Zeynep'in "Gripin sever misin" sorusuna olan "Sensiz İstanbul'a Düşmanım ve Dalgalandım da Duruldum'dan başka şarkılarını bilmiyorum" cevabım bende o şarkıları dinleme isteği uyandırdı deli gibi. Normalde bu tür şeyler dinlemeyen ve dinleyenlere ıy gözüyle bakan biri olarak, kendime de ıy gözüyle bakılmasını takmamaya karar vererek buraya bunu yazıyorum. Şu 2 şarkı ağzıma sıçıyor benim. Burada bahsetmiştim, geçen sene benden daha sorunlu olduğuna inandığım son derece eksantrik bir insan olan psikiyatristimden çıktıktan sonra Caddebostan Migros'a girdim, Cansu'yla sahilde otururken onun yediği sandviçlerden aldım, onu aradım sonra oralarda mı diye, değildi, taksiye binip eve dönmeye karar verdim ben de, içimde bir buruklukla takside otururken trafik tıkandı tam Marks and Spencer'a çıkan yolda, radyoda Dalgalandım da Duruldum çalıyordu. O günü hatırladım yine, gayet mutlu bir şekilde günüme başlamışken eve ağlaya ağlaya döndüğümü hatırladım. O ev artık benim değil, Cansu artık yok, psikiyatristim bile yok. Bugünlerde depresif ruh halim hafif hafif geri dönmeye başladı, sebepsiz ağlamalar, ilacımın dozunu mu artırmalıyım diye düşünüyorum. Sinirlerim bozuldu kısacası.
Paramparça
Paramparça ne varsa kadınım
Yokluğunda kaç damla gözyaşı eder adın
Ne olur, gel, gel, gel, gel
Ben sensiz İstanbul’a düşmanım.
Şu sözlerin ne kadar doğru olduğunu hissetmek korkutuyor beni. Geçen seneki halime dönmekten, yine depresyona girmekten, yine öyle hissetmekten korkuyorum.
Sen de hala paramparça mısın kadınım?
Tuesday, 24 February 2009
Monday, 23 February 2009
never again alone in the dark
AFI dinleyesim geldi, Ezgi'yi, Lise 1'i hatırladım.
So I... I will paint you in silver, I will wrap you in cold
I will lift up your voice as I sink
Your sins into me
Oh, my beautiful one, now
Your sins into me
As a rapturous voice escapes, I will tremble a prayer
And I'll beg for forgiveness
Your sins into me

Don't waste your touch, you won't feel anything
Or were you sent to save me?
I've thought too much, you won't find anything...
Worthy of redeeming
Look what I've built, it shines so beautifully
Now watch as it destroys me
To... break down, and cease all feeling
Burn now, what once was breathing
Reach out, and you may take my heart away
I left it all behind, and never said goodbye
I left it all to die
I saw its birth, I watched it grow
I felt it change me
I took the life, I ate it slow
Now it consumes me
So I... I will paint you in silver, I will wrap you in cold
I will lift up your voice as I sink
Your sins into me
Oh, my beautiful one, now
Your sins into me
As a rapturous voice escapes, I will tremble a prayer
And I'll beg for forgiveness
Your sins into me

Don't waste your touch, you won't feel anything
Or were you sent to save me?
I've thought too much, you won't find anything...
Worthy of redeeming
Look what I've built, it shines so beautifully
Now watch as it destroys me
To... break down, and cease all feeling
Burn now, what once was breathing
Reach out, and you may take my heart away
I left it all behind, and never said goodbye
I left it all to die
I saw its birth, I watched it grow
I felt it change me
I took the life, I ate it slow
Now it consumes me
i lied my face off when i said that i would be okay
Şu geçirdiğim birkaç haftayı tanımlamak gerekirse, fazlasıyla garipti. Alkaline Trio konseri mükemmeldi, mükemmel ötesiydi. Olabilecek en kötü tesadüfler geldi başımıza. Lisa'nın Londra trafiğine girmek istememesi yüzünden trenle gidelim dedik, beni evimden aldı, ben o sırada birkaç Strongbow içmiştim zaten, yolda bir tane daha içtim, yarım saat falan sonra tam istasyona yaklaşmışken öküz gibi bir dankkkk sesi geldi arabanın sağ tarafından, kenara çekip baktık, jantlardan biri çıkıp arabanın yanına çarpmış falan filanmış anlamadım tam olarak. "Fak treni kaçırıcaz" paniklerimden sonra Co-op'a uğradık, ben bir 35lik viski aldım kendime trende içmek için. Tren istasyonunun otoparkına arabayı park ettik, bilet makinelerinin çalışmaması yüzünden 10 dk da orada kaybettik, benim paniklerim son noktaya ulaşmıştı ki biletleri evde unuttuğumu fark ettim. Kafamda kocaman ışıklarla "hasiktir" yazısı yanıp sönmeye başladı, evim 1 saat uzakta olduğu için geri dönme şansımız yoktu hiç. Lisa'yı yine de gitmeye ikna ettim, trende o viskiyi bitirdim, Lisa içmiyordu, ben onun yerine de içtim. Metroyla Camden'a gidiyorduk, tam o sırada İrlandalı herifin teki karşımızda oturan Müslüman çocuğa gayet ırkçı bir modda "Siktirsenize kendi ülkenize" muhabbetleri yapmaya başladı sarhoş ötesi kafasıyla, bize de "Ee kızlar siz ne diyorsunuz" modunda cevap bekleyerek bakıyordu, takmadık kendisini, biz inerken bana "You biatch" diyerek o da inip peşimize takıldı kendisi. "Siktir herif takip mi ediyor bizi" derken bir yerlerde kaybetti bizi. Koko'ya gittik, bilet gişesindeki kadına "Bilet aldım netten ama gelmedi bıdı bıdı" yaptım, kadın gayet inanılmaz bir şekilde hiç kontrol bile etmeden buyrun geçin yaptı. Oha dedik, içeri girdik, birkaç Jack Daniels sonrası ben kendimden geçer halde Alkaline Trio bekliyordum, tshirt aldım 2 tane, adama 10 pound yerine o kafamla 50 YTL vermişim, o da o kafasıyla onu 50 pound zannedip bana 40 pound üst vermiş yazık. Böylece 80 YTL falan kara geçmiş oldum durduk yere. Son trenle eve dönmüşüz, nasıldı hiç hatırlamıyorum, Lisa olmasa sokakta sızıp kalırdım sanırım. Eve geldik 1 gibi, uyuduk, 4'te uyanıp havaalanına doğru yola çıktık, o 1 saat karanlıkta gayet hungover kafamla Lisa uyumasın diye onu konuşturmaya çalışmak hayatımın en dandik deneyimlerinden biriydi. Bir daha sabahın körüne uçak bileti almak mı, 4'te kalkacağını bile bile 1 şişe viski bitirmek mi? Asla.
Sonunda İstanbul'a ulaştıktan sonra bütün günü uyuyarak geçirdik, Nevizade'ye gittik akşam. Ne kadar Türk yemeği varsa hepsini yedik sanırım 3 günde. O piuuu yapan sokakta yerde satılan minik elektronik kedilerden istiyorum bu arada, bana alıp yollamak isteyen varsa sonsuza kadar sevgimin sahibi olabilir.
İstanbul değişmiş yine, aynı insanlar, tavırları ve gittikleri mekanlar değişmiş. Geçen sene göt göte olduğumuz insanları bu sene cool kid tavırları içinde Taksim'de takılırken görmek midemi bulandırdı, tanıdığım birçok insan yanımdan geçerken kafamı çevirdim görmemiş gibi, konuşasım gelmedi hiçbiriyle. İlke, Gencer ve Cansu'yu gördüm sadece, zaten onlar ve Zeynep dışında başka da görmem gereken biri yoktu pek. Ben bilmemkaç bin kilometre uzaktan %40 onu görme amacıyla İstanbul'a gelirken Cansu hanfendinin önce beni 2 saat bekletmesi, ertesi gün yine saatlerce gelmemesi, gelince aramaması, ben arayınca "Bekle geliyorum" demesi ve ben soğukta götüm donarak beklemekten sıkılıp tekrar "Nerdesin" demek için arayınca "Yan sokaktayım ama gelemicem ben" yapması saçma geldi açıkçası. Kaba ötesi bir davranış olmasının yanında başkası bana onda birini yapsa siktiri çekeceğim şeylerdi. Ona o gün birşey dememiş olsam da bundan sonra o benimle konuşmak ya da beni görmek için fazlasıyla çaba göstermedikçe benden en ufak bir adım görmeyeceğini de burada belirtmek istedim.
Güzeldi İstanbul, şehrin büyüsünü hiç bu kadar hissetmemiştim orada yaşadığım süre boyunca. Hayatımın bir döneminde tekrar Cadde'de yaşamalıyım kesinlikle, gece Taksim'den dönerken dolmuştan Caddebostan'ta inip eve yürümeliyim iPod dinlerken.
It's not fair, it's not even close.
You fed me the sun,
Burned me up inside and watched me choke
On everything we did,
On everything we lived.
Let's see if I can live again.
I lied my face off when I said
That I would be okay.
It's never fine when you go away.
These cuts run deep,
These scars are permanent and always on display.
This makes things difficult for me.
Sonunda İstanbul'a ulaştıktan sonra bütün günü uyuyarak geçirdik, Nevizade'ye gittik akşam. Ne kadar Türk yemeği varsa hepsini yedik sanırım 3 günde. O piuuu yapan sokakta yerde satılan minik elektronik kedilerden istiyorum bu arada, bana alıp yollamak isteyen varsa sonsuza kadar sevgimin sahibi olabilir.
İstanbul değişmiş yine, aynı insanlar, tavırları ve gittikleri mekanlar değişmiş. Geçen sene göt göte olduğumuz insanları bu sene cool kid tavırları içinde Taksim'de takılırken görmek midemi bulandırdı, tanıdığım birçok insan yanımdan geçerken kafamı çevirdim görmemiş gibi, konuşasım gelmedi hiçbiriyle. İlke, Gencer ve Cansu'yu gördüm sadece, zaten onlar ve Zeynep dışında başka da görmem gereken biri yoktu pek. Ben bilmemkaç bin kilometre uzaktan %40 onu görme amacıyla İstanbul'a gelirken Cansu hanfendinin önce beni 2 saat bekletmesi, ertesi gün yine saatlerce gelmemesi, gelince aramaması, ben arayınca "Bekle geliyorum" demesi ve ben soğukta götüm donarak beklemekten sıkılıp tekrar "Nerdesin" demek için arayınca "Yan sokaktayım ama gelemicem ben" yapması saçma geldi açıkçası. Kaba ötesi bir davranış olmasının yanında başkası bana onda birini yapsa siktiri çekeceğim şeylerdi. Ona o gün birşey dememiş olsam da bundan sonra o benimle konuşmak ya da beni görmek için fazlasıyla çaba göstermedikçe benden en ufak bir adım görmeyeceğini de burada belirtmek istedim.
Güzeldi İstanbul, şehrin büyüsünü hiç bu kadar hissetmemiştim orada yaşadığım süre boyunca. Hayatımın bir döneminde tekrar Cadde'de yaşamalıyım kesinlikle, gece Taksim'den dönerken dolmuştan Caddebostan'ta inip eve yürümeliyim iPod dinlerken.
It's not fair, it's not even close.
You fed me the sun,
Burned me up inside and watched me choke
On everything we did,
On everything we lived.
Let's see if I can live again.
I lied my face off when I said
That I would be okay.
It's never fine when you go away.
These cuts run deep,
These scars are permanent and always on display.
This makes things difficult for me.
Monday, 16 February 2009
casually dressed and deep in conversation

En son yazımdan beri bir kısmını buraya yazmaya cesaret bile edemediğim çok şey oldu. Her zamanki gece gezmelerimden farkı, Industrial Pink'in hayatımda gittiğim en elit gay bar olması, içeride bir tane bile ıyy ya da you-can-pay-for-school-but-you-can't-buy-class tepkisi verilesi insan olmaması, ortamda bir tek bira şişesi görmemiş olmam ve herkesin istisnasız martini bardaklarında kokteyl içmesiydi. Çok çok fazla Long Island Ice Tea içtikten ve bir sürü adını hatırlamadığım insanla tanıştıktan sonra Kent Uni LGBT Society üyeleriyle birlikte VIP Lounge'da buldum kendimi, 40 yaşında bir kadın tarafından yavşandım -bu da yeni bir kelime oldu sanırım-, birilerini mekandan attılar ve okuldan bir kız uzun süre boyunca mekan dekorundaki çukurumsu her türlü şeyin içine kustuktan sonra bouncer'lar tarafından ambulansa taşındı bilinçsiz bir şekilde. Oradan Canterbury Tales'e geçildi, gereksiz pahalı bir sürü cider içildi bir yanımda Nicky, diğer yanımda Nikki ile. Bu ikisinin isimlerinden başka ne tür bir ortak noktaları olduğundan bahsetmek istemiyorum, az sonraki paragrafta bahsedeceğim gibi kendimden tiksinme nöbetleri geçiriyorum çünkü aklıma gelince. Garip bir geceydi kısacası, kızla birlikte ambulansta giden bir arkadaşımın "Ben gittikten sonra neler oldu" sorusuna başka bir arkadaşımın verdiği cevap gerçekten tamamen özetliyor sanırım: "Hot mess, that's what happened."
Monogamy mümkün mü acaba gerçek anlamda? Aldatmak nedir, bi-bok-yedim-ama-ona-karşı-bişey-hissetmiyodum-aşkım mı aldatmak, yoksa biriyle birlikteyken başkasını düşünmek mi? Şu hayatta bir kere olsun tek eşli bir insan olamamam ama beni aldatan eski sevgililerime yıllar sonra hala içten içe kin duyuyor olmam nasıl bir mantık? Beni seven her insana bir şekilde yalan söylemiş ya da söylüyor olmam beni dandik bir insan mı yapıyor? Bilemiyorum. En iyisi bunu hiç sorgulamamak belki de.
Sevgililer Günü'm bu sene sabah 5.30'da kalkıp normal insanların uyanma saatini bekleyerek Die Hard 4 izlememle başladı, Queer As Folk'un bütün bölümlerini baştan sona izleyerek devam etti, Maidstone'daki gay bara gidip o aşırı güzel kızın bana gülümsemesinden sonra eve gidip Die Hard 1 izledikten sonra sona erdi. Bugün de Die Hard 2 ve 3 izledim, Pazar sabahi 8'de ayakta olmama ve 1 saat önce uyku ilacımı almama rağmen hala en ufak uykumun olmamasından bahsetmiyorum. Sanırım hopeless romantic kişiliğim uykuda bu sene, St. Valentine'ın kemikleri sızlamıştır benim gibi bir insan böyle bir günde olabilen en anti-romantik filmi izlerken.
Uyku problemim var bir adet, nedir bilemiyorum ama ciddi şekilde uyuz olmaya başladım artık. Uyuyamıyorum bütün gece, sonunda uyuyabildiğimde de abuk derecede erken uyanıyorum. "If only tonight we could sleep" geldi aklıma, sonra düşündüm uyku konseptli başka ne var şarkı diye, "it's past 3 am and i'm still far from sleep"'i buldum. "I can't sleep, I'm up all night" dedim daha sonra, ve Enrique Iglesias yani, o derece sıkıntılı bir ruh halindeyim şu an.
Angel don't take those sleeping pills you don't need them
Though it's just time they kill
Angel give me your sleeping pills you don't need them
Give me the time they kill
You're a water sign I'm an air sign
Gone gone to Valium can you get me some?
Monogamy mümkün mü acaba gerçek anlamda? Aldatmak nedir, bi-bok-yedim-ama-ona-karşı-bişey-hissetmiyodum-aşkım mı aldatmak, yoksa biriyle birlikteyken başkasını düşünmek mi? Şu hayatta bir kere olsun tek eşli bir insan olamamam ama beni aldatan eski sevgililerime yıllar sonra hala içten içe kin duyuyor olmam nasıl bir mantık? Beni seven her insana bir şekilde yalan söylemiş ya da söylüyor olmam beni dandik bir insan mı yapıyor? Bilemiyorum. En iyisi bunu hiç sorgulamamak belki de.
Sevgililer Günü'm bu sene sabah 5.30'da kalkıp normal insanların uyanma saatini bekleyerek Die Hard 4 izlememle başladı, Queer As Folk'un bütün bölümlerini baştan sona izleyerek devam etti, Maidstone'daki gay bara gidip o aşırı güzel kızın bana gülümsemesinden sonra eve gidip Die Hard 1 izledikten sonra sona erdi. Bugün de Die Hard 2 ve 3 izledim, Pazar sabahi 8'de ayakta olmama ve 1 saat önce uyku ilacımı almama rağmen hala en ufak uykumun olmamasından bahsetmiyorum. Sanırım hopeless romantic kişiliğim uykuda bu sene, St. Valentine'ın kemikleri sızlamıştır benim gibi bir insan böyle bir günde olabilen en anti-romantik filmi izlerken.
Uyku problemim var bir adet, nedir bilemiyorum ama ciddi şekilde uyuz olmaya başladım artık. Uyuyamıyorum bütün gece, sonunda uyuyabildiğimde de abuk derecede erken uyanıyorum. "If only tonight we could sleep" geldi aklıma, sonra düşündüm uyku konseptli başka ne var şarkı diye, "it's past 3 am and i'm still far from sleep"'i buldum. "I can't sleep, I'm up all night" dedim daha sonra, ve Enrique Iglesias yani, o derece sıkıntılı bir ruh halindeyim şu an.
Angel don't take those sleeping pills you don't need them
Though it's just time they kill
Angel give me your sleeping pills you don't need them
Give me the time they kill
You're a water sign I'm an air sign
Gone gone to Valium can you get me some?
Wednesday, 11 February 2009
hardcore, girlcore, dancing in the ballroom
http://bad.eserver.org/issues/2001/54/lehner.html
Çok beğendim linkteki yazıyı, femme olduğu için straight zannedilmeye uyuz olmakla ilgili.
Industrial Pink'e gidiyorum bu akşam ilk kez. Girls And boYs'daki o uyuz olduğum kız da Facebook'ta attending görünüyor, Jolie ya da Joey adı, öyle birşeyler, emin değilim. Neyse, işin garip kısmı bugün oraya birlikte gideceğim kızın eski sevgilisiymiş bu sinir olduğum tip, ve ikisi de birbirlerine sinir oluyorlarmış şu an. Garip şeyler olabilir yani bu gece. Cat fight!!
Çok beğendim linkteki yazıyı, femme olduğu için straight zannedilmeye uyuz olmakla ilgili.
Industrial Pink'e gidiyorum bu akşam ilk kez. Girls And boYs'daki o uyuz olduğum kız da Facebook'ta attending görünüyor, Jolie ya da Joey adı, öyle birşeyler, emin değilim. Neyse, işin garip kısmı bugün oraya birlikte gideceğim kızın eski sevgilisiymiş bu sinir olduğum tip, ve ikisi de birbirlerine sinir oluyorlarmış şu an. Garip şeyler olabilir yani bu gece. Cat fight!!
warmness on the soul

Bugünlerde emo kid ruh halleri geldi bana. iTunes sağolsun milletin playlistlerine bakınırken Avenged Sevenfold gördüm birinde, çoook zamandır dinlememiştim. "Lise 2'de bayıldığım bir şarkıları vardı" dedim, hatırlamaya çalıştım, buldum sonunda. A7X ile alakası olmayan ve sözleri, kendisi, melodisi, o kadar tatlı bir şarkı ki bu. Dinleyin kesin.
Your hazel green tint eyes watching every move I make.
And that feeling of doubt, it's erased.
I'll never feel alone again with you by my side.
You're the one, and in you I confide.
Your hazel green tint eyes watching every move I make.
And that feeling of doubt, it's erased.
I'll never feel alone again with you by my side.
You're the one, and in you I confide.
And we have gone through good and bad times.
But your unconditional love was always on my mind.
You've been there from the start for me.
And your love's always been true as can be.
But your unconditional love was always on my mind.
You've been there from the start for me.
And your love's always been true as can be.
I gave my heart to you.
I give my heart, cause nothing can compare in this world to you.
Tuesday, 10 February 2009
people steal from you, they take anything they choose

Bugün her zamanki gibi öğlen -daha doğrusu öğleden sonra- uykuma yatmışken tam uyku-uyanıklık arasındaki o en yaratıcı garip zamanda aklıma yıllardır dinlemediğim bir şarkı takıldı. Kafamda çalmaya devam etti bir süre, düşündüm neydi bu şarkı diye, aklıma geldi sonra: Emery-Fractions.
Ve bu şarkı bana lise yıllarımdaki Oğuz'u hatırlatıyor.
Yine dinliyordum az önce, özlemişim Emery'i. Neyse, dinlerken dedim "Ben niye Emery konserine gitmiyorum ki?". Açtım Last.fm'i, konser tarihlerine baktım, Give It A Name varmış Londra'da 17 ve 19 Nisan'da. 17 Nisan olanında Emery var, 19 Nisan'dakinde de Taking Back Sunday ve Thursday. 19'unu tercih etmek zorundayım malesef, Nisan'ın tam da o zamanında skint ötesi bir maddi durumda olacağımdan ikisine birden gitmem mümkün değil. Gerçi tam da Easter tatilime denk geliyor, Hollanda-İtalya falan filan herhangi bir Avrupa ülkesinde o 3 grup aynı gün olan bir Give It A Name varsa ona da gidebilirim, oradan Türkiye'ye geçerim. Mümkün. Ama araştırmaya üşendim şimdi başımdaki şu felaket ağrıyla.
people steal from you,
they take anything they choose
it's good to see you
i missed you last night
that's such a lovely color
it goes with your eyes
before we fall asleep
i just wanted to say
this all seems so easy
but there's choices to make
i wanted to mean everything to you but this isn't right
you keep coming back disassembled and i keep losing this fight
Monday, 9 February 2009
and you could say "give your love to me"..
I've lost myself once and I see that I was weak of heart.
And if you will stay with me we face the hardest part.
We will find out as we change about.
Is this the last part? Here is one we shout:
And you could say, "give your love to me," but I was far away.
And you could be handing love to me, but I was far away.
And you could say "bring your love to me", but I was far away.
And you could be handing love to me, but I was far away.
Kafamda Cut Copy çalarak uyandım bu sabah. Kalms ve etkili olup olmaması konusunda nötrüm hala. Sabah aşırı uyku sarhoşu bir şekilde uyanmadım en azından, midemde de iğrenç ilaç tadı yok, ama hala mayışığım gayet. Saat 1, 3'te dersim var, kapkaranlık odamda oturuyorum, uyusam mı bir yarım saat diyorum ama telefonumun alarmı nedensiz bir şekilde çalışmıyor Paris'ten geldiğimden beri, uyusam uyanamam, dersimi kaçırmamalıyım asla, Strategic Studies ders, hocamız Bilkent'ten gelen Türk bir kadın, Yeditepe'ye geri dönmüş olduğum izlenimini veriyor bana. Alkol alınca kurtlanıyorum ben, kalkıp bir yerlere gidesim geliyor, belki evden çıkmadan bir Strongbow içsem derse gitme isteği doğar içimde. Ayrıca posta şeyine gidip başkasınınkiyle karışan postamı değiştirmem gerek bugün. O şehrin ortasındaki süper evin sahibinin aramasını bekliyorum heyecanla, o eve taşınabilirsem süper olur.
Burcumun gezegeni -gezegen değil pek evet- Ay, ve Ay'ın Yengeç burcu kişiliğim üzerindeki etkilerinden daha önce milyonlarca kez bahsetmiş olmalıyım burada. Tahmin edebileceğiniz üzere burcumun taşı aytaşı. Aytaşı ve inanılmaz derecede şirin gözüken bir yüzük almıştım birkaç hafta önce, onu takıyorum artık hep evden çıkarken, ve herşey çok yolunda gitmeye başladı, daha şanslı ve iyi hissediyorum o yüzük parmağımdayken.
Saat 13.13. Simli pembe ojelerime bakmaktan felaket zevk alıyorum. Bugünü atlatabilirim kolaylıkla, yarın ve Cuma'yı da atlatırsam deli gibi eğlence potansiyeli olan bir haftaya adım atmış olacağım. Cuma akşamı yeni favori çiftim olan Rob ve Stevie ile köşedeki pub'da 1-2 cider, Cumartesi Lisa tarafından özen ve sevgiyle hazırlanmış bir Sevgililer Günü yemeği ve şampanya, daha sonra da kapanmadan önceki son gecesini kutlayan gay pub Queen Anne'de drag queen show. Pazar mayış, Pazartesi mayış, Salı Londra Oxford Street Topshop'ta £40 voucher harcamak ve akşamında Alkaline Trio konseri, daha sonra Camden'da gece açık bir yer bulup birer kahveyle ayıldıktan sonra Gatwick havaalanına gidip park edip arabada 2-3 saat uyumak, sabahın köründeki uçağımızla İstanbul'a geliş, 3 gün İstanbul. Mü-kem-mel.
And if you will stay with me we face the hardest part.
We will find out as we change about.
Is this the last part? Here is one we shout:
And you could say, "give your love to me," but I was far away.
And you could be handing love to me, but I was far away.
And you could say "bring your love to me", but I was far away.
And you could be handing love to me, but I was far away.
Kafamda Cut Copy çalarak uyandım bu sabah. Kalms ve etkili olup olmaması konusunda nötrüm hala. Sabah aşırı uyku sarhoşu bir şekilde uyanmadım en azından, midemde de iğrenç ilaç tadı yok, ama hala mayışığım gayet. Saat 1, 3'te dersim var, kapkaranlık odamda oturuyorum, uyusam mı bir yarım saat diyorum ama telefonumun alarmı nedensiz bir şekilde çalışmıyor Paris'ten geldiğimden beri, uyusam uyanamam, dersimi kaçırmamalıyım asla, Strategic Studies ders, hocamız Bilkent'ten gelen Türk bir kadın, Yeditepe'ye geri dönmüş olduğum izlenimini veriyor bana. Alkol alınca kurtlanıyorum ben, kalkıp bir yerlere gidesim geliyor, belki evden çıkmadan bir Strongbow içsem derse gitme isteği doğar içimde. Ayrıca posta şeyine gidip başkasınınkiyle karışan postamı değiştirmem gerek bugün. O şehrin ortasındaki süper evin sahibinin aramasını bekliyorum heyecanla, o eve taşınabilirsem süper olur.
Burcumun gezegeni -gezegen değil pek evet- Ay, ve Ay'ın Yengeç burcu kişiliğim üzerindeki etkilerinden daha önce milyonlarca kez bahsetmiş olmalıyım burada. Tahmin edebileceğiniz üzere burcumun taşı aytaşı. Aytaşı ve inanılmaz derecede şirin gözüken bir yüzük almıştım birkaç hafta önce, onu takıyorum artık hep evden çıkarken, ve herşey çok yolunda gitmeye başladı, daha şanslı ve iyi hissediyorum o yüzük parmağımdayken.
Saat 13.13. Simli pembe ojelerime bakmaktan felaket zevk alıyorum. Bugünü atlatabilirim kolaylıkla, yarın ve Cuma'yı da atlatırsam deli gibi eğlence potansiyeli olan bir haftaya adım atmış olacağım. Cuma akşamı yeni favori çiftim olan Rob ve Stevie ile köşedeki pub'da 1-2 cider, Cumartesi Lisa tarafından özen ve sevgiyle hazırlanmış bir Sevgililer Günü yemeği ve şampanya, daha sonra da kapanmadan önceki son gecesini kutlayan gay pub Queen Anne'de drag queen show. Pazar mayış, Pazartesi mayış, Salı Londra Oxford Street Topshop'ta £40 voucher harcamak ve akşamında Alkaline Trio konseri, daha sonra Camden'da gece açık bir yer bulup birer kahveyle ayıldıktan sonra Gatwick havaalanına gidip park edip arabada 2-3 saat uyumak, sabahın köründeki uçağımızla İstanbul'a geliş, 3 gün İstanbul. Mü-kem-mel.
Sunday, 8 February 2009
i will miss her voice, her eyes, and love's first kiss
Uyku problemim sinir boyutlara ulaştı yine. Ne kadar yorgun olursam olayım gece uyuyamıyorum, uyusam da abuk saatlerde uyanıyorum gecenin bir yarısı, tekrar uyuyamıyorum da asla, salak salak yatakta oturuyorum boş boş 2-3 saat, sonra tekrar uyuyorum, bu sefer uyanamıyorum, bütün gün uykulu geziyorum, gece yine uyuyamıyorum. Uyku ilacı almak istemiyorum artık, bitkisel şeyler denemeye karar verdim bir süre en azından. Kalms Sleep aldım, pek işe yaramıyormuş çoğu insanda ama bazılarında yarıyormuş, bilemiyorum, sabah görürüm.


9 Nisan Erol Alkan bileti aldım geçen gün, 11 Nisan'da Bloc Party+Foals var, 10'unda Peaches varmış az önce öğrendim. Hayatımdaki en süper 3 gün olabilir sanırım.
Lovers of the Arctic Circle izledik bugün, yine sinirlerim bozuldu. Sonu kafamı karıştırıyor zaten hala. Ama yine de mükemmel bir film. Jeux d'Enfants gibisi yok gerçi.
Nedensiz bir şekilde yıllardır dinlemediğim bir şarkı takıldı aklıma:
Bring back the memories, this one's giving up on you. I don't miss giving up on you and there's no more time, forgive me one more time. Cause I don't want you away.
Another day has passed that I'm regretting. The window's closed and she's not letting me in.
One breath one glance
Slipped away and
Missed call missed glance
I can't stay
Too late
She's gone
I will miss her voice, her eyes
And Love's first kiss
I can't remind you all the time
Bring it back
Bring it back to where we were before
The day is gone
The sky is blue
I know you're all alone
And the sky is blue
Come back to me
The sky is blue
The sky is blue
Come back to me, the sky is blue diyesim geldi bir an Lise 2 yılıma. Çok nostaljik olmak iyi değil, biliyorum. Anıları kafamda yeniden yaşamak o şeyi gerçekten yapmanın verdiği hissi verebiliyor olsa keşke, geleceğin tamamını anılarımı kafamda oynatarak geçirsem.
Myspace'ime bakmıyorum uzun zamandır pek, baksam da kullanmıyorum, sadece mesajlarıma bakıyorum/cevap veriyorum. Polonya'dan tanımadığım ve fotoları eğer fake değilse gayet taş ötesi olan bir hanım kızımız mesaj atmış bana "Londra'ya geliyorum arkadaşımla bize gay club önerebilir misin" şeklinde. Buraya ilk taşındığımda kendim de aynı durumda olduğumdan normalde asla cevap vermeyeceğim türde bir mesaja cevap verdim ben de. Daha sonra kızdan "Çok sağolll muck muck muck sen de gel bizimle?" modu bir cevap geldikten sonra fake olduğuna dair inancım iyice bir arttı. Kesin 40 yaşında çirkin abaza herifin tekidir diye düşünüyorum hatta. Bu abaza erkeklerin lezbiyen takıntısı nedir anlamıyorum ben. Sizce?
Lovers of the Arctic Circle izledik bugün, yine sinirlerim bozuldu. Sonu kafamı karıştırıyor zaten hala. Ama yine de mükemmel bir film. Jeux d'Enfants gibisi yok gerçi.
Nedensiz bir şekilde yıllardır dinlemediğim bir şarkı takıldı aklıma:
Bring back the memories, this one's giving up on you. I don't miss giving up on you and there's no more time, forgive me one more time. Cause I don't want you away.
Another day has passed that I'm regretting. The window's closed and she's not letting me in.
One breath one glance
Slipped away and
Missed call missed glance
I can't stay
Too late
She's gone
I will miss her voice, her eyes
And Love's first kiss
I can't remind you all the time
Bring it back
Bring it back to where we were before
The day is gone
The sky is blue
I know you're all alone
And the sky is blue
Come back to me
The sky is blue
The sky is blue
Come back to me, the sky is blue diyesim geldi bir an Lise 2 yılıma. Çok nostaljik olmak iyi değil, biliyorum. Anıları kafamda yeniden yaşamak o şeyi gerçekten yapmanın verdiği hissi verebiliyor olsa keşke, geleceğin tamamını anılarımı kafamda oynatarak geçirsem.
Myspace'ime bakmıyorum uzun zamandır pek, baksam da kullanmıyorum, sadece mesajlarıma bakıyorum/cevap veriyorum. Polonya'dan tanımadığım ve fotoları eğer fake değilse gayet taş ötesi olan bir hanım kızımız mesaj atmış bana "Londra'ya geliyorum arkadaşımla bize gay club önerebilir misin" şeklinde. Buraya ilk taşındığımda kendim de aynı durumda olduğumdan normalde asla cevap vermeyeceğim türde bir mesaja cevap verdim ben de. Daha sonra kızdan "Çok sağolll muck muck muck sen de gel bizimle?" modu bir cevap geldikten sonra fake olduğuna dair inancım iyice bir arttı. Kesin 40 yaşında çirkin abaza herifin tekidir diye düşünüyorum hatta. Bu abaza erkeklerin lezbiyen takıntısı nedir anlamıyorum ben. Sizce?
gray matters
Gray Matters'ı çok uzun zamandır izlemek istiyor ama nedense Amazon alışveriş sepetimde almadan bekletiyordum. Geçen hafta niye-almıyorum-ki-ben-bu-filmi diyerek aldım, bugün de izledim sonunda. Biri gay biri straight iki insanın bir kadını elde etmek için birbiriyle yarışması konulu olduğu için çok şey bekliyordum belki filmden, bilmiyorum. Maddi kaygılar nedeniyle bir Hollywood filminden straight-her-zaman-kazanır'dan farklı bir sonuç beklemek zaten saçmaydı biliyorum, ama hayal kırıklığına uğradım yine de.
"Hayatımda izlediğim en kötü coming out hikayesi" yazmış imdb'de birisi film hakkında, katılmadan edemedim zaman zaman. 30 yaşına kadar son derece hetero gezmiş, bir kere olsun cinselliğini sorgulamamış bir insanın tek bir öpüşmeden sonra "Oh my God I'm gay!!" sonucuna varmış olması inandırıcı gelmedi bana. Yani olabiliyordur belki böyle şeyler dünyanın başka bir yerinde başka birilerine, ama benim için coming out dönemi sırasıyla "I'm only experimenting/Maybe I'm bi/Ok then I guess I'm gay" süreçlerinden oluşmuştu. Keyword: süreç. "Ama daha geçen ay seni bir erkekle gördüm/Bilmemkaç sene bir erkekle birlikteydin/Dikkat çekmeye mi çalışıyorsun/Saçmaladın iyice, gay olmak da moda oldu" ve türevi düşünceler içindeki insanlara rağmen ne olduğumu, ne istediğimi anlamaya çalıştığım ve sonunda kendime "Eeh bana ne insanların ne dediğinden, kendime bir etiket yapıştırmak zorunda değilim, herşey siyah-beyaz değil, adımın başına cinsel eğilimimle ilgili bir sıfat eklemek zorunda değilim ki ben" dememle sonuçlanan, 1 yıl süren -gayet kısa bir zaman aslında çoğu kişiye göre- ve düşünüp durmakla geçen bir dönem. Türkiye'de yaşamaya devam ediyor olsaydım çok daha uzun sürerdi eminim. Kendimle rahatım şu anda, gizlenmiyorum da kimseden, deli gibi aşık olduğum insanlara heves/geçici/phase/özenmek vb. gözüyle bakanlara da tokat atasım geliyor çok afedersiniz. Hayatımda hiç bir karşı cinse aşık olmadığım kadar aşık olmam ve dolayısıyla hayat tarzımda görünür değişikliklerin olması başkalarının neresine neden batar bilemem. Gidip bir çay içsinler.

Kısacası hoş filmdi ama pek inandırıcı gelmedi bana. Fazla heteroseksist bir film, tamamen konu hakkında hiç deneyim/fikir sahibi olmayan birinin elinden çıkmış izlenimi veriyor. Filmden sonra tek düşündüğüm şey; Rachel Shelley is so FINE!!

Subscribe to:
Posts (Atom)