Saturday, 15 December 2012

people are people

Bugün nereye baksam cinayet haberi. Beylikdüzü'nde bir kadın trans olduğu için yol ortasında öldürülmüş. Brezilya'da 15 yaşında bir oğlan kendisini öpmek istedi diye 20 yaşındaki bir erkeği boğmuş. ABD'de yanlış hatırlamıyorsam 21 yaşındaki bir genç aralarında annesinin ve 20 ilkokul çocuğunun bulunduğu 26 kişiyi katletmiş. Çin'de de bir adam 22 çocuğu bıçaklamış. Bir insan başkasının canını nasıl bu kadar rahatlıkla alabilir? Tüm empati yeteneğimi ve hayal gücümü kullansam da buna bir açıklama getiremiyorum.

**

Önceki gün evimin yakınlarındaki Feminist Kütüphane'ye giderek gönüllülük yapmak istediğimi belirttim. Konuştuğum kişi bir ay sonra konferans türü bir etkinlik düzenleyeceklerini ve onun organizasyonuna yardımcı olabileceğimi söyledi. Tam da şansıma o akşam etkinlik üzerine bir toplantı düzenleniyordu, ona katılayım dedim. Hayatımın en acayip akşamlarından biriydi. Beni toplantıya çağıran insanı yarım saattir tanıyordum, onun dışında organizatörler de dahil olmak üzere toplantıya katılan insanların kim ve neyin nesi olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Karşımda kendini tanıtırken bile gülümsememiş olan, yüzü sürekli limon emiyormuşçasına ekşi bir kadın oturuyordu. Tam "Amma aksi görünüyor" diye düşünürken kadın söz aldı ve etkinliğe kimlerin katılacağını sordu. Organizatörler "Kendini kadın olarak tanımlayan herkese açık olacak" cevabını verdi. Bunun üzerine aksi kadın trans kadınların "kadın" olmadığı, onlarla aynı ortamda bulunmak istemediği ve eğer buna göz yumuyorsak bizlerin gerçek feministler olmadığı şeklinde transfobik nefret parçaları saçmaya başladı. Toplantıda bulunan diğer beş kişi de bu sözlerine itiraz edince yaklaşık iki saat boyunca bu konu tartışıldı. Kadının at gözlüğünden ötesini göremeyeceğini anlayan organizatör bağırış  çağırış, küfürler ve göz yaşları eşliğinde geçen tartışmayı "Zamanımız kısıtlı ve bir yere varamıyoruz, trans kadınların gelişine izin vereceğiz, eğer buna karşı çıkanlar varsa konu konferansta tartışılabilir" diyerek sonlandırdı. Buna sinirlenen aksi kadın hepimize saydırarak bir hışım kalktı ve gitti, bu dramatik çıkış yetmemiş olacak ki 10 saniye sonra geri gelip kapının yanındaki duvarda asılı olan posterleri yırttı ve öyle gitti.

Katıldığım ilk toplantının böyle geçmesi beni şoke etti. Londra'daki ana akım feminist organizasyonların büyük ölçüde transfobik olduğunu biliyordum. Ama böyle bir tavra ilk kez kendi gözlerimle şahit oldum. Buradaki ana akım organizasyonların çoğu belli bir yaşın üzerinde, kendini ikinci dalgaya ait gören ve trans kadınları aralarına almak istemeyen tiplerden oluşuyor. Bu toplantıda organizatörler dışındaki diğer katılımcılar 20-30 yaş arası ve trans bireylerin katılımını içten bir şekilde destekleyen insanlardı, ama 60 yaş üstü organizatörler trans kadınları etkinliğe davet etmelerinin tek nedeninin yeni feminist dalganın o yönde gidişi ve o dalgaya hitap etme zorunluluğu olduğunu, bunun trans bireylere duyulan anlayıştan kaynaklanmadığını açıkça belirttiler.

Bir insan kendini kadın/erkek/bilmem ne olarak tanımlıyorsa, başkasının ona gidip "kadın/erkek/bilmem ne şudur ve sen o değilsin" demek ne haddine gerçekten anlamıyorum. Trans kadınların feminist ortamlardaki varlığının buna karşı olanların mücadelesine ne zararı dokunuyor, bunu da anlamıyorum. Dışarıda savaşılacak pek çok şey varken, feministler olarak neden birbirimizle kavga ediyoruz? Gerçekten çok garip.

Wednesday, 12 December 2012

i'd rather dance than talk with you

Yılda bir telefon değiştiren, yeni bir iPhone/iPad/bilmem ne çıktığında kendinden geçen ve hemen alamazsa ölecek hastalığına tutulan insanlarla çok ayrı dünyaların insanıyız. Şu anda kullanmakta olduğum kameranın üzerine daha kaç megapikseller çıktı, zoom'u ve flaşı çok kötü, video kaydederken video seçeneğini bir parmağımla tutmazsam panorama moduna kayıyor; yine de yenisini almayı düşünmüyorum. En az beş yıldır kullanmakta olduğum iPod'un o dönen aparatı neredeyse çalışmaz hale geldi, şarkı değiştirmenin benim için bir sinir harbine dönüşmüş olmasına rağmen %100 bozulmadan yenilemek istemiyorum. Şu anki Blackberry'mi de üç yıldır kullanıyordum. İşletim sistemi eski olduğu için bazı uygulamaları kullanamama dışında bir problemim yoktu, ama Blackberry'nin elimdeki telefonu çok iyi bir fiyata alacağını öğrendikten sonra annemin "Şu telefonları değiştirelim artık" yönündeki ısrarlarına boyun eğdim ve ikimiz de Curve 8520'den 9320'ye transfer olduk. 9320'nin gereksiz karmaşık bulduğum menüsüne henüz alışabilmiş değilim ve içimde telefonum gayet çalışıyor olduğu halde yenisini almış olmanın tam bir israf olduğunu söyleyen, vicdan azabı çekmeme sebep olan bir ses var. Ama böyle pembeli morlu falan renkli şeyler görünce kendimi tutamıyorum, ne yapayım...



Telefon yenilemek istemememin bir diğer sebebi de telefon kaydettirirken 100TL vergi ödenmesi gibi saçma sapan bir hırsızlık uygulamasının başlamasıydı. Telefon kaydettirmek zaten başlı başına gülünç bir olay (İngiliz sevgilime anlattığımda 'Yok artık, şaka yapıyorsun değil mi' tepkisi vermişti), bir de üstüne vergi almak tam bir tavuğu-neresinden-yolabilirsek-o-kadar-iyi durumu olmuş. Zaten yılda toplasan 1 ay bile Türkiye'de değilim, telefonun vergisini İngiltere'de vermişim, niye bir daha Türkiye'de vergi vereyim ki? Akıl fikir...

Friday, 7 December 2012

fragrant world

Yourvine sayesinde ASOS'tan 250 pound'luk indirim çeki kazandığımdan bahsetmiştim. Şu ana kadar ASOS'tan 50 kere alışveriş yaptıysam her seferinde siparişim iki günde elime ulaşmıştı, bu sefer nedense Hermes adlı dandirik ötesi şirketle yolladılar ve gelmesi 9 gün sürdü. Bir haftadır her gün müşteri hizmetleriyle konuşuyorum, böyle saçma sapan ve işe yaramaz bir "hizmet" uzun zamandır görmemiştim. Ülke içi bir paket nasıl 9 günde gider, neden ASOS gibi büyük bir firma müşteri memnuniyeti adına paket gecikince siparişi yeniden göndermez, gerçekten aklım almıyor. Tamam hadi kargo gecikebilir, ama ucuza kaçarak böyle bir boka yaramaz bir kargo şirketi kullanarak ve kargo gecikince sorumluluk üstlenmeyerek onlardan çok memnun olan, dört yıldır aklına estikçe sitelerinden alışveriş yapan sadık bir müşterilerini kaybetmiş oldular. İyi oldu belki de, böylece boşa para harcadığım kaynakların sayısı azaldı.

Neyse, işte sonunda gelen pakedin içinden çıkanlar:

Eylure Limited Edition takma kirpik - The Chelsea Look, £5.25


Marc by Marc Jacobs 70's Disco mayo, £95


Disney Couture Winnie the Pooh wrap bileklik, £75


Marc by Marc Jacobs deri saat, £165



ASOS kaplumbağalı kemer, £15 


Barry M simli oje, £2.99 


Bikini, bileklik ve mayo indirimde olduğu için bunların hepsi iki küsür pound'a geldi. Bedavacılığın hastasıyım.

Friday, 30 November 2012

you fill me with inertia

Yourvine diye bir site var ki bu aralar çok fena hastasıyım. Her ay başka markaların 'challenge'ları oluyor, tamamladığınız her adım için bir ödül kazanıyorsunuz. Öyle çok zor şeyler de değil, yok şöyle yaparken fotoğrafınızı çekin, yok bunu Facebook'ta cover resminiz yapın türü şeyler. Siteye üye olduğumdan beri bir Jack Daniels, bir de ASOS challenge'ına katıldım. JD'den 70'lik bir şişe Jack Daniels Honey, minyatür JD Honey ve bir de t-shirt kazandım. ASOS'tan da 250 pound'luk hediye çeki, 10 pound'luk hediye çeki, %30 indirim kuponu ve 1 yıl bedava ekspres gönderi kazandım. O yüzden bu siteyi öve öve bitiremiyorum, en kısa zamanda Türkiye'ye de açılmalarını diliyorum.



**

Geçenlerde Tesco'dayken 'pembe çorba' olarak satılan bir çorba gördüm, almadan edemedim. Pancar ve elmalı, hiç içilmeyesi bir şey çıktı. Dökmek zorunda kaldım çoğunu. Pembe diye alan bende zaten kabahat.



**

Bu aralar eski filmlere sardım. bu hafta 60'lardan giderek Bedazzled (1967), The Killing of Sister George (1968) ve Lawrence of Arabia (1962) izledim. Çoğumuzun Liz Hurley'li yeni yapımıyla tanıdığı Bedazzled çok, çok komikti; İngiliz mizahından zevk alanlara kesinlikle tavsiye olunur. The Killing of Sister George eşcinselliği o zamanda bile son derece matter-of-fact bir biçimde işleyişiyle beni çok şaşırttı, ama sadece o kadar. Lawrence of Arabia için zaten diyecek bir şey bulamıyorum. 3 saat 40 dakikalık bir şaheser, bu sene çılgın bir restorasyondan geçerek daha da bir mükemmel olmuş. Uzunluğuna rağmen milyon kere izleyebilirim.

Bedazzled ve Lawrence of Arabia, izleyin!!



Son olarak, Bedazzled gösteriminin açılışını Peter Serafinowicz yaptı. Kendisi aynı zamanda son Hot Chip videosunu yönetmiş. Futbolun çok homofobik ve aynı zamanda ne kadar gay bir spor olduğu üzerine bir klip. Çok hoş.



Sunday, 25 November 2012

mutantes

Hayatın küçük tesadüfleri:

Geçen seneki London Lesbian and Gay Film Festival'da Mutantes filmini izlediğim ve yüksek lisans tezime dahil ettiğim, söyleşisine katıldığım Virginie Despentes'in Placebo'nun Protect Me From What I Want şarkısını Fransızca'ya çeviren insan olduğunu öğrendim. Şarkının Fransızca versiyonu aynı zamanda kolumdaki protège-moi dövmesinin kaynağı oluyor.

Ne ilginç.

sandstone

Bu tamamen alışveriş konulu bir post olacak, içinizi bayan bir konuysa pas geçebilin diye söylüyorum.

Sıkıntıdan çıldırdıkça kendimi alışverişe vermeye başladım. İlk aldığım şey bu kedili Harrods önlük oldu. Yemek pişirirken önlük takan biri değilimdir, ama kedili bir şey görünce dayanamıyorum. İndirim görünce ayrı bir dayanamıyorum. O yüzden atladım hemen. 

Harrods Kate's Cats Önlük, £5.95


Onun dışında bir süredir vintage Louis Vuitton çanta bakıyordum. eBay'de Louis Vuitton'un artık üretilmeyen ve bence en güzel rengi olan Borneo yeşili bir Epi Noe ve yanında cüzdanını "yok artık" denecek bir fiyata görünce ne kadar mutlu olduğumu tahmin edemezsiniz. Çok, çok güzel bir renk (koyu yeşil görünce zaten kendimi tutamıyorum). Ve inanılmaz bir şey ama çanta 1991, cüzdan 1992 üretimi. Cüzdanın kenarlarında hafif kullanılma belirtileri var ama çanta benden sadece iki yaş küçük olmasına rağmen tamamen yeni görünüyor. Epi'nin Louis Vuitton'un en dayanıklı serisi olduğunu duymuştum ama bu kadar uzun ömürlü ve sağlam olmasına hayret ettim. Yani Balenciaga çantaların 1-2 yılda bile ne kadar yıprandığını düşünüyorum da, kıyaslanacak gibi değil.

Borneo yeşili LV Epi Noe ve LV Porte Tresor International, ikisi £130


Balenciaga demişken, alışveriş çılgınlığı yapıp bir Bal çanta almasam olmazdı tabii ki. Hiçbir yerinde en ufak bir iz olmayan, yeni gibi ve yumuşacık bir Hobo'yu şaka gibi bir fiyata buldum. Ayrıca hem Hobo'nun, hem de bu altın rengi metalin (GGH) artık üretilmiyor olması iyice bir güzel oldu.

Balenciaga Sandstone GGH Hobo, £150


Son olarak bu aralar MUA'nın makyaj malzemelerine takmış durumdayım. Çok ucuz ve çoğu kaliteli ürünleri var (çoğu diyorum, kullanıp beğenmediklerim de oldu). Göz makyajını çok seven bir insan olarak eye primer'larını kesinlikle tavsiye ederim. Makyaj 7-8 saat sonra bile olduğu gibi duruyor, renkler çok daha güzel görünüyor ve far göz kapağında kırışık kırışık toplanmıyor. Lip stain'leri de çok güzel, dudağınızda doğal görünecek kadar renk olsun ve ruj ya da parlatıcı gibi sağa sola bulaşmasın istiyorsanız mükemmel. Far paletleri çok yoğun pigmentli, kullandığım daha pahalı bir sürü markadan çok daha güzel. Özellikle trioları mükemmel.

En son manyetik ojelerini denedim. Beş dakikada çok çılgın bir görüntü elde ettim. Aklıma geldikçe ellerime bakıyorum.



Facebook'ta 50.000 like'a ulaşınca %50 indirim ve dünyanın her yerine bedava gönderi yapacaklar. İlgileniyorsanız takip edin derim, yukarıda saydığım ürünleri çok başarılı.

Not: Şunu yazdığım sırada aklıma kozmetik ürünleriyle ilgili saçma sapan gümrük kısıtlaması geldi. Bu kısıtlama hala devam ediyor mu?

Wednesday, 21 November 2012

the way it was

Bu aralar zamanımın çoğunu en yakın Starbucks ve sinemada geçiriyorum. Eskiden bütün gün evden çıkmadığım, boş boş oturduğum günlerden çılgıncasına zevk alırdım, ama artık dışarı çıkma ve biraz insan yüzü görme ihtiyacı duyuyorum. Starbucks kartımın gold seviyesinde kalması ve kartın avantajlarından seneye de yararlanabilmem için belli bir sayıda yıldız biriktirmem gerekiyor. O yüzden neredeyse her gün Starbucks molası veriyorum. Soğuk da olsa dışarıda oturup kafa dinlemek, insanları izlemek bana huzur veriyor. Bir de senelerdir çok sık Starbucks'a gitmeme rağmen ilk kez geçenlerde fark ettim ki Starbucks'tan mekanda içmek üzere fincanda filtre kahve aldığınız zaman o bardağı bedavaya yeniden doldurtma hakkınız varmış. Türkiye'de de var mı ya da ne zamandan beri böyle bilmiyorum, ama menüde filtre kahvenin altında küçücük harflerle yazıyor ve insan dikkatli bakmayınca fark etmiyor. Acelesi olmayanlar için iyi bir şey.

Geçen Pazartesi BFI'da Amour'u izledim. Londra Film Festivali'nde izlemek istediğim filmlerden biriydi. Spoiler vermek istemiyorum, o yüzden sadece bana çok dokundu ve mutlaka izleyin diyeceğim. Sanırım bundan sonra ne zaman güvercin görsem aklıma Amour gelecek.

Bir sonraki gün Portekiz yapımı Tabu diye bir film izledim. Berlin Film Festivali'nde çok ses getiren, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bir film olduğu için merak ediyordum. Rahatlıkla "sanat eseri" denebilecek derecede özenle yapılmış bir filmdi, ama işin sanatsal boyutuna izlenmesi film endüstrisinde olmayan sıradan bir izleyiciye zevk vermeyecek kadar ağırlık verilmişti. Bir daha izlemek ister miyim; hayır, hayır ve hayır.

Çarşambayı sinemasız geçirmenin acısını Perşembe günü 12 saat boyunca aralıksız olarak Twilight serisinin tüm filmlerini izleyerek çıkardım. Son filmin vizyona girmesine saatler kala diğer dört filmin arka arkaya gösterilmesiyle başlayan özel gösterim gece 2.30'da bitti. Bir daha beş film birden izlemek ister miyim bilmiyorum, evde izlesem muhtemelen ikiden fazlasını yapamazdım, ama sinemada Jacob gömleğini çıkarınca falan çığlık atmaya başlayan onlarca kızla Twilight izlemek çok acayip bir deneyimdi. Çok eğlendim.

Cuma günü The Killers konseri vardı. Brandon Flowers hasta olduğu için önceki iki konser iptal edilmişti ve Londra konserinin olup olmayacağı belli değildi, ama güzel adam Brandon hasta da olsa sahneye çıktı (gerçi pek hasta gibi değildi sesi). Altı yıldır The Killers'ı sahnede izleyeceğim anı bekliyordum ve hayatımın en unutulmaz gecelerinden biriydi. Bu hastalık muhabbetine rağmen rahatlıkla söyleyebilirim ki canlı performansı stüdyo kayıtlarına bilmem kaç basan bildiğim az sayıda gruptan biri The Killers.


Video çok kaliteli değil ama Brandon'ın şarkı ortası konuşmasına ve özellikle 5:17'den sonrasına bayılıyorum:




Pazar günü Brandon Cooper ve Robert de Niro'lu Silver Linings Playbook diye bir film izledim. Kötü ve havadan sudan bir film olmamakla beraber içimde öyle bir daha izleme isteği uyanmadı.

Dün Coyote Ugly filminden hatırlayacağınız über yakışıklı aktör Adam Garcia'nın rol aldığı Kiss Me Kate müzikalinin açılışına gittim. İnanılmaz komik ve çok başarılıydı; müzikalleri seviyorum. Londra'daysanız mutlaka gidin, Mart 2013'e kadar Old Vic Tiyatrosu'nda.

Sunday, 11 November 2012

juneau

Dün Londra'da yanlış hatırlamıyorsam 14 yıllık bir aradan sonra ilk kez Vans Warped Tour düzenlendi. 15-18 yaş arası dönemde çılgınlar gibi sevdiğim grupların neredeyse tamamının sahne aldığı bir organizasyon olan Warped Tour'a gitmek, o zamanlar en büyük hayalimdi. Yıllar geçti, dinlediğim gruplar değişti, saatlerce ayakta dikilerek ve su gibi alkol tüketerek geçen konser ve festival ortamlarından uzaklaştım. Tam da böyle bir dönemimde normalde Amerika'da yaz aylarında açık havada gerçekleştirilen Warped'un bu sene Avrupa'ya döneceği ve Kasım'da Alexandra Palace'da yapılacağı açıklandı. Biletimi 6 ay öncesinden aldım ve o 6 ayı heyecanla bu günü bekleyerek geçirdim.

Dün içinde bulunduğum ortam hayallerimdeki Warped imajından çok farklıydı. Bir kere sevdiğim grupların çoğunun dağılmış olması ve uzun zamandır Warped sahnesini takip etmiyor olmam sebebiyle gelen grupların çoğunu tanımıyordum. İkinci olarak bana göre buz gibi soğuk bile olsa Warped kapalı bir mekanda yapılmamalıydı. Mekanın kapasitesi bariz bir şekilde hem insan sayısını, hem de bu insanların yerlerde sürünecek kadar içen ve kendini bir mosh pit'ten diğerine atan halini kaldıramamıştı. Hem bu yüzden, hem de %100 ayık olduğumdan, sürekli birilerinin eğlencesine burnumu sokuyor gibi hissettim. Kendini giysileri üzerinden tanımlayan, alkolden yürürken sağına soluna çarpıp duran, bütün gün ayakta durmuş olsa da hala dans edecek enerjiyi kendinde bulan insan modeli ben değilim. Bir de 23 yaşında olmama rağmen muhtemelen ortamın yaş ortalamasının çok üzerinde olduğum gerçeği eklenince "Ben buraya ait değilim" diye düşünmeden edemedim. Keşke zamanında Warped ruhuna daha uygun bir yaş ve kafadayken arkadaşlarımla Warped Tour'a gitme şansım olsaymış, kesinlikle hayatımın en eğlenceli günlerinden biri olurmuş.

**

O değil de, günün en komik olayı mekana ilk adım attığımdaki tuvalete gitme teşebbüsümdü. Güvenlikçilerden birine tuvaletin yerini sordum, "Şu karşıda gördüğün uzun sıra" cevabını verdi. Gösterdiği sıraya girdim. 40 dakika geçti, hala sıranın başı görünmüyor, "Bu kadar tuvalet sırası varken bu insanlar nasıl böyle içiyor" diye düşünmeye başladım. Neyse, bir 10 dakika daha geçti, sıra sola döndü, imza sırasında olduğumu fark ettim. Sıra bana geliyor, kim imza veriyor en ufak bir fikrim yok, imzalatacak bir şey de yok yanımda. Tam çıksam mı sıradan diye düşünürken kendimi imza veren bir adamın önünde buldum. Kenarda posterler duruyordu, "Benim için şunlardan birini imzalar mısınız" dedim, imzaladı, sonra beni kendine çekip sarılıp öptü, hiç beklemediğimden ve adamı tanımadığımdan neye uğradığımı şaşırdım, öyle komik bir durumdu. Eve gelince baktım ve öğrendim ki kendisi Breathe Carolina'nın vokali imiş. Ve asıl tuvaletlerde kuyruk yokmuş.

**

Warped'un yapıldığı Alexandra Palace, tam 8 ay önce D ile ikinci randevumuzun gerçekleştiği yerdi. Arabayı bahçesinde park edip şarap içmiş, sabahın erken saatlerine kadar konuşup tepeden Londra manzarasını izlemiştik. O günden beri ne çok şey değişti diye düşündüm, biraz hüzünlendim.

Değişim beni korkutuyor.





Tuesday, 6 November 2012

argo + persepolis

Geçenlerde sinemaya gittiğimde hayatımda izlediğim en yaratıcı reklamla karşılaştım. Kim nasıl böyle bir şey akıl etmiş, şaşırtıcı.



**

Pazar günü izlediğim Argo'yu o kadar beğendim ki, netten bulup dün bir daha izledim. Daha bir önceki gün izlediğim halde hiç sıkmadan kendini bir daha izlettiren, mutlaka izlemenizi tavsiye ettiğim bir film. Bu sene izlediğim en iyi filmlerden biri diyebilirim.

Argo sonrası BFI'da Persepolis gösterimi vardı. Böylece tamamen tesadüfi bir şekilde aynı gün 1979 İran Devrimi'nin farklı yönlerini anlatan iki film izlemiş oldum. Türkiye'nin giderek yaşanamaz hale geldiği, her şeye yasak ve kısıtlamalar getirildiği şu dönemde yurtdışında yaşamak zorunda hisseden ve ailesinin hayatını ancak uzaktan izleyebilmenin ne demek olduğunu bilen biri olarak film bana çok dokundu. Ana karakteri kendime o kadar yakın buldum ve filmin sonunun benim de başıma geleceğinden o kadar korktum ki, sinema çıkışı eve gitmeden oturup biraz kendime gelme ihtiyacı hissettim.

Bir daha izlemem gereken bir film Persepolis.

Saturday, 3 November 2012

the radical notion that women are human beings

Bu post'u aslında Cumartesi günü yazdım, ama yazdığım sırada o kadar sinirliydim ki, yayınlamadan önce birkaç gün beklemeye karar verdim. Hala çok sinirleniyorum, yine de aklımdan geçenleri biraz frenleyerek yayınlıyorum.

**

Geçen gün Ekşi Duyuru'da birinin sinir olduğu kişiler için "orospu evladı" ifadesini kullandığına denk geldim. Ekşi Sözlük'te sözlüğün başına dert olabilecek kişilere hakaret dışında küfür/argo kullanımı yasak değil, ama Ekşi Duyuru'da küfür/argo gerekçesiyle yazılan şeyler moderatöre rapor edilebiliyor. Bu gördüğüm şeyi rapor ettim. Bunun üzerine moderatörle aramda geçen diyalog aynen şu şekilde:



Şu son mesajı okuduğum anda sinirlerim ne kadar tepeme fırladı, anlatmam mümkün değil. Bu lafı biri herhalde yüzüme etse, suratına iki tane yapıştırıverirdim. Dünyada rahat rahat yaşayabilmeyi kendine doğuştan edinilmiş bir hak gören, sırf kadın doğdu diye ikinci sınıf insan muamelesi görmenin ne demek olduğunu bilmeyen, default olarak her şeye bir adım önde başlayan erkek modelinin "bitch de öyle ama bik bik olursa sorun değil" şeklinde ahkam kesmesi gerçekten midemi bulandırıyor. Beyaz birinin dünyada ırkçılık olmadığını iddia etmesi gibi bir şey bu. Sana sorun değil tabii "bitch" denmesi. Bitch lafının hedef kitlesi sen değilsin ne de olsa. Ben de sana sinirlendim diye "orospu çocuğuna bak" desem aslında küfür ettiğim insanın sen değil, suçsuz güçsüz annen olacağını dahi anlamaktan acizsin. O kadar ki, biri sana bunu açıklamaya çalıştığında bile kavrayamıyorsun.

Karşımdaki insanın laftan anlar bir hali olduğunu düşünmediğimden ve karşıma çıkan her kadın düşmanına laf anlatmaya kalksam ömrüm yetmeyeceğinden bu son mesaja cevap vermedim. Daha medeni, daha "insan" olmakla ilgilenmeyenlerin kişisel gelişimine katkıda bulunmak benim sorumluluğum değil. Ve maalesef ki büyük ihtimalle bu kişi benim cevap vermeyişimi kendi haklılığının kanıtı olarak görüyor.

Post'umun konusu sadece bu adam değil. Taktığı at gözlüğünden öteyi göremeyen, "Acaba bu insanın dediği şeyde haklılık payı var mı" diye düşüneceğine böyle zavallı bahanelerle kendini savunan erkeklerden de, böyle şeylere karşı çıkmanın değil, onları kabullenmenin "normal" olduğu ataerkil toplumdan da kelimelere dökemeyeceğim kadar nefret ediyorum. Bu zihniyetteki adamların annesi, kız kardeşi, kız arkadaşı yok mu? Bu yaşa gelmiş koca insanlar gerçekten bitch ya da orospu çocuğu ifadelerinin neden kadın düşmanlığı örneği olduğunu kavrayamayacak kadar empatiden ve zekadan yoksun mu? Bu insanlar "Ya şans eseri kadın olarak doğsaydım, ya günün birinde kızım olursa" diye düşünmekten bile mi aciz? Peki ya her cümlenin sonuna "a.k." koyan kadınlar neyin kafasını yaşıyor? İnsan bu kadar ilkel olmaktan utanır. Hadi utanmamalarını geçtim, acınacak halleriyle gurur duyan insanları gerçekten ayrı bir garipsiyorum.

Küçük bir su birikintisindeki en büyük balıklardan biri olduğu için kendini dünyanın kralı sanmak sanırım moderatör olmanın yan etkilerinden biri.