O kadar sinirliydim ki abartisiz uc saat orada konsere hic konsantre olamayarak, adamin ve gorevlinin yuzsuzlugunden baska sey dusunemeyerek oturdum.
Uc bes gerizekalinin ayakta tepinme hakki nasil baskalarinin sahneyi gorme hakkina ustun geliyor hala anlamis degilim, ilk firsatta mekana uc paragraflik sikayet maili attim. Bu olayin uzerine eve giderkenki 70 dakikalik otobus yolculugunda iPod'umda sessiz, huzurlu sarkilar dinleyerek kendimi ancak sakinlestirebildim. Her zaman haksizliga ugradigimda cok sinirlenirdim, ama boyle malliklar yapanlarin yanina kalinca gercekten icimde siddet uygulama istegi ortaya cikmaya basladi. Keske ben de cogu insan gibi kafama takmadan "Aman bosver" diyerek gecip gidebilsem.
Sali gunu Depeche Mode konseri vardi. Uzun bir gun sonrasi konserin yapilacagi O2 Arena'ya gittim ve biraz zaman oldurmek icin Starbucks'a oturdum. Yanimda inanilmaz derecede yuksek sesle sakiz cigneyen ve patlatip duran bir adam oturuyordu. Orada oturdugum yarim saat boyunca herif hic durmadan sapir supur sakiz cignedi.
Nedendir bilmiyorum ama cok gurultulu bir sekilde sakiz cigneyen ya da yemek yiyen insanlarin suratinin ortasina yumruk atasim geliyor. Gercekten kendimi zor tutuyorum. Ben ki canim ne kadar cekerse ceksin toplum icinde elmadir, patates cipsidir falan gibi cok ses cikaran seyleri asla yemeyen bir insanim. Bu konuda en ufak bir cekincesi olmayan insanlar cok fena sinirime dokunuyor.
Buna sinirlenmis bir halde Starbucks'tan kalkip konserin yapilacagi alana gittim. Uc saat ayakta dikilmek istemedigim icin ustteki koltuklardan bilet almistim. Konser basladi, onumde oturan ve fena halde sarhos oldugu belli olan gruptan bir tanesi ayaga kalkti. Diger herkes oturuyor, yani goremedi de ayaga kalkti gibi bir durum yok. Ingiltere'de su ana kadar gittim cogu konser mekaninda koltuklu bolumde ayakta durmanin yasak olmasindan yola cikarak "Oturur musunuz lutfen" diye adami uyardim. Ozur dileyip oturacagini dusunurken "Hayir" deyip sacma sapan el hareketleri yapmasi uzerine sinirim tepeme cikti, guvenlik gorevlisine sikayet ederek adami oturtmasini istedim. Bu durumda baska bir mekanda olsam gorevli olaya mudahale eder ve oturmamasi durumunda adam konserden atilirdi. Guvenlik gorevlisi "Ayakta durmak hakki" deyince butun konseri bir bok goremeyerek ve burnumdan soluyarak gecirdim. O kadar sinirliydim ki abartisiz uc saat orada konsere hic konsantre olamayarak, adamin ve gorevlinin yuzsuzlugunden baska sey dusunemeyerek oturdum.
Uc bes gerizekalinin ayakta tepinme hakki nasil baskalarinin sahneyi gorme hakkina ustun geliyor hala anlamis degilim, ilk firsatta mekana uc paragraflik sikayet maili attim. Bu olayin uzerine eve giderkenki 70 dakikalik otobus yolculugunda iPod'umda sessiz, huzurlu sarkilar dinleyerek kendimi ancak sakinlestirebildim. Her zaman haksizliga ugradigimda cok sinirlenirdim, ama boyle malliklar yapanlarin yanina kalinca gercekten icimde siddet uygulama istegi ortaya cikmaya basladi. Keske ben de cogu insan gibi kafama takmadan "Aman bosver" diyerek gecip gidebilsem.
Tuesday, 21 May 2013
what a difference a little difference would make
Turkiye iki kadin opusuyor diye Eurovision yasaklayadursun, pek cok ulke esit evliligi tartisiyor. Ingiltere'de de iki gundur gundemi en cok mesgul eden konulardan biri escinsel evlilik. Muhafazakar Parti'nin Basbakan David Cameron'un pesine takilip giden kismi esit evlilik yasasini bir an once meclisten gecirmeye cabalarken, escinsel evliligin Ingiltere'de ciddi ciddi yakin zamanda yasallasacak oldugu gercegi partinin cok fena sagci uyelerini sinirden cildirtmis durumda. O kadar dehsete dustuler ki, rasyonel dusunce kapasitesine sahip insanlarin okurken ictigi cayi klavyeye puskurtmesine sebep olacak derecede komik yorumlar yapiyorlar.
Bugun gazetede eski bir kabine uyesinin "Eger escinsel evlilige izin verirsek gelecekte sperm bankasi yoluyla cocuk sahibi olan lezbiyen bir kralicemiz olabilir, tahtin gelecegi tehlikede. Ayrica bu yasa yururluge girerse benim vergi kacirmak icin oglumla evlenmemi ne onleyebilir? Peki ya kiz kardesler birbirleriyle evlenmeye baslarsa?" seklindeki yorumlarini gordum. Burada haberi okuyabilirsiniz.
Hem haberin kendisi, hem de alttaki yorumlar o kadar komik ki, ofis ortasinda kahkahalarimi tutamadim. Hele su Zeyna'li yorum beni benden aldi:
Ulke neresi olursa olsun, bu bagnaz tiplerin ici oyle fesat ki, insanin aklinin ucundan dahi gecmeyecek seyleri akil ediyorlar. Kendi iclerinden gecirip yapamadiklari (ya da gizli gizli yaptiklari) seyleri mi ortaya seriyorlar, nedir sizce? Yoksa insan neden kendisinin hicbir tarafina batmayan bir konuya bu kadar takilsin, bu kadar sert tepki gosterme ihtiyaci duysun? Baskasinin senin milyon senedir sahip oldugun temel hakka sahip olmasi neden bu kadar korkutucu?
Yorumu size birakiyorum.
Bugun gazetede eski bir kabine uyesinin "Eger escinsel evlilige izin verirsek gelecekte sperm bankasi yoluyla cocuk sahibi olan lezbiyen bir kralicemiz olabilir, tahtin gelecegi tehlikede. Ayrica bu yasa yururluge girerse benim vergi kacirmak icin oglumla evlenmemi ne onleyebilir? Peki ya kiz kardesler birbirleriyle evlenmeye baslarsa?" seklindeki yorumlarini gordum. Burada haberi okuyabilirsiniz.
Hem haberin kendisi, hem de alttaki yorumlar o kadar komik ki, ofis ortasinda kahkahalarimi tutamadim. Hele su Zeyna'li yorum beni benden aldi:
Ulke neresi olursa olsun, bu bagnaz tiplerin ici oyle fesat ki, insanin aklinin ucundan dahi gecmeyecek seyleri akil ediyorlar. Kendi iclerinden gecirip yapamadiklari (ya da gizli gizli yaptiklari) seyleri mi ortaya seriyorlar, nedir sizce? Yoksa insan neden kendisinin hicbir tarafina batmayan bir konuya bu kadar takilsin, bu kadar sert tepki gosterme ihtiyaci duysun? Baskasinin senin milyon senedir sahip oldugun temel hakka sahip olmasi neden bu kadar korkutucu?
Yorumu size birakiyorum.
Subscribe to:
Posts (Atom)