Monday, 7 January 2013

miss atomic bomb

Cumartesi günüm baştan aşağı tam bir alışveriş çılgınlığı ile geçti. Önce Primark ve Marks and Spencer'da işe giyilecek chino ve şifon gömlek stoğumu tamamladıktan sonra asıl alışverişe Selfridges'de başladım. Amacım her indirimde olduğu gibi Marc by Marc Jacobs bir çanta almaktı, ama indirimde doğru düzgün çanta kalmamıştı. Giyim bölümü ise bildiğiniz coşmuştu, %70 gibi bir indirim vardı bir sürü şeyde. 400 pound'dan 50 pound'a düşen ipek bir Diane von Fürstenberg elbise yakalayınca inanamamazlıktan kendimden geçtim denebilir. 16 beden giyen bir insan olarak o 12 beden elbisenin içine kendimi ne güçlükle sığdırdım anlatamam. Ama sığdım sığmasına da, sevgili popo ve göbeğim elbiseyi yukarı kaldırdığından eteği olmaması gerektiği kadar mini oldu. İçimdeki "Bir daha nerede böyle fırsat bulacaksın, al zayıflayınca giyersin hem motivasyon olur" diyen ses ile "Seneler önce motivasyon olur diye aldığın ve hala bileği kapanmayan Lanvin ayakkabıyı, içinden fışkırdığın S beden MbMJ bikiniyi hatırlamıyor musun" diyen ses yarım saat falan kapıştı. O sırada çevremde aç kurtlar gibi dönüp duran kadın sürüsüne kaptırmamak için elbiseyi elimden bırakamadım. Sonunda 50 pound'u daha içime sinecek bir şeye harcamaya karar vererek elbiseyi yerine geri astım. Selfridges'den çıkarken hala acaba yanlış mı yaptım diye düşünüyordum, ama geçti gitti, neyse.

Bütün gün Selfridges'de dolanıp tek bir şey bile alamamış olmaya sinirlenen bünyem hızını alamadı ve eve uğrayıp poşetlerimi bırakarak Knightsbridge'e gittim. Harrods'a gittim, çanta reyonuna baktım, indirim bölümünde ilgimi çeken bir şey yoktu. Birbirinin tepesine tırmanan turist kalabalığının da etkisiyle sinir olup çıktım ve hemen yandaki Harvey Nichols'a gittim. MbMJ maalesef İngiltere'de ABD fiyatına göre çok daha overpriced olduğundan %50 indirimle bile cüzdanlar bana çok pahalı geldi, güzel çanta da kalmamıştı. %50 indirimle 600 küsür pound'a düşmüş olan PS1'lara bakıp iç çeke çeke giysi ve ayakkabılara doğru yol aldım. Giysilerde öyle Selfridges'deki gibi çılgın bir indirim yoktu. Ama ayakkabılar daha çeşitliydi. İndirimdeki ayakkabılar arasında yıllardır istediğim Balenciaga loafer'lar gözüme çarptı, ama maalesef 39 üstü kalmamıştı. Bir anda içime öyle bir Balenciaga ayakkabı isteği doğdu ki, ayağıma inen kara sulara ve vahşi hayvanları andıran kalabalığa aldırmadan Harrods'a geri döndüm. Aynı ayakkabı orada %60 indirimdeydi, ama orada da sadece 36'sı kalmıştı. Eve döndüm, ilk iş bilgisayarımı açıp ayakkabıları aramaya başladım. O akşamdan beri günde birkaç kez aklıma gelen her siteyi kontrol ediyorum indirimde satan bir yer var mı diye. Olmadı yurtdışından getirteceğim, çok fena taktım. Kendimi bir ayakkabıya 200 pound vermenin mantıklı bir şey olduğuna inandırabilirsem tabii.



Friday, 4 January 2013

did you forget all about them golden lights

İki hafta önce Türkiye'ye gittim, önceki gece döndüm. Yolculuğumun başlangıcından beri üzerimde olan aşırı sinirlilik hali hala geçmedi. Bu aralar çok kolay sinirleniyorum. Özellikle Türkiye'ye gittiğimde sinir katsayım iyice havalanıyor, ama dönmeme rağmen hala ufacık şeyler için saatlerce burnumdan soluyorum.

Bu sinir olayı British Airways bir süre önce Londra-İzmir hattını iptal ettiği ve Pegasus bilet fiyatları artık saçma sapan rakamlara ulaştığı için Türk Havayolları ile İstanbul aktarmalı olarak İzmir'e gitmek zorunda kalmamla başladı. THY sayesinde tamamen baştan aşağı kabus gibi bir gün geçirdim. İlk olarak Londra-İstanbul uçağı bir buçuk saat gecikmeli olarak hareket etti (zaten THY uçaklarının vaktinde kalktığı pek görülmüş şey değil). Uçağa bindiğimde koltuğumdaki eğlence konsolu/ekranı/bilmem nesinde Kuran sesli kitabı görmem ve uçakta bulunan Skylife dergisini karıştırırken her iki sayfada bir İslami muhabbetlere rastlamam üzerine daha bir terslendim. 10 kere çağırma düğmesine basınca anca gelen, içecek isteğimi unutan uçuş görevlileri falan derken uçak bir saat gecikmeli olarak İstanbul'a indi. Saçma bulduğum bir şekilde transfer yolcular tekrar güvenlikten geçiriliyordu ve Atatürk Havalimanı güvenlikçileri Londra'da dahi olmadığı kadar insanı uğraştırıyorlardı. Koştura koştura son anda İzmir uçağına yetiştim, uçak ilginç şekilde zamanında kalktı ve indi. Tam sonunda günün koşuşturmacasının bittiğini düşünüyordum ki bagajımın gelenler arasında olmadığını gördüm. Yine beceriksiz ötesi görevlilerle uğraştıktan sonra benim de aralarında bulunduğum 20 kadar yolcunun bagajlarının yanlışlıkla bir sonraki uçağa konduğu ortaya çıktı. O uçak da geciktiğinden havaalanında bir buçuk saat beklemek zorunda kaldım. Bagajı almakla da iş bitmedi, insanların yurtdışından ucuza iPhone getirmesini önleyerek dünyayı kurtaracak olan görevliler sırayla 100 kişinin teker teker bavul ve el çantalarını kontrol ettiler. Bir yarım saat de o sürdü. Sonuç olarak uçağımın İzmir'e inmesinin ardından havaalanından çıkmam iki saati buldu.

O gün başlayan aşırı sinirliliğim gerek Türkiye'deyken karşılaştığım sonu gelmeyen görgüsüzlük ve kabalık örnekleri yüzünden, gerekse de Londra'ya döndüğümden beri sabrımı son noktasına getiren emlakçımız sayesinde son gaz devam ediyor.

**

Tamamen internetten uzak olmanın sinir stres katsayımı ciddi anlamda düşürdüğünü fark ettim. Türkiye'de olduğum 10 gün boyunca günde maksimum 10 dakika yapmam gerekenleri yapma dışında bilgisayarımı açmadım. Benim için endişe kaynağı olan her şeyi bir kenara bıraktım, Noel sağolsun şu anda en çok kafamı meşgul eden taşınma konusuyla ilgili de emlakçıdan hiç email gelmedi. Bütün gün televizyon izledim, kedimle zaman geçirdim, kafa dinledim. Tamamen stressiz ve minimal sorumlulukla geçen o 10 gün o kadar güzeldi ki,  Londra'ya çok zor döndüm. Daha doğrusu bedenim döndü, kafam ilk kez hala dönemedi. Bazen dönerken buraya dönmemek istediğim olurdu, ama ertesi güne İngiltere'ye yeniden alışırdım. Bu sefer hala alışamadım, rahatı ve kolaylığı seven kısmım o dönemi çok özlüyor.

**

Bu arada bugün bir MS derneğinde staja başladım. Bir sonraki post'umda anlatacağım.

Friday, 21 December 2012

don't want your picture on my cell phone, i want you here with me

The Killers'ın uzun zamandır beklediğim, İngiltere turneleri sırasında Blackpool'da çektikleri klip sonunda çıktı. Winona Ryder oynuyor ve yönetmeni Tim Burton. Şarkı da çok, çok güzel. Mutlaka izleyin.



**

Bu hafta Twenty8Twelve'in Londra'daki atölyesinde sample sale vardı. Eğer blogumu takip ediyorsanız sample sale denen olaya ne kadar bayıldığımı biliyorsunuz. Bilmeyenler için sample sale, eski sezonlardan kalan ya da dergilere, fotoğraf çekimlerine vs. gönderilen örnek ürünlerin çok büyük indirimlerle satıldığı özel satışlara deniyor. Yepyeni, en ufak bir kusuru olmayan bir şeyi normalin %10'u fiyatına bulabiliyorsunuz.

Şu anda yaşadığım ev çok küçük olduğu ve dolabımda artık kesinlikle yer kalmadığı için çok şey almamayı planlıyordum ama yumuşacık ipekleri görünce kendimi tutamadım. İşte bu sefer denk geldiğim şeyler:

Twenty8Twelve Caitlin ipek bluz £175 £20



Twenty8Twelve Petunia ipek hırka £185 £20



Twenty8Twelve Ivry ipek fular £100 £15


Twenty8Twelve Blair t-shirt £75 £12



Buna benzer birkaç t-shirt daha aldım, nette fotolarını bulamadığımdan ve kendim çekmek için çok üşengeç olduğumdan paylaşamıyorum.

Geçenlerde aldığım MbMJ bozuk para çantası ve Balenciaga çantayı da Türkiye'ye gidip doğru düzgün fotoğraf çekince paylaşacağım. Burada hava o kadar kasvetli ki ikisinin de rengi bir değişik çıkıyor fotolarda.

**

Özellikle ilk iki üstü işe giderken falan giyerim diye aldım. Evet, iş! Geçen hafta buradaki baya büyük, uluslararası bir derneğin medya ve campaigning bölümüne staj başvurusu yapmıştım. Salı günü görüşmeye gittim ve görüştükleri dört kişinin arasından beni seçmişler! Hem sonunda severek yapacağım bir şeye başlayacağım için, hem ofis evime 10 dk yürüme mesafesinde olduğu için, hem de görüştüğüm insanlar çok tatlı olduğu için inanılmaz mutluyum. Aklıma geldikçe seviniyorum. 4 Ocak'ta başlayacağım.

**

Yarın Noel ve yılbaşı tatilini geçirmeye İzmir'e gidiyorum. Tanışıyor olalım ya da olmayalım, oturup bir kahve içmek isteyen varsa süper olur.

Çok mutluyum, hepinizi öpüyorum.

Saturday, 15 December 2012

people are people

Bugün nereye baksam cinayet haberi. Beylikdüzü'nde bir kadın trans olduğu için yol ortasında öldürülmüş. Brezilya'da 15 yaşında bir oğlan kendisini öpmek istedi diye 20 yaşındaki bir erkeği boğmuş. ABD'de yanlış hatırlamıyorsam 21 yaşındaki bir genç aralarında annesinin ve 20 ilkokul çocuğunun bulunduğu 26 kişiyi katletmiş. Çin'de de bir adam 22 çocuğu bıçaklamış. Bir insan başkasının canını nasıl bu kadar rahatlıkla alabilir? Tüm empati yeteneğimi ve hayal gücümü kullansam da buna bir açıklama getiremiyorum.

**

Önceki gün evimin yakınlarındaki Feminist Kütüphane'ye giderek gönüllülük yapmak istediğimi belirttim. Konuştuğum kişi bir ay sonra konferans türü bir etkinlik düzenleyeceklerini ve onun organizasyonuna yardımcı olabileceğimi söyledi. Tam da şansıma o akşam etkinlik üzerine bir toplantı düzenleniyordu, ona katılayım dedim. Hayatımın en acayip akşamlarından biriydi. Beni toplantıya çağıran insanı yarım saattir tanıyordum, onun dışında organizatörler de dahil olmak üzere toplantıya katılan insanların kim ve neyin nesi olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Karşımda kendini tanıtırken bile gülümsememiş olan, yüzü sürekli limon emiyormuşçasına ekşi bir kadın oturuyordu. Tam "Amma aksi görünüyor" diye düşünürken kadın söz aldı ve etkinliğe kimlerin katılacağını sordu. Organizatörler "Kendini kadın olarak tanımlayan herkese açık olacak" cevabını verdi. Bunun üzerine aksi kadın trans kadınların "kadın" olmadığı, onlarla aynı ortamda bulunmak istemediği ve eğer buna göz yumuyorsak bizlerin gerçek feministler olmadığı şeklinde transfobik nefret parçaları saçmaya başladı. Toplantıda bulunan diğer beş kişi de bu sözlerine itiraz edince yaklaşık iki saat boyunca bu konu tartışıldı. Kadının at gözlüğünden ötesini göremeyeceğini anlayan organizatör bağırış  çağırış, küfürler ve göz yaşları eşliğinde geçen tartışmayı "Zamanımız kısıtlı ve bir yere varamıyoruz, trans kadınların gelişine izin vereceğiz, eğer buna karşı çıkanlar varsa konu konferansta tartışılabilir" diyerek sonlandırdı. Buna sinirlenen aksi kadın hepimize saydırarak bir hışım kalktı ve gitti, bu dramatik çıkış yetmemiş olacak ki 10 saniye sonra geri gelip kapının yanındaki duvarda asılı olan posterleri yırttı ve öyle gitti.

Katıldığım ilk toplantının böyle geçmesi beni şoke etti. Londra'daki ana akım feminist organizasyonların büyük ölçüde transfobik olduğunu biliyordum. Ama böyle bir tavra ilk kez kendi gözlerimle şahit oldum. Buradaki ana akım organizasyonların çoğu belli bir yaşın üzerinde, kendini ikinci dalgaya ait gören ve trans kadınları aralarına almak istemeyen tiplerden oluşuyor. Bu toplantıda organizatörler dışındaki diğer katılımcılar 20-30 yaş arası ve trans bireylerin katılımını içten bir şekilde destekleyen insanlardı, ama 60 yaş üstü organizatörler trans kadınları etkinliğe davet etmelerinin tek nedeninin yeni feminist dalganın o yönde gidişi ve o dalgaya hitap etme zorunluluğu olduğunu, bunun trans bireylere duyulan anlayıştan kaynaklanmadığını açıkça belirttiler.

Bir insan kendini kadın/erkek/bilmem ne olarak tanımlıyorsa, başkasının ona gidip "kadın/erkek/bilmem ne şudur ve sen o değilsin" demek ne haddine gerçekten anlamıyorum. Trans kadınların feminist ortamlardaki varlığının buna karşı olanların mücadelesine ne zararı dokunuyor, bunu da anlamıyorum. Dışarıda savaşılacak pek çok şey varken, feministler olarak neden birbirimizle kavga ediyoruz? Gerçekten çok garip.

Wednesday, 12 December 2012

i'd rather dance than talk with you

Yılda bir telefon değiştiren, yeni bir iPhone/iPad/bilmem ne çıktığında kendinden geçen ve hemen alamazsa ölecek hastalığına tutulan insanlarla çok ayrı dünyaların insanıyız. Şu anda kullanmakta olduğum kameranın üzerine daha kaç megapikseller çıktı, zoom'u ve flaşı çok kötü, video kaydederken video seçeneğini bir parmağımla tutmazsam panorama moduna kayıyor; yine de yenisini almayı düşünmüyorum. En az beş yıldır kullanmakta olduğum iPod'un o dönen aparatı neredeyse çalışmaz hale geldi, şarkı değiştirmenin benim için bir sinir harbine dönüşmüş olmasına rağmen %100 bozulmadan yenilemek istemiyorum. Şu anki Blackberry'mi de üç yıldır kullanıyordum. İşletim sistemi eski olduğu için bazı uygulamaları kullanamama dışında bir problemim yoktu, ama Blackberry'nin elimdeki telefonu çok iyi bir fiyata alacağını öğrendikten sonra annemin "Şu telefonları değiştirelim artık" yönündeki ısrarlarına boyun eğdim ve ikimiz de Curve 8520'den 9320'ye transfer olduk. 9320'nin gereksiz karmaşık bulduğum menüsüne henüz alışabilmiş değilim ve içimde telefonum gayet çalışıyor olduğu halde yenisini almış olmanın tam bir israf olduğunu söyleyen, vicdan azabı çekmeme sebep olan bir ses var. Ama böyle pembeli morlu falan renkli şeyler görünce kendimi tutamıyorum, ne yapayım...



Telefon yenilemek istemememin bir diğer sebebi de telefon kaydettirirken 100TL vergi ödenmesi gibi saçma sapan bir hırsızlık uygulamasının başlamasıydı. Telefon kaydettirmek zaten başlı başına gülünç bir olay (İngiliz sevgilime anlattığımda 'Yok artık, şaka yapıyorsun değil mi' tepkisi vermişti), bir de üstüne vergi almak tam bir tavuğu-neresinden-yolabilirsek-o-kadar-iyi durumu olmuş. Zaten yılda toplasan 1 ay bile Türkiye'de değilim, telefonun vergisini İngiltere'de vermişim, niye bir daha Türkiye'de vergi vereyim ki? Akıl fikir...

Friday, 7 December 2012

fragrant world

Yourvine sayesinde ASOS'tan 250 pound'luk indirim çeki kazandığımdan bahsetmiştim. Şu ana kadar ASOS'tan 50 kere alışveriş yaptıysam her seferinde siparişim iki günde elime ulaşmıştı, bu sefer nedense Hermes adlı dandirik ötesi şirketle yolladılar ve gelmesi 9 gün sürdü. Bir haftadır her gün müşteri hizmetleriyle konuşuyorum, böyle saçma sapan ve işe yaramaz bir "hizmet" uzun zamandır görmemiştim. Ülke içi bir paket nasıl 9 günde gider, neden ASOS gibi büyük bir firma müşteri memnuniyeti adına paket gecikince siparişi yeniden göndermez, gerçekten aklım almıyor. Tamam hadi kargo gecikebilir, ama ucuza kaçarak böyle bir boka yaramaz bir kargo şirketi kullanarak ve kargo gecikince sorumluluk üstlenmeyerek onlardan çok memnun olan, dört yıldır aklına estikçe sitelerinden alışveriş yapan sadık bir müşterilerini kaybetmiş oldular. İyi oldu belki de, böylece boşa para harcadığım kaynakların sayısı azaldı.

Neyse, işte sonunda gelen pakedin içinden çıkanlar:

Eylure Limited Edition takma kirpik - The Chelsea Look, £5.25


Marc by Marc Jacobs 70's Disco mayo, £95


Disney Couture Winnie the Pooh wrap bileklik, £75


Marc by Marc Jacobs deri saat, £165



ASOS kaplumbağalı kemer, £15 


Barry M simli oje, £2.99 


Bikini, bileklik ve mayo indirimde olduğu için bunların hepsi iki küsür pound'a geldi. Bedavacılığın hastasıyım.

Friday, 30 November 2012

you fill me with inertia

Yourvine diye bir site var ki bu aralar çok fena hastasıyım. Her ay başka markaların 'challenge'ları oluyor, tamamladığınız her adım için bir ödül kazanıyorsunuz. Öyle çok zor şeyler de değil, yok şöyle yaparken fotoğrafınızı çekin, yok bunu Facebook'ta cover resminiz yapın türü şeyler. Siteye üye olduğumdan beri bir Jack Daniels, bir de ASOS challenge'ına katıldım. JD'den 70'lik bir şişe Jack Daniels Honey, minyatür JD Honey ve bir de t-shirt kazandım. ASOS'tan da 250 pound'luk hediye çeki, 10 pound'luk hediye çeki, %30 indirim kuponu ve 1 yıl bedava ekspres gönderi kazandım. O yüzden bu siteyi öve öve bitiremiyorum, en kısa zamanda Türkiye'ye de açılmalarını diliyorum.



**

Geçenlerde Tesco'dayken 'pembe çorba' olarak satılan bir çorba gördüm, almadan edemedim. Pancar ve elmalı, hiç içilmeyesi bir şey çıktı. Dökmek zorunda kaldım çoğunu. Pembe diye alan bende zaten kabahat.



**

Bu aralar eski filmlere sardım. bu hafta 60'lardan giderek Bedazzled (1967), The Killing of Sister George (1968) ve Lawrence of Arabia (1962) izledim. Çoğumuzun Liz Hurley'li yeni yapımıyla tanıdığı Bedazzled çok, çok komikti; İngiliz mizahından zevk alanlara kesinlikle tavsiye olunur. The Killing of Sister George eşcinselliği o zamanda bile son derece matter-of-fact bir biçimde işleyişiyle beni çok şaşırttı, ama sadece o kadar. Lawrence of Arabia için zaten diyecek bir şey bulamıyorum. 3 saat 40 dakikalık bir şaheser, bu sene çılgın bir restorasyondan geçerek daha da bir mükemmel olmuş. Uzunluğuna rağmen milyon kere izleyebilirim.

Bedazzled ve Lawrence of Arabia, izleyin!!



Son olarak, Bedazzled gösteriminin açılışını Peter Serafinowicz yaptı. Kendisi aynı zamanda son Hot Chip videosunu yönetmiş. Futbolun çok homofobik ve aynı zamanda ne kadar gay bir spor olduğu üzerine bir klip. Çok hoş.



Sunday, 25 November 2012

mutantes

Hayatın küçük tesadüfleri:

Geçen seneki London Lesbian and Gay Film Festival'da Mutantes filmini izlediğim ve yüksek lisans tezime dahil ettiğim, söyleşisine katıldığım Virginie Despentes'in Placebo'nun Protect Me From What I Want şarkısını Fransızca'ya çeviren insan olduğunu öğrendim. Şarkının Fransızca versiyonu aynı zamanda kolumdaki protège-moi dövmesinin kaynağı oluyor.

Ne ilginç.

sandstone

Bu tamamen alışveriş konulu bir post olacak, içinizi bayan bir konuysa pas geçebilin diye söylüyorum.

Sıkıntıdan çıldırdıkça kendimi alışverişe vermeye başladım. İlk aldığım şey bu kedili Harrods önlük oldu. Yemek pişirirken önlük takan biri değilimdir, ama kedili bir şey görünce dayanamıyorum. İndirim görünce ayrı bir dayanamıyorum. O yüzden atladım hemen. 

Harrods Kate's Cats Önlük, £5.95


Onun dışında bir süredir vintage Louis Vuitton çanta bakıyordum. eBay'de Louis Vuitton'un artık üretilmeyen ve bence en güzel rengi olan Borneo yeşili bir Epi Noe ve yanında cüzdanını "yok artık" denecek bir fiyata görünce ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsiniz. Çok, çok güzel bir renk (koyu yeşil görünce zaten kendimi tutamıyorum). Ve inanılmaz bir şey ama çanta 1991, cüzdan 1992 üretimi. Cüzdanın kenarlarında hafif kullanılma belirtileri var ama çanta benden sadece iki yaş küçük olmasına rağmen tamamen yeni görünüyor. Epi'nin Louis Vuitton'un en dayanıklı serisi olduğunu duymuştum ama bu kadar uzun ömürlü ve sağlam olmasına hayret ettim. Yani Balenciaga çantaların 1-2 yılda bile ne kadar yıprandığını düşünüyorum da, kıyaslanacak gibi değil.

Borneo yeşili LV Epi Noe ve LV Porte Tresor International, ikisi £130


Balenciaga demişken, alışveriş çılgınlığı yapıp bir Bal çanta almasam olmazdı tabii ki. Hiçbir yerinde en ufak bir iz olmayan, yeni gibi ve yumuşacık bir Hobo'yu şaka gibi bir fiyata buldum. Ayrıca hem Hobo'nun, hem de bu altın rengi metalin (GGH) artık üretilmiyor olması iyice bir güzel oldu.

Balenciaga Sandstone GGH Hobo, £150


Son olarak bu aralar MUA'nın makyaj malzemelerine takmış durumdayım. Çok ucuz ve çoğu kaliteli ürünleri var (çoğu diyorum, kullanıp beğenmediklerim de oldu). Göz makyajını çok seven bir insan olarak eye primer'larını kesinlikle tavsiye ederim. Makyaj 7-8 saat sonra bile olduğu gibi duruyor, renkler çok daha güzel görünüyor ve far göz kapağında kırışık kırışık toplanmıyor. Lip stain'leri de çok güzel, dudağınızda doğal görünecek kadar renk olsun ve ruj ya da parlatıcı gibi sağa sola bulaşmasın istiyorsanız mükemmel. Far paletleri çok yoğun pigmentli, kullandığım daha pahalı bir sürü markadan çok daha güzel. Özellikle trioları mükemmel.

En son manyetik ojelerini denedim. Beş dakikada çok çılgın bir görüntü elde ettim. Aklıma geldikçe ellerime bakıyorum.



Facebook'ta 50.000 like'a ulaşınca %50 indirim ve dünyanın her yerine bedava gönderi yapacaklar. İlgileniyorsanız takip edin derim, yukarıda saydığım ürünleri çok başarılı.

Not: Şunu yazdığım sırada aklıma kozmetik ürünleriyle ilgili saçma sapan gümrük kısıtlaması geldi. Bu kısıtlama hala devam ediyor mu?

Wednesday, 21 November 2012

the way it was

Bu aralar zamanımın çoğunu en yakın Starbucks ve sinemada geçiriyorum. Eskiden bütün gün evden çıkmadığım, boş boş oturduğum günlerden çılgıncasına zevk alırdım, ama artık dışarı çıkma ve biraz insan yüzü görme ihtiyacı duyuyorum. Starbucks kartımın gold seviyesinde kalması ve kartın avantajlarından seneye de yararlanabilmem için belli bir sayıda yıldız biriktirmem gerekiyor. O yüzden neredeyse her gün Starbucks molası veriyorum. Soğuk da olsa dışarıda oturup kafa dinlemek, insanları izlemek bana huzur veriyor. Bir de senelerdir çok sık Starbucks'a gitmeme rağmen ilk kez geçenlerde fark ettim ki Starbucks'tan mekanda içmek üzere fincanda filtre kahve aldığınız zaman o bardağı bedavaya yeniden doldurtma hakkınız varmış. Türkiye'de de var mı ya da ne zamandan beri böyle bilmiyorum, ama menüde filtre kahvenin altında küçücük harflerle yazıyor ve insan dikkatli bakmayınca fark etmiyor. Acelesi olmayanlar için iyi bir şey.

Geçen Pazartesi BFI'da Amour'u izledim. Londra Film Festivali'nde izlemek istediğim filmlerden biriydi. Spoiler vermek istemiyorum, o yüzden sadece bana çok dokundu ve mutlaka izleyin diyeceğim. Sanırım bundan sonra ne zaman güvercin görsem aklıma Amour gelecek.

Bir sonraki gün Portekiz yapımı Tabu diye bir film izledim. Berlin Film Festivali'nde çok ses getiren, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bir film olduğu için merak ediyordum. Rahatlıkla "sanat eseri" denebilecek derecede özenle yapılmış bir filmdi, ama işin sanatsal boyutuna izlenmesi film endüstrisinde olmayan sıradan bir izleyiciye zevk vermeyecek kadar ağırlık verilmişti. Bir daha izlemek ister miyim; hayır, hayır ve hayır.

Çarşambayı sinemasız geçirmenin acısını Perşembe günü 12 saat boyunca aralıksız olarak Twilight serisinin tüm filmlerini izleyerek çıkardım. Son filmin vizyona girmesine saatler kala diğer dört filmin arka arkaya gösterilmesiyle başlayan özel gösterim gece 2.30'da bitti. Bir daha beş film birden izlemek ister miyim bilmiyorum, evde izlesem muhtemelen ikiden fazlasını yapamazdım, ama sinemada Jacob gömleğini çıkarınca falan çığlık atmaya başlayan onlarca kızla Twilight izlemek çok acayip bir deneyimdi. Çok eğlendim.

Cuma günü The Killers konseri vardı. Brandon Flowers hasta olduğu için önceki iki konser iptal edilmişti ve Londra konserinin olup olmayacağı belli değildi, ama güzel adam Brandon hasta da olsa sahneye çıktı (gerçi pek hasta gibi değildi sesi). Altı yıldır The Killers'ı sahnede izleyeceğim anı bekliyordum ve hayatımın en unutulmaz gecelerinden biriydi. Bu hastalık muhabbetine rağmen rahatlıkla söyleyebilirim ki canlı performansı stüdyo kayıtlarına bilmem kaç basan bildiğim az sayıda gruptan biri The Killers.


Video çok kaliteli değil ama Brandon'ın şarkı ortası konuşmasına ve özellikle 5:17'den sonrasına bayılıyorum:




Pazar günü Brandon Cooper ve Robert de Niro'lu Silver Linings Playbook diye bir film izledim. Kötü ve havadan sudan bir film olmamakla beraber içimde öyle bir daha izleme isteği uyanmadı.

Dün Coyote Ugly filminden hatırlayacağınız über yakışıklı aktör Adam Garcia'nın rol aldığı Kiss Me Kate müzikalinin açılışına gittim. İnanılmaz komik ve çok başarılıydı; müzikalleri seviyorum. Londra'daysanız mutlaka gidin, Mart 2013'e kadar Old Vic Tiyatrosu'nda.