Wednesday, 12 June 2013

dissent

En son yazımdan beri hayat o kadar çılgın hale geldi ki, yazacak fırsat yine bulamadım. Son post'umun ertesi günü (31 Mayıs akşamı) bir partideydim. Tesadüfi sebepler yüzünden alkol almayacağım tuttu ve ayık kafayla club ortamları çekilmediğinden kendimi telefonumda Facebook'uma bakarken buldum.

Arkadaş listemde aşağı yukarı 300'ü Türk olan 484 kişi var (bu arada listemi temizlemem gerekiyor sanırım), Türk olanların iki istisna dışında tamamı ve İngiltere'de yaşayan yabancı arkadaşlarımın da bir kısmı Gezi'de çıkan olaylardan bahsediyordu. Şu ana kadar ne yapılırsa yapılsın ancak online dilekçeler ya da Ekşi Sözlük'teki üç beş entry ile isyan eden, onun dışında tamamen apolitik olan bu insanların aralıksız şekilde Gezi hakkındaki post'larını görünce sinirlerim bozuldu, dışarı çıkalı bir saat geçmeden eve döndüm.

Evimde telefon çekmemesine rağmen bütün geceyi gözüme uyku girmeden, yarım saatte bir yatakta kolumu cama uzatıp 3G sinyali arayarak ve Facebook feed'imi yenilemeye çalışarak geçirdim. Cumartesi demeden sabahın köründe kalktım, Londra Hyde Park'taki Gezi'ye destek eylemine gittim. Birkaç yıl önce gittiğim ve protestodan çok karnaval havasında geçen Londra Slutwalk mitingini saymazsak gittiğim ilk protesto gösterisiydi. Binlerce Türk'ün ve tek tük diğer milletlerden gelenlerin olduğu, polisin kenarda durup gözlemlediği ve bazen göstericilerle hatıra fotoğrafı çekildiği, Çarşı grubunun olduğu, birbirinden yaratıcı pankart ve sloganlara denk geldiğim süper bir ortamdı.

Çarşamba günü Türkiye'ye döndüm, havaalanından eve geldiğimde saat tam akşam 9'du. Her yer korna ve tencere tava sesleriyle inlemeye, bütün mahalle ışıklarını yakıp söndürmeye başladı. Eve döndüğüm gibi böyle bir şeyle karşılaşmak gerçekten çok acayip bir deneyimdi.

Cuma sabahı ülkede bu kadar şey olurken tatile gidip eğlenme fikri konusunda bayağı bir vicdan azabı çekerek Çeşme'ye gittim (yıl boyunca tek tatil hakkım bu zamana denk geldi maalesef). Beş gündür tatilde olmama rağmen Halk TV'ye yapışmış durumdayım, olan biteni aklımdan çıkaramadığım (daha doğrusu televizyona çıkıp yüzü bile kızarmadan göz göre göre yalan söyleyenlerin çıkarttırmadığı) bir garip ruh halindeyim.


**

Onun dışında staj yaptığım yerdeki son günümdü geçen Salı. Akşam ben ve biri daha ayrılıyoruz diye bir şeyler içmeye gittik, alkolün de etkisiyle ben de dahil pek çok kişi duygusallaştı.

Bana iş önermeyi planlıyorlardı, ama maalesef vizemi yenileyebilmek için belli bir miktarın üzerinde maaş almam gerekiyor ve o maaşı vereceklerini sanmıyorum. Nelere para harcayıp da çalışanlarını yok pahasına çalıştırmak istemeleri ayrıca bana prensip olarak çok ters geliyor. Bu nedenle o kapının açılacağından pek umutlu değilim.

Tam bunlara sinirim bozulmuş ve Türkiye'ye dönme olasılığımı düşünmek bile istemez bir halde eve gelmiştim ki, başvurduğum yerlerden birinin beni görüşmeye çağırdığını belirten bir mail aldım. Yarın Skype üzerinden görüşeceğiz. Bana şans dileyin.

**

Alakasız olacak ama Dior en sevdiğim Depeche Mode şarkılarından Behind The Wheel'ı son reklam filminde kullanmış, pek yakışmış.

Friday, 31 May 2013

liberals giving me a nerve itch

Geçen günkü Depeche Mode faciasından sonra kendimi alışverişe verdim. Bu aralar makyaj malzemesiydi, cilt bakımıydı falan öyle şeylere takmış durumdayım (anti-aging işine ne kadar önce başlanırsa o kadar iyi diye düşünüyorum). Hem kozmetik hem de cilt bakımı ürünleri birbirinden cici olan Soap and Glory'e sardım bu aralar. Fiyat olarak biraz tuzlu, ama yurtdışında denk gelirseniz mutlaka bir deneyin derim.



İngiltere'ye bu sene yaz gelmek bilmedi, Haziran geldi hala montla geziyoruz, ama yine de ışıltılı pudra almasam olmazdı. Uzun zamandır parıltılı ama yüzümü sime bulanmış gibi göstermeyecek bir pudra arıyordum, sonunda buldum.


Işıltılı pudra falan dedim diye her gün makyajla geziyorum sanılmasın. Hafta içleri makyaj yapmak yerine 10 dakika daha uyumayı tercih ettiğimden genelde sadece SPF'li nemlendirici, allık ve renksiz dudak nemlendiricisi sürüp çıkıyorum. Allık olmadan yüzüm çok soluk görünüyor ve maalesef toz allıklar çok kalıcı olmuyor. Stila'nın krem allığını denedim geçenlerde, o da çok doğal durmasına rağmen uzun ömürlü olmadı. Sonunda Soap and Glory'nin jel allığını aldım. Sabah eve giderken sürdüm, işe gittim, iş sonrası dışarı çıktım, 15 saat sonra eve geldiğimde yanaklarım hala pembeydi. Mükemmel!


Bir sonraki durağım Marc by Marc Jacobs oldu. Special Items ürünleri Londra mağazasında pek bulunmuyordu, o yüzden bu iki t-shirt'ü görünce hemen atladım!

Marc Jacobs'ın böyle politik temalı t-shirt'lerine bayılıyorum.



Onun dışında geçenlerde tansiyonum çok yüksek çıktığı ve doktorum beslenmene dikkat et uyarısında bulunduğu için diyete başladım. Tuzsuz hayat gerçekten çok sıkıcı, ama en azından daha sağlıklı beslenir ve hatta evde yemek pişirir oldum. Chorizolu ve karidesli paellam ile mozzarella-domates salatama çok emek verdiğim için paylaşıyorum :)


Uzun bir gün sonrası eve geldiğimde beni Chanel'in promosyon amaçlı gönderdiği seyahat boyu maskaralar bekliyordu. Hiç topaklaşmamasını tuttuğum, ama hacim verici olmasına rağmen varlığıyla yokluğu bir olan bu maskaraya kim niye para verir bilmiyorum, ben vermediğime memnun oldum şahsen.



Son olarak normalde $1400 fiyatlı Marc Jacobs Casey'e eBay'de 54 pound'a denk gelerek günün fırsatını yakaladım sanırım!

Yüzeysel şeylerle dolu bu post'tan sonra Pazartesi daha "derin" mezvularla geri döneceğim.

Thursday, 30 May 2013

people are people

Bu aralar cok agresiflestigimi fark ettim onceki gun. Her zaman kolay sinirlenen bir insandim, ama artik sinir oldugum seyler saatlerce aklimdan cikmaz ve baska sey dusunmeme izin vermez hale geldi. Saniyorum ki birkac hafta once ortaya cikan hipertansiyon problemimin nedenlerinden biri de bu.

Sali gunu Depeche Mode konseri vardi. Uzun bir gun sonrasi konserin yapilacagi O2 Arena'ya gittim ve biraz zaman oldurmek icin Starbucks'a oturdum. Yanimda inanilmaz derecede yuksek sesle sakiz cigneyen ve patlatip duran bir adam oturuyordu. Orada oturdugum yarim saat boyunca herif hic durmadan sapir supur sakiz cignedi.

Nedendir bilmiyorum ama cok gurultulu bir sekilde sakiz cigneyen ya da yemek yiyen insanlarin suratinin ortasina yumruk atasim geliyor. Gercekten kendimi zor tutuyorum. Ben ki canim ne kadar cekerse ceksin toplum icinde elmadir, patates cipsidir falan gibi cok ses cikaran seyleri asla yemeyen bir insanim. Bu konuda en ufak bir cekincesi olmayan insanlar cok fena sinirime dokunuyor.

Buna sinirlenmis bir halde Starbucks'tan kalkip konserin yapilacagi alana gittim. Uc saat ayakta dikilmek istemedigim icin ustteki koltuklardan bilet almistim. Konser basladi, onumde oturan ve fena halde sarhos oldugu belli olan gruptan bir tanesi ayaga kalkti. Diger herkes oturuyor, yani goremedi de ayaga kalkti gibi bir durum yok. Ingiltere'de su ana kadar gittim cogu konser mekaninda koltuklu bolumde ayakta durmanin yasak olmasindan yola cikarak "Oturur musunuz lutfen" diye adami uyardim. Ozur dileyip oturacagini dusunurken "Hayir" deyip sacma sapan el hareketleri yapmasi uzerine sinirim tepeme cikti, guvenlik gorevlisine sikayet ederek adami oturtmasini istedim. Bu durumda baska bir mekanda olsam gorevli olaya mudahale eder ve oturmamasi durumunda adam konserden atilirdi. Guvenlik gorevlisi "Ayakta durmak hakki" deyince butun konseri bir bok goremeyerek ve burnumdan soluyarak gecirdim. O kadar sinirliydim ki abartisiz uc saat orada konsere hic konsantre olamayarak, adamin ve gorevlinin yuzsuzlugunden baska sey dusunemeyerek oturdum.

Uc bes gerizekalinin ayakta tepinme hakki nasil baskalarinin sahneyi gorme hakkina ustun geliyor hala anlamis degilim, ilk firsatta mekana uc paragraflik sikayet maili attim. Bu olayin uzerine eve giderkenki 70 dakikalik otobus yolculugunda iPod'umda sessiz, huzurlu sarkilar dinleyerek kendimi ancak sakinlestirebildim. Her zaman haksizliga ugradigimda cok sinirlenirdim, ama boyle malliklar yapanlarin yanina kalinca gercekten icimde siddet uygulama istegi ortaya cikmaya basladi. Keske ben de cogu insan gibi kafama takmadan "Aman bosver" diyerek gecip gidebilsem.


Tuesday, 21 May 2013

what a difference a little difference would make

Turkiye iki kadin opusuyor diye Eurovision yasaklayadursun, pek cok ulke esit evliligi tartisiyor. Ingiltere'de de iki gundur gundemi en cok mesgul eden konulardan biri escinsel evlilik. Muhafazakar Parti'nin Basbakan David Cameron'un pesine takilip giden kismi esit evlilik yasasini bir an once meclisten gecirmeye cabalarken, escinsel evliligin Ingiltere'de ciddi ciddi yakin zamanda yasallasacak oldugu gercegi partinin cok fena sagci uyelerini sinirden cildirtmis durumda. O kadar dehsete dustuler ki, rasyonel dusunce kapasitesine sahip insanlarin okurken ictigi cayi klavyeye puskurtmesine sebep olacak derecede komik yorumlar yapiyorlar.

Bugun gazetede eski bir kabine uyesinin "Eger escinsel evlilige izin verirsek gelecekte sperm bankasi yoluyla cocuk sahibi olan lezbiyen bir kralicemiz olabilir, tahtin gelecegi tehlikede. Ayrica bu yasa yururluge girerse benim vergi kacirmak icin oglumla evlenmemi ne onleyebilir? Peki ya kiz kardesler birbirleriyle evlenmeye baslarsa?" seklindeki yorumlarini gordum. Burada haberi okuyabilirsiniz.

Hem haberin kendisi, hem de alttaki yorumlar o kadar komik ki, ofis ortasinda kahkahalarimi tutamadim. Hele su Zeyna'li yorum beni benden aldi:



Ulke neresi olursa olsun, bu bagnaz tiplerin ici oyle fesat ki, insanin aklinin ucundan dahi gecmeyecek seyleri akil ediyorlar. Kendi iclerinden gecirip yapamadiklari (ya da gizli gizli yaptiklari) seyleri mi ortaya seriyorlar, nedir sizce? Yoksa insan neden kendisinin hicbir tarafina batmayan bir konuya bu kadar takilsin, bu kadar sert tepki gosterme ihtiyaci duysun? Baskasinin senin milyon senedir sahip oldugun temel hakka sahip olmasi neden bu kadar korkutucu?



Yorumu size birakiyorum.

Wednesday, 15 May 2013

that's when it hurts, the difference

Bu aralar konserden konsere kosturdugumdan bahsetmistim. God-Des and She, ondan sonra Hunter Valentine derken gecen hafta abartisiz yedi yildir cilginlar gibi bekledigim The Knife vardi. Yorumlarindan gordugum kadariyla The Knife'in 2006'dan beri Londra'daki ilk konseri sehrin muzik tarihinde en bolunmus fikirlere neden olan etkinliklerden biriydi. Neredeyse tamami cogu insanin fazla deneysel buldugu ve begenmedigi son albumlerinden olusan setlist'i onceden gordugumden beni The Knife hit'lerinden olusan bir gecenin beklemedigini biliyordum (zaten o beklentiyle gidenler sikintidan kendilerinden gectiler) ama The Knife bu Shaking The Habitual turnesiyle tamamen ayri dunyalara gitmis.

Oncelikle gece alistigimiz gibi bir alt grup yerine seyircilere aerobik yaptiran drag queen kilikli bir insanla acildi. Isi iyice surreal yapan kisim ise bu insanin kapanmadan once Londra'da sabah aksam gittigim tek mekan olan First Out adli gay barin eski barmenlerinden biri olmasiydi (Facebook profilinde konsere gittigi yaziyordu, ama izleyici olarak gittigini sanarken kendisini sahnede o acayip kostumle gorunce koltugumdan dusuyordum neredeyse). Yarim saatlik aerobik seansindan sonra The Knife'in da aralarinda bulundugu dokuz kukuletali figur sahneye cikarak dini tarikat ayinlerini animsatan, bana nasil hissettirdigini kelimelerle ifade edemedigim bir sova basladi. Ardindan enstrumanlar sahneden kalkti, kukuletalar bir kenara firlatilip 80'lerde aerobik temali rengarenk likra kostumler ve banttan calan muzik esliginde bu dokuz kisi zaman zaman Turk folklorunu andiran garip bir sekilde dans etmeye basladi. Etrafimdaki insanlar "Bu ne boyle ilkokul merasimi gibi, o kadar para verdik canli bile calmiyorlar" seklinde homurdaniyordu o sirada. Muzik banttan calmaya devam ediyordu, mikrofonu elinde tutan ve dudaklarini sarkiyi kendi soylermis gibi hareket ettiren altin rengi taytli adamin agzindan Karin'in sesi cikiyordu, figurler birbirine o kadar benziyordu ki konser boyunca kimin Karin, kimin Olof oldugunu kimse anlayamadi sanirim.

Hayatimda izledigim en alisilmadik ve en mukemmel gosteri bittiginde ne ben, ne de cevremdeki insanlar sahnede kimin kim oldugunu kestirememisti. Internetten gordugum ve kulak misafiri oldugum kadariyla bazi insanlar hayran kalmis, bazilari nefret etmis ve buyuk cogunlugu ne dusundugunden emin olamamisti. Insana "konser" kavramini sorgulatan, "Canli muzik olmadan da konser oluyormus" dedirten acayip bir seydi. Daft Punk ve Depeche Mode ile beraber izledigim en mukemmel canli performanslar listemde ilk uce oturdu kesinlikle. Raging Lung'in canli klibini bulup paylasmak cok istedim, ama bulamadim, o yuzden size NME'nin foto alti yorumlara hasta oldugum foto galerisini getirdim:

http://www.nme.com/photos/in-pictures-the-knife-play-camden-s-roundhouse/307398/1/1?utm_source=twitter&utm_medium=social&utm_campaign=cigs

Raging Lung demisken, bu aralar Daft Punk'in Get Lucky'si ile birlikte manyak gibi dinledigim bir sarki kendisi. Ozellikle ortalarinda duyulan acayip nefesli calgiya bayiliyorum (dorduncu fotoda goruluyor). Mutlaka dinlenesi.


Friday, 26 April 2013

you should have seen your little face

Yine uzun zamandir yazamadim. Evde VINN turu bir seyle internete baglandigimdan ve evimde ne telefon, ne de bu VINN dogru duzgun cektiginden internete pek giremiyorum. Onun yerine dizi izlemeye ve kitap okumaya sardim. Hafta sonlari falan iki gunde uc roman bitiren birine donustum.

Hafta sonlari demisken, isin yogunlasmasiyla birlikte sosyal hayatim kuculmeye basladi. Cuma geldiginde artik  "Arkadaslarimla x partisine gidip bir suru sey icecegim" yerine "Yasasin, eve gidip yemek pisirecek, biraz DVD izleyecek ve sonra yatakta kitabimi okuyacagim" diye seviniyorum. Disari cikacak, sosyallesecek, gec saatlere kadar uyanik kalacak enerjiyi kendimde bulamiyorum.

O enerjiyi kendimde bulabildigim (ve su anda gozume yillar onceymis gibi gorunen) gunlerin birinde TLC diye bir partiye gittim. Benim gibi uyku saati 11 oldugu icin erken gelenlere goodie bag dagitiyorlardi. Sansima goodie bag'lerin icinden Urban Decay makyaj malzemeleri, Toni and Guy sampuanlar, ev yapimi brownie'ler falan derken neredeyse 50 poundluk ivir zivir cikti.






**

Onun disinda Marc Jacobs'un tasarladigi diyet kola kutularindan cikan sifrelerle ilk denememde Marc Jacobs canta kazandigimdan bahsetmistim. O da sonunda geldi. Bekledigimden daha dandik gorunumlu, ama kola kapagi detaylari hosuma gitti.





**

Is arkadaslarim staja baslamamin 3. ayini kutlamak icin bana cicek, bir sise sarap, bir suru hediye kuponu ve cikolata almislar. Cok duygulandim ve ilk kez evim cicek yuzu gormus oldu (zavalli cicekleri evde vazo olmadigindan shaker'a koymak zorunda kalmamdan anlasiliyor sanirim).



**

Fotolarimi da paylastiktan sonra eve gidip kendimi pizza ve cupcake'e bogacagim.



Soz bundan sonra daha cok yazacagim. Pazartesi gorusuruz!

Monday, 1 April 2013

sweet life

İzmir tatilim bitti, İstanbul'da havaalanındaki lounge'ların birinde oturmuş Londra uçağımı bekliyorum.

Son yazdığımdan beri:

- Festivalin (benim için) son gününde Route of Acceptance adlı bir film izledim. Hayatta yaptığımız seçimlerin geleceğimizi nasıl değiştirebileceğini işleyen, hangi üniversiteye gideceğine karar vermeye çalışan bir genç kadının hayatının o seçime göre nasıl farklı biçimlerde şekillenebileceğini gösteren bir filmdi. Çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim, ama ele aldığı konu bana İngiltere'ye hiç gitmemiş olsam şu anda nasıl bir hayat yaşıyor olacağımı merak ettirdi.

- Festivaldeki partilerin birinde biriyle tanıştım, geçenlerde yaşadığım o sorunlu İzlandalı kız faciasından sonra aklı başında görünen birinden ilgi görmek bana çok iyi geldi.

- On gündür İzmir'deydim. Günlük güneşlik, deniz manzaralı bir şekilde uyanmanın; bütün gün kucağımda mırıldayan bir kediyle televizyon izlemenin; milyon çeşit yemek yemenin tadını çıkardım. Önceki gün Çeşme'ye gidip denize girdim. 

Londra'dayken en çok güneşi ve denizi özlüyorum. Yengeç burcu olmamla alakası var mı bilmiyorum ama denizle, daha doğrusu suyla çok büyük bir bağım var. Bir şeye sıkıldığımda suyun beni çektiğini hissediyorum, kendimi en yakın deniz ya da nehrin yanında buluyorum (Londra'da South Bank'e bu kadar bağlanmamın sebebi de bu sanırım). Neye sıkılırsam sıkılayım suya yakın olmak beni sakinleştiriyor. Dünyadaki en güzel his bence kesinlikle yeni denizden çıkmış bir şekilde kumlara uzanıp dalgaların sesini dinlemek, hafifçe esen rüzgarı ve güneşi yüzümde hissetmek. Bu aralar bu hissi çok özlüyorum. Keşke kışı Londra'da, yazı Çeşme'de geçirebilsem ya da Londra'daki sosyal hayatımı buraya taşıyabilsem. Straight olsaydım İzmir'de hiç sıkılmadan yaşayıp gidebilirdim. Homofobik bir toplum + sıfır gay ortam ikilisi bende yalnız, sevgisiz geçecek bir hayat korkusu uyandırıyor.

- Sigaradan gerçekten çok fena nefret eder hale geldim. Şu anda yanımda loungeda sigara içilmediği için şikayet eden tipleri gördükçe sinirleniyorum, o derece. İnsanların kendilerini zehirlemekten ve çöpe para dökmekten başka bir boka yaramayan bir şeye bu kadar bağımlı olmalarını aklım almıyor, istese kimsenin bırakamayacağına inanmıyorum. 

Geçen gün Alsancak'taydım, girdiğim bütün barlarda 'Sigara içilmez' yazısı olmasına rağmen açık/kapalı her alanda sigara içilmesine göz yumuluyordu. Sigara içenler kalkıp dışarı çıkmasın diye neden biz sigara içmeyenler böyle dumanaltı bir ortama maruz kalmak zorundayız? Sigara içenlerdeki sigara içmeyi hakkı görüp geri kalanların duruma katlanmasını bekleme durumu nasıl bir 'entitlement' örneğidir? Gerçekten çok sinirleniyorum. Ne zaman böyle bir ortamda bulunsam eve geldiğim gibi duş alıp saçlarımı yıkama, üzerimden çıkan her şeyi çamaşır makinesine atma ihtiyacı duyuyorum. İçenler farkında değil ama sigara içen birisi içtikten yarım saat sonra bile yanımda dursa bir metre öteden leş gibi kokusunu duyabiliyorum. Gerçekten çok, çok iğrenç bir şey; hayatımın kadını karşıma çıksa ve sigara içiyor olsa, öpmeyi geçtim yanına yaklaşmak bile istemem. Peki o zaman insanlar neden böyle iğrenç bir şeyi bir de üzerine para vererek içiyor? Biri açıklasın.

Wednesday, 20 March 2013

gender failure

Mesai saatlerinde is gucle ugrasacagina blog yazan insan oldugumdan Turkce karakterim yok, kusura bakmayin.

London Lesbian and Gay Film Festival son hiz devam ediyor. Yil boyunca en cok heyecanla bekledigim olay olan festival bu sene de her zaman oldugu gibi 'Daha ne kadar genisleyebilir ki' diye dusundugum ufkumun sinirlarini zorladi, bana bir suru yeni deneyim ve fikir katti.

Festivali Cuma aksami Ivan Coyote ve Rae Spoon'un yer aldigi animasyon/muzik/spoken word karisimi bir performans olan Gender Failure ile actim. Ivan Coyote'nin fena halde hayrani oldugumdan en cok sabirsizlik duyarak bekledigim etkinlik oydu. Youtube'da falan bulabilirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, hayat degistirici diyebilecegim kadar ilham veren, ruhumun en derin yerlerine dokunan bir performans oldu. Ve sonunda hem Ivan hem de Rae ile tanisip imzalarini alma firsati buldum. O geceye kadar Rae Spoon'un adini dahi duymamistim, ama o meleksi sesini duyduktan sonra butun albumlerini edinmek icin manyak bir istek duymaya basladim. Son birkac gundur iPod'umda sabah aksam Rae Spoon'un Love is a Hunter albumu donuyor, onu indirdigimden beri baska hicbir sey dinlemez oldum. Kesinlikle dinleyin.

Cok uzun suredir heyecanla beklenen bir olay gecince insanin icini bir bosluk kaplar ya, Cumartesi sabahi oyle bir ruh halinde uyandim. Keske en cok gormek istedigim Gender Failure en son olsaydi, onun bana hissettirdiklerini uzerimden atip festivalin geri kalanindan zevk alabilecek kafaya girmem uzun zaman aldi. O gun son anda bilet alan bir arkadasimla birlikte Longing to Belong adli bir kisalar seckisine gittik. Deep Down Ballet (Jetzt aber Ballett) disinda aklimda yer eden, yeniden izleme istegi uyandiran bir kisa yoktu. Filmden ciktigimizda BFI festival boyunca her aksam oldugu gibi gay insan kayniyordu, metrekareye 100 lezbiyen dusuyordu, insan elini sallasa eski sevgilisine carpiyordu falan, oyle cilgin bir ortamdi.

Pazar gunu Intersexion adli interseks bireyleri anlatan bir belgesel izledim. Daha sonra James Franco'nun Hollywood dedikoducularinin agzina sakiz olan filmi Interior. Leather Bar'a gittim. Koca salondaki tek kadin bendim sanirim. Ilginc bir filmdi.

Pazartesi aksamina 'En Iyi Belgesel' dalinda Akademi Odulu'ne aday gosterilen How to Survive a Plague ile basladim. 80'lerde New York'un escinsel ortaminda kol gezen AIDS salgini ve insanlarin tedavi hakkina sahip olabilmek icin verdikleri mucadeleyi anlatan, zaman zaman gulduren, zaman zaman da hungur hungur aglatan bir filmdi. Su ana kadarki favorim bu, sanirim pek cok insan benimle ayni fikirdeydi ki yonetmen film sonunda sahneye ciktiginda 600 kisilik sinema salonundaki herkes ayaga firlayip 10 dakika boyunca araliksiz alkisladi. Burada tavsiye ettigim filmleri oturup izleyen var mi bilmiyorum, ama bu seneki festival tavsiyelerim icinde izleyeceginiz tek bir film olacaksa mutlaka bu film olsun.

Pazartesi gununu Kylie Minogue'un ufak bir rolle karsimiza ciktigi, Jack ve Diane adli iki genc kizin askini anlatan Jack & Diane filmiyle kapadim. Múm tarafindan hazirlanan mukemmel soundtrack ve Riley Keough'nun her zamanki gorunusuyle alakasi olmayan inanilmaz sirin tomboy'lugu disinda buyuk senaryo bosluklari olan bir filmdi ve imdb rating'i yerlerde surunuyor, ama benim hosuma gitti. Ergenligin ne yaptigini bilmezligi cok tatli islenmisti.

Dun isten izin alarak Submerge adli Avustralya yapimi bir film izledim. Senaryoda anlamsiz buldugum pek cok yon olmasina ragmen sikilmadan izledigim bir filmdi. Ayrica gordugumde 'Aman Tanrim, tam benim tipim' dedigim basrol oyuncusu ile film sonunda BFI'in barinda denk gelip birlikte kahve ictik. Gercekten cok guzel kadindi.

Bugun ve yarin festivale ara veriyorum. Cuma gunu geri donecegim!

O sirada sizi bu aralar ruh hastasi gibi dinledigim su iki sarkiyla birakiyorum:

You Can Dance
Dangerdangerdanger


Monday, 11 March 2013

lick it

Uzun zamandır dünya gözüyle görmek istediğim ama ABD ya da Kanada temelli oldukları için görebileceğimi düşünmediğim ne kadar "celesbian" varsa hepsi bu aralar Londra'ya geliyor. Öncelikle bu hafta BFI'da London Lesbian and Gay Film Festival başlıyor (yaşasın!!) ve festival kapsamında Ivan Coyote geliyor. Hem de buradan bir arkadaşımın arkadaşının evinde kalacakmış. Ne yapsam da tanışsam bilmiyorum, ama bunu oldurmak için elimden geleni yapacağım!

Daha sonra Nisan ayında The L Word'de Carmen'ın Shane'e evlilik hediyesi olarak gönderdiği şarkıyı söyleyen God Des and She geliyor. Facebook'taki "Avrupa'ya geleceğiz, bize konser mekanı bulun" temalı post'larını gördükten sonra Londra konserlerine önayak olmamın üzerine artık onlarla da tanışırım diye umuyorum, Facebook'ta kendilerine yardımcı olanlara birkaç sürprizleri olacağını duyurmuşlardı.

Son olarak ondan birkaç gün sonra The L Word'ün reality versiyonu The Real L Word'den tanıyabileceğiniz Hunter Valentine geliyor. Ona da biletimi aldım, heyecanla bekliyorum.

Güzel bir bahar olacak gibi. 

Tuesday, 26 February 2013

to all the beautiful, kick-ass, fierce femmes out there

Bu sene 27. kez düzenlenen London Lesbian and Gay Film Festival'ın biletleri bugün BFI üyeleri için ön satışa çıktı. Beşinci kez gidecek olduğum ve abartısız yıl boyunca en sevdiğim, en heyecanla beklediğim etkinlik olan festivalin biletlerine sahip olabilmek geçen senelerde işkence gibiydi; BFI sitesi çöküyor, telefonda 2-3 saat bekleniyor (evet, 2010 festivalinde 3 saat telefonda sıranın bana gelmesini beklemişliğim var) ve her şey normal işleyişine dönene kadar biletler bitmiş oluyordu. Bu sene yenilenen siteyle birlikte bu sorunu da çözmüşler, her şey 10 dakikada stressiz bir şekilde halloldu (geçen sene bilet kapacağım diye laptop başında bildiğiniz saç baş yolmuştum). 9'u bana, 4'ü arkadaşıma olmak üzere 13 filme bilet alıp 97 pound harcadıktan sonra senelerdir izleyebilsem keşke diye iç geçirdiğim Ivan Coyote'nin Londra performansına en ön sıranın en ortasında bilet bulduğum gerçeği kafama dank etti. Bilet bulamazsam içim çatlayacaktı gerçekten, nasıl sevindim anlatamam.

Bunu daha önce paylaşmıştım muhtemelen, ama bilgisayarımda kayıtlı halde bulundurduğum ve arada bir dönüp izlediğim 2-3 videodan biri olduğundan ve istisnasız her izleyişimde hüngür hüngür ağladığımdan tekrar paylaşıyorum.