Bu aralar konserden konsere kosturdugumdan bahsetmistim. God-Des and She, ondan sonra Hunter Valentine derken gecen hafta abartisiz yedi yildir cilginlar gibi bekledigim The Knife vardi. Yorumlarindan gordugum kadariyla The Knife'in 2006'dan beri Londra'daki ilk konseri sehrin muzik tarihinde en bolunmus fikirlere neden olan etkinliklerden biriydi. Neredeyse tamami cogu insanin fazla deneysel buldugu ve begenmedigi son albumlerinden olusan setlist'i onceden gordugumden beni The Knife hit'lerinden olusan bir gecenin beklemedigini biliyordum (zaten o beklentiyle gidenler sikintidan kendilerinden gectiler) ama The Knife bu Shaking The Habitual turnesiyle tamamen ayri dunyalara gitmis.
Oncelikle gece alistigimiz gibi bir alt grup yerine seyircilere aerobik yaptiran drag queen kilikli bir insanla acildi. Isi iyice surreal yapan kisim ise bu insanin kapanmadan once Londra'da sabah aksam gittigim tek mekan olan First Out adli gay barin eski barmenlerinden biri olmasiydi (Facebook profilinde konsere gittigi yaziyordu, ama izleyici olarak gittigini sanarken kendisini sahnede o acayip kostumle gorunce koltugumdan dusuyordum neredeyse). Yarim saatlik aerobik seansindan sonra The Knife'in da aralarinda bulundugu dokuz kukuletali figur sahneye cikarak dini tarikat ayinlerini animsatan, bana nasil hissettirdigini kelimelerle ifade edemedigim bir sova basladi. Ardindan enstrumanlar sahneden kalkti, kukuletalar bir kenara firlatilip 80'lerde aerobik temali rengarenk likra kostumler ve banttan calan muzik esliginde bu dokuz kisi zaman zaman Turk folklorunu andiran garip bir sekilde dans etmeye basladi. Etrafimdaki insanlar "Bu ne boyle ilkokul merasimi gibi, o kadar para verdik canli bile calmiyorlar" seklinde homurdaniyordu o sirada. Muzik banttan calmaya devam ediyordu, mikrofonu elinde tutan ve dudaklarini sarkiyi kendi soylermis gibi hareket ettiren altin rengi taytli adamin agzindan Karin'in sesi cikiyordu, figurler birbirine o kadar benziyordu ki konser boyunca kimin Karin, kimin Olof oldugunu kimse anlayamadi sanirim.
Hayatimda izledigim en alisilmadik ve en mukemmel gosteri bittiginde ne ben, ne de cevremdeki insanlar sahnede kimin kim oldugunu kestirememisti. Internetten gordugum ve kulak misafiri oldugum kadariyla bazi insanlar hayran kalmis, bazilari nefret etmis ve buyuk cogunlugu ne dusundugunden emin olamamisti. Insana "konser" kavramini sorgulatan, "Canli muzik olmadan da konser oluyormus" dedirten acayip bir seydi. Daft Punk ve Depeche Mode ile beraber izledigim en mukemmel canli performanslar listemde ilk uce oturdu kesinlikle. Raging Lung'in canli klibini bulup paylasmak cok istedim, ama bulamadim, o yuzden size NME'nin foto alti yorumlara hasta oldugum foto galerisini getirdim:
http://www.nme.com/photos/in-pictures-the-knife-play-camden-s-roundhouse/307398/1/1?utm_source=twitter&utm_medium=social&utm_campaign=cigs
Raging Lung demisken, bu aralar Daft Punk'in Get Lucky'si ile birlikte manyak gibi dinledigim bir sarki kendisi. Ozellikle ortalarinda duyulan acayip nefesli calgiya bayiliyorum (dorduncu fotoda goruluyor). Mutlaka dinlenesi.
Wednesday, 15 May 2013
Friday, 26 April 2013
you should have seen your little face
Yine uzun zamandir yazamadim. Evde VINN turu bir seyle internete baglandigimdan ve evimde ne telefon, ne de bu VINN dogru duzgun cektiginden internete pek giremiyorum. Onun yerine dizi izlemeye ve kitap okumaya sardim. Hafta sonlari falan iki gunde uc roman bitiren birine donustum.
Hafta sonlari demisken, isin yogunlasmasiyla birlikte sosyal hayatim kuculmeye basladi. Cuma geldiginde artik "Arkadaslarimla x partisine gidip bir suru sey icecegim" yerine "Yasasin, eve gidip yemek pisirecek, biraz DVD izleyecek ve sonra yatakta kitabimi okuyacagim" diye seviniyorum. Disari cikacak, sosyallesecek, gec saatlere kadar uyanik kalacak enerjiyi kendimde bulamiyorum.
O enerjiyi kendimde bulabildigim (ve su anda gozume yillar onceymis gibi gorunen) gunlerin birinde TLC diye bir partiye gittim. Benim gibi uyku saati 11 oldugu icin erken gelenlere goodie bag dagitiyorlardi. Sansima goodie bag'lerin icinden Urban Decay makyaj malzemeleri, Toni and Guy sampuanlar, ev yapimi brownie'ler falan derken neredeyse 50 poundluk ivir zivir cikti.
**
Onun disinda Marc Jacobs'un tasarladigi diyet kola kutularindan cikan sifrelerle ilk denememde Marc Jacobs canta kazandigimdan bahsetmistim. O da sonunda geldi. Bekledigimden daha dandik gorunumlu, ama kola kapagi detaylari hosuma gitti.
**
Is arkadaslarim staja baslamamin 3. ayini kutlamak icin bana cicek, bir sise sarap, bir suru hediye kuponu ve cikolata almislar. Cok duygulandim ve ilk kez evim cicek yuzu gormus oldu (zavalli cicekleri evde vazo olmadigindan shaker'a koymak zorunda kalmamdan anlasiliyor sanirim).
**
Fotolarimi da paylastiktan sonra eve gidip kendimi pizza ve cupcake'e bogacagim.
Soz bundan sonra daha cok yazacagim. Pazartesi gorusuruz!
Hafta sonlari demisken, isin yogunlasmasiyla birlikte sosyal hayatim kuculmeye basladi. Cuma geldiginde artik "Arkadaslarimla x partisine gidip bir suru sey icecegim" yerine "Yasasin, eve gidip yemek pisirecek, biraz DVD izleyecek ve sonra yatakta kitabimi okuyacagim" diye seviniyorum. Disari cikacak, sosyallesecek, gec saatlere kadar uyanik kalacak enerjiyi kendimde bulamiyorum.
O enerjiyi kendimde bulabildigim (ve su anda gozume yillar onceymis gibi gorunen) gunlerin birinde TLC diye bir partiye gittim. Benim gibi uyku saati 11 oldugu icin erken gelenlere goodie bag dagitiyorlardi. Sansima goodie bag'lerin icinden Urban Decay makyaj malzemeleri, Toni and Guy sampuanlar, ev yapimi brownie'ler falan derken neredeyse 50 poundluk ivir zivir cikti.
**
Onun disinda Marc Jacobs'un tasarladigi diyet kola kutularindan cikan sifrelerle ilk denememde Marc Jacobs canta kazandigimdan bahsetmistim. O da sonunda geldi. Bekledigimden daha dandik gorunumlu, ama kola kapagi detaylari hosuma gitti.
**
Is arkadaslarim staja baslamamin 3. ayini kutlamak icin bana cicek, bir sise sarap, bir suru hediye kuponu ve cikolata almislar. Cok duygulandim ve ilk kez evim cicek yuzu gormus oldu (zavalli cicekleri evde vazo olmadigindan shaker'a koymak zorunda kalmamdan anlasiliyor sanirim).
**
Fotolarimi da paylastiktan sonra eve gidip kendimi pizza ve cupcake'e bogacagim.
Soz bundan sonra daha cok yazacagim. Pazartesi gorusuruz!
Monday, 1 April 2013
sweet life
İzmir tatilim bitti, İstanbul'da havaalanındaki lounge'ların birinde oturmuş Londra uçağımı bekliyorum.
Son yazdığımdan beri:
- Festivalin (benim için) son gününde Route of Acceptance adlı bir film izledim. Hayatta yaptığımız seçimlerin geleceğimizi nasıl değiştirebileceğini işleyen, hangi üniversiteye gideceğine karar vermeye çalışan bir genç kadının hayatının o seçime göre nasıl farklı biçimlerde şekillenebileceğini gösteren bir filmdi. Çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim, ama ele aldığı konu bana İngiltere'ye hiç gitmemiş olsam şu anda nasıl bir hayat yaşıyor olacağımı merak ettirdi.
- Festivaldeki partilerin birinde biriyle tanıştım, geçenlerde yaşadığım o sorunlu İzlandalı kız faciasından sonra aklı başında görünen birinden ilgi görmek bana çok iyi geldi.
- On gündür İzmir'deydim. Günlük güneşlik, deniz manzaralı bir şekilde uyanmanın; bütün gün kucağımda mırıldayan bir kediyle televizyon izlemenin; milyon çeşit yemek yemenin tadını çıkardım. Önceki gün Çeşme'ye gidip denize girdim.
Londra'dayken en çok güneşi ve denizi özlüyorum. Yengeç burcu olmamla alakası var mı bilmiyorum ama denizle, daha doğrusu suyla çok büyük bir bağım var. Bir şeye sıkıldığımda suyun beni çektiğini hissediyorum, kendimi en yakın deniz ya da nehrin yanında buluyorum (Londra'da South Bank'e bu kadar bağlanmamın sebebi de bu sanırım). Neye sıkılırsam sıkılayım suya yakın olmak beni sakinleştiriyor. Dünyadaki en güzel his bence kesinlikle yeni denizden çıkmış bir şekilde kumlara uzanıp dalgaların sesini dinlemek, hafifçe esen rüzgarı ve güneşi yüzümde hissetmek. Bu aralar bu hissi çok özlüyorum. Keşke kışı Londra'da, yazı Çeşme'de geçirebilsem ya da Londra'daki sosyal hayatımı buraya taşıyabilsem. Straight olsaydım İzmir'de hiç sıkılmadan yaşayıp gidebilirdim. Homofobik bir toplum + sıfır gay ortam ikilisi bende yalnız, sevgisiz geçecek bir hayat korkusu uyandırıyor.
- Sigaradan gerçekten çok fena nefret eder hale geldim. Şu anda yanımda loungeda sigara içilmediği için şikayet eden tipleri gördükçe sinirleniyorum, o derece. İnsanların kendilerini zehirlemekten ve çöpe para dökmekten başka bir boka yaramayan bir şeye bu kadar bağımlı olmalarını aklım almıyor, istese kimsenin bırakamayacağına inanmıyorum.
Geçen gün Alsancak'taydım, girdiğim bütün barlarda 'Sigara içilmez' yazısı olmasına rağmen açık/kapalı her alanda sigara içilmesine göz yumuluyordu. Sigara içenler kalkıp dışarı çıkmasın diye neden biz sigara içmeyenler böyle dumanaltı bir ortama maruz kalmak zorundayız? Sigara içenlerdeki sigara içmeyi hakkı görüp geri kalanların duruma katlanmasını bekleme durumu nasıl bir 'entitlement' örneğidir? Gerçekten çok sinirleniyorum. Ne zaman böyle bir ortamda bulunsam eve geldiğim gibi duş alıp saçlarımı yıkama, üzerimden çıkan her şeyi çamaşır makinesine atma ihtiyacı duyuyorum. İçenler farkında değil ama sigara içen birisi içtikten yarım saat sonra bile yanımda dursa bir metre öteden leş gibi kokusunu duyabiliyorum. Gerçekten çok, çok iğrenç bir şey; hayatımın kadını karşıma çıksa ve sigara içiyor olsa, öpmeyi geçtim yanına yaklaşmak bile istemem. Peki o zaman insanlar neden böyle iğrenç bir şeyi bir de üzerine para vererek içiyor? Biri açıklasın.
Wednesday, 20 March 2013
gender failure
Mesai saatlerinde is gucle ugrasacagina blog yazan insan oldugumdan Turkce karakterim yok, kusura bakmayin.
London Lesbian and Gay Film Festival son hiz devam ediyor. Yil boyunca en cok heyecanla bekledigim olay olan festival bu sene de her zaman oldugu gibi 'Daha ne kadar genisleyebilir ki' diye dusundugum ufkumun sinirlarini zorladi, bana bir suru yeni deneyim ve fikir katti.
Festivali Cuma aksami Ivan Coyote ve Rae Spoon'un yer aldigi animasyon/muzik/spoken word karisimi bir performans olan Gender Failure ile actim. Ivan Coyote'nin fena halde hayrani oldugumdan en cok sabirsizlik duyarak bekledigim etkinlik oydu. Youtube'da falan bulabilirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, hayat degistirici diyebilecegim kadar ilham veren, ruhumun en derin yerlerine dokunan bir performans oldu. Ve sonunda hem Ivan hem de Rae ile tanisip imzalarini alma firsati buldum. O geceye kadar Rae Spoon'un adini dahi duymamistim, ama o meleksi sesini duyduktan sonra butun albumlerini edinmek icin manyak bir istek duymaya basladim. Son birkac gundur iPod'umda sabah aksam Rae Spoon'un Love is a Hunter albumu donuyor, onu indirdigimden beri baska hicbir sey dinlemez oldum. Kesinlikle dinleyin.
Cok uzun suredir heyecanla beklenen bir olay gecince insanin icini bir bosluk kaplar ya, Cumartesi sabahi oyle bir ruh halinde uyandim. Keske en cok gormek istedigim Gender Failure en son olsaydi, onun bana hissettirdiklerini uzerimden atip festivalin geri kalanindan zevk alabilecek kafaya girmem uzun zaman aldi. O gun son anda bilet alan bir arkadasimla birlikte Longing to Belong adli bir kisalar seckisine gittik. Deep Down Ballet (Jetzt aber Ballett) disinda aklimda yer eden, yeniden izleme istegi uyandiran bir kisa yoktu. Filmden ciktigimizda BFI festival boyunca her aksam oldugu gibi gay insan kayniyordu, metrekareye 100 lezbiyen dusuyordu, insan elini sallasa eski sevgilisine carpiyordu falan, oyle cilgin bir ortamdi.
Pazar gunu Intersexion adli interseks bireyleri anlatan bir belgesel izledim. Daha sonra James Franco'nun Hollywood dedikoducularinin agzina sakiz olan filmi Interior. Leather Bar'a gittim. Koca salondaki tek kadin bendim sanirim. Ilginc bir filmdi.
Pazartesi aksamina 'En Iyi Belgesel' dalinda Akademi Odulu'ne aday gosterilen How to Survive a Plague ile basladim. 80'lerde New York'un escinsel ortaminda kol gezen AIDS salgini ve insanlarin tedavi hakkina sahip olabilmek icin verdikleri mucadeleyi anlatan, zaman zaman gulduren, zaman zaman da hungur hungur aglatan bir filmdi. Su ana kadarki favorim bu, sanirim pek cok insan benimle ayni fikirdeydi ki yonetmen film sonunda sahneye ciktiginda 600 kisilik sinema salonundaki herkes ayaga firlayip 10 dakika boyunca araliksiz alkisladi. Burada tavsiye ettigim filmleri oturup izleyen var mi bilmiyorum, ama bu seneki festival tavsiyelerim icinde izleyeceginiz tek bir film olacaksa mutlaka bu film olsun.
Pazartesi gununu Kylie Minogue'un ufak bir rolle karsimiza ciktigi, Jack ve Diane adli iki genc kizin askini anlatan Jack & Diane filmiyle kapadim. Múm tarafindan hazirlanan mukemmel soundtrack ve Riley Keough'nun her zamanki gorunusuyle alakasi olmayan inanilmaz sirin tomboy'lugu disinda buyuk senaryo bosluklari olan bir filmdi ve imdb rating'i yerlerde surunuyor, ama benim hosuma gitti. Ergenligin ne yaptigini bilmezligi cok tatli islenmisti.
Dun isten izin alarak Submerge adli Avustralya yapimi bir film izledim. Senaryoda anlamsiz buldugum pek cok yon olmasina ragmen sikilmadan izledigim bir filmdi. Ayrica gordugumde 'Aman Tanrim, tam benim tipim' dedigim basrol oyuncusu ile film sonunda BFI'in barinda denk gelip birlikte kahve ictik. Gercekten cok guzel kadindi.
Bugun ve yarin festivale ara veriyorum. Cuma gunu geri donecegim!
O sirada sizi bu aralar ruh hastasi gibi dinledigim su iki sarkiyla birakiyorum:
You Can Dance
Dangerdangerdanger
London Lesbian and Gay Film Festival son hiz devam ediyor. Yil boyunca en cok heyecanla bekledigim olay olan festival bu sene de her zaman oldugu gibi 'Daha ne kadar genisleyebilir ki' diye dusundugum ufkumun sinirlarini zorladi, bana bir suru yeni deneyim ve fikir katti.
Festivali Cuma aksami Ivan Coyote ve Rae Spoon'un yer aldigi animasyon/muzik/spoken word karisimi bir performans olan Gender Failure ile actim. Ivan Coyote'nin fena halde hayrani oldugumdan en cok sabirsizlik duyarak bekledigim etkinlik oydu. Youtube'da falan bulabilirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, hayat degistirici diyebilecegim kadar ilham veren, ruhumun en derin yerlerine dokunan bir performans oldu. Ve sonunda hem Ivan hem de Rae ile tanisip imzalarini alma firsati buldum. O geceye kadar Rae Spoon'un adini dahi duymamistim, ama o meleksi sesini duyduktan sonra butun albumlerini edinmek icin manyak bir istek duymaya basladim. Son birkac gundur iPod'umda sabah aksam Rae Spoon'un Love is a Hunter albumu donuyor, onu indirdigimden beri baska hicbir sey dinlemez oldum. Kesinlikle dinleyin.
Cok uzun suredir heyecanla beklenen bir olay gecince insanin icini bir bosluk kaplar ya, Cumartesi sabahi oyle bir ruh halinde uyandim. Keske en cok gormek istedigim Gender Failure en son olsaydi, onun bana hissettirdiklerini uzerimden atip festivalin geri kalanindan zevk alabilecek kafaya girmem uzun zaman aldi. O gun son anda bilet alan bir arkadasimla birlikte Longing to Belong adli bir kisalar seckisine gittik. Deep Down Ballet (Jetzt aber Ballett) disinda aklimda yer eden, yeniden izleme istegi uyandiran bir kisa yoktu. Filmden ciktigimizda BFI festival boyunca her aksam oldugu gibi gay insan kayniyordu, metrekareye 100 lezbiyen dusuyordu, insan elini sallasa eski sevgilisine carpiyordu falan, oyle cilgin bir ortamdi.
Pazar gunu Intersexion adli interseks bireyleri anlatan bir belgesel izledim. Daha sonra James Franco'nun Hollywood dedikoducularinin agzina sakiz olan filmi Interior. Leather Bar'a gittim. Koca salondaki tek kadin bendim sanirim. Ilginc bir filmdi.
Pazartesi aksamina 'En Iyi Belgesel' dalinda Akademi Odulu'ne aday gosterilen How to Survive a Plague ile basladim. 80'lerde New York'un escinsel ortaminda kol gezen AIDS salgini ve insanlarin tedavi hakkina sahip olabilmek icin verdikleri mucadeleyi anlatan, zaman zaman gulduren, zaman zaman da hungur hungur aglatan bir filmdi. Su ana kadarki favorim bu, sanirim pek cok insan benimle ayni fikirdeydi ki yonetmen film sonunda sahneye ciktiginda 600 kisilik sinema salonundaki herkes ayaga firlayip 10 dakika boyunca araliksiz alkisladi. Burada tavsiye ettigim filmleri oturup izleyen var mi bilmiyorum, ama bu seneki festival tavsiyelerim icinde izleyeceginiz tek bir film olacaksa mutlaka bu film olsun.
Pazartesi gununu Kylie Minogue'un ufak bir rolle karsimiza ciktigi, Jack ve Diane adli iki genc kizin askini anlatan Jack & Diane filmiyle kapadim. Múm tarafindan hazirlanan mukemmel soundtrack ve Riley Keough'nun her zamanki gorunusuyle alakasi olmayan inanilmaz sirin tomboy'lugu disinda buyuk senaryo bosluklari olan bir filmdi ve imdb rating'i yerlerde surunuyor, ama benim hosuma gitti. Ergenligin ne yaptigini bilmezligi cok tatli islenmisti.
Dun isten izin alarak Submerge adli Avustralya yapimi bir film izledim. Senaryoda anlamsiz buldugum pek cok yon olmasina ragmen sikilmadan izledigim bir filmdi. Ayrica gordugumde 'Aman Tanrim, tam benim tipim' dedigim basrol oyuncusu ile film sonunda BFI'in barinda denk gelip birlikte kahve ictik. Gercekten cok guzel kadindi.
Bugun ve yarin festivale ara veriyorum. Cuma gunu geri donecegim!
O sirada sizi bu aralar ruh hastasi gibi dinledigim su iki sarkiyla birakiyorum:
You Can Dance
Dangerdangerdanger
Monday, 11 March 2013
lick it
Uzun zamandır dünya gözüyle görmek istediğim ama ABD ya da Kanada temelli oldukları için görebileceğimi düşünmediğim ne kadar "celesbian" varsa hepsi bu aralar Londra'ya geliyor. Öncelikle bu hafta BFI'da London Lesbian and Gay Film Festival başlıyor (yaşasın!!) ve festival kapsamında Ivan Coyote geliyor. Hem de buradan bir arkadaşımın arkadaşının evinde kalacakmış. Ne yapsam da tanışsam bilmiyorum, ama bunu oldurmak için elimden geleni yapacağım!
Daha sonra Nisan ayında The L Word'de Carmen'ın Shane'e evlilik hediyesi olarak gönderdiği şarkıyı söyleyen God Des and She geliyor. Facebook'taki "Avrupa'ya geleceğiz, bize konser mekanı bulun" temalı post'larını gördükten sonra Londra konserlerine önayak olmamın üzerine artık onlarla da tanışırım diye umuyorum, Facebook'ta kendilerine yardımcı olanlara birkaç sürprizleri olacağını duyurmuşlardı.
Son olarak ondan birkaç gün sonra The L Word'ün reality versiyonu The Real L Word'den tanıyabileceğiniz Hunter Valentine geliyor. Ona da biletimi aldım, heyecanla bekliyorum.
Güzel bir bahar olacak gibi.
Tuesday, 26 February 2013
to all the beautiful, kick-ass, fierce femmes out there
Bu sene 27. kez düzenlenen London Lesbian and Gay Film Festival'ın biletleri bugün BFI üyeleri için ön satışa çıktı. Beşinci kez gidecek olduğum ve abartısız yıl boyunca en sevdiğim, en heyecanla beklediğim etkinlik olan festivalin biletlerine sahip olabilmek geçen senelerde işkence gibiydi; BFI sitesi çöküyor, telefonda 2-3 saat bekleniyor (evet, 2010 festivalinde 3 saat telefonda sıranın bana gelmesini beklemişliğim var) ve her şey normal işleyişine dönene kadar biletler bitmiş oluyordu. Bu sene yenilenen siteyle birlikte bu sorunu da çözmüşler, her şey 10 dakikada stressiz bir şekilde halloldu (geçen sene bilet kapacağım diye laptop başında bildiğiniz saç baş yolmuştum). 9'u bana, 4'ü arkadaşıma olmak üzere 13 filme bilet alıp 97 pound harcadıktan sonra senelerdir izleyebilsem keşke diye iç geçirdiğim Ivan Coyote'nin Londra performansına en ön sıranın en ortasında bilet bulduğum gerçeği kafama dank etti. Bilet bulamazsam içim çatlayacaktı gerçekten, nasıl sevindim anlatamam.
Bunu daha önce paylaşmıştım muhtemelen, ama bilgisayarımda kayıtlı halde bulundurduğum ve arada bir dönüp izlediğim 2-3 videodan biri olduğundan ve istisnasız her izleyişimde hüngür hüngür ağladığımdan tekrar paylaşıyorum.
Bunu daha önce paylaşmıştım muhtemelen, ama bilgisayarımda kayıtlı halde bulundurduğum ve arada bir dönüp izlediğim 2-3 videodan biri olduğundan ve istisnasız her izleyişimde hüngür hüngür ağladığımdan tekrar paylaşıyorum.
Monday, 25 February 2013
t party
Rüzgar Erkoçlar'ın trans olduğu "haberinin" patlaması üzerine nedense Türkiye'nin yarısı bunu konuşur oldu. Sözlükte sol frame'de konuyla ilgili başlıklara yüzlerce entry girilmişti, nefret dolu yazılar göreceğim diye korka korka açtım. "Pişman olmaz umarım" diyen densizler ya da trans erkeklerin penislerini merak eden bilgisiz insan modelleri dışında gördüğüm entry'lerin neredeyse tamamı "Aramıza hoşgeldin kanka, birlikte ava çıkarız (!) artık" şeklindeydi. Trans kadınların hepsinin seks işçisi muamelesi gördüğü, haftada bir sokaklarında öldürüldüğü bir ülkede trans erkeklere bu tür bir sırt sıvazlar yaklaşımın olması çok garibime gitti. Bu ataerkil kafadakilere göre "erkeklik" öyle süper bir kavram ki, ona dahil olunmak istenmesinden doğal şey yok herhalde onlar için.
İkiyüzlülükten öleceksiniz.
İkiyüzlülükten öleceksiniz.
Saturday, 23 February 2013
stress
Neredeyse 1 ay yazmayarak kendi kişisel rekorumu kırdım bu sefer. Merak edenler için hala yaşıyorum.
Son yazdığımdan beri:
- Şu anda yaşadığım evi gördüm, evin içini ve yerini çok beğendim ama boyutuna göre fiyatını fazla yüksek bulduğumdan tutmak istemedim. Sonraki bir hafta boyunca birkaç ev daha gördüm ama hiçbirini tam gözüm tutmadı. İnternetten baktığım yetmedi, zaman kısıtlaması ve aşırı umutsuzluğa kapılmam yüzünden 6-7 tane emlakçının direk ofisine gittim, oradan da bir şey çıkmadı. Taşınmama 6 gün kala göt tutuşması sebebiyle ve stres seviyem görülmemiş noktalara ulaştığı için 10 gün önce görüp küçük diye tutmadığım şu anki evimi tutmaya karar verdim.
- Tabii ki olay karar vermekle bitmedi. Burada ev kiralamak için belli bir maaş almak gerekiyor, mesela ayda 1200 pound kiralı bir ev tutacaksanız ayda 3600 pound falan maaş almanız isteniyor (bunun saçmalığına girmiyorum bile, belki maaşımın tamamını kiraya yatıracağım, belki maaşım yok ama bir şekilde geçiniyorum, sana ne). Eve teklif verirken emlakçıya stajyer olduğumu söylememe rağmen salak herif nasıl bir dünyada yaşıyorsa benim bir stajyer olarak o kadar maaş aldığımı varsaymış (burada 10 senelik çalışanlar ancak o maaşı alıyor). Neyse, ev sahibi teklifimi kabul etti, tam kontrat imzalayacağım, bir sorayım dedim "Bu arada bana maaşla ilgili bir şey soran olmadı, sonradan bir problem çıkmaz değil mi" diye (çünkü burada ev gösterirken emlakçıların sorduğu ilk soru ne iş yapıp ne kadar kazandığınız oluyor). İyi ki de sormuşum, o kadar maaş almıyorsam evi tutamayacağımı söylediler. Eğer sormayı akıl etmesem ödeyeceğim 300 pound emlakçı ücreti de yanacaktı. Ben buna sinirlenirken en başta hatayı yapan emlakçı arayıp iyice yüzsüz yüzsüz konuştu, ben de zaten taşınmak için 6 günüm olduğunu ve bu hatayı yaparak bunun 2 gününü harcadığını, evini alıp bir tarafına sokmasını söyledim.
- Bunun ertesi günü (taşınmama 3 gün kala) aynı binada bu tutmak istediğimin bir benzerini kiralayan ve 10 gün önce görmeye gittiğimde beni gezdiren başka bir emlakçıya ulaştım. Bana aynı fiyata benzer bir daire verebileceklerini, 3 ay kira peşin ödersem maaş sorununun olmayacağını söylediler. Tam kabul edip evi görmeye gideceğim, bu sefer ev sahibinin daha yüksek fiyat istediği ortaya çıktı. Belki ev büyüktür diye yine de görmeye gittim, baktım daha bile küçük. Yine de çaresizlikten tamam demek zorunda kaldım.
- Tam ben diğer emlakçıyla kontrat imzalayacakken ertesi gün (taşınmama 2 gün kala) o hatayı yapan salak ilk emlakçı aradı. Kirayı 6 ay peşin ödersem ev sahibinin kabul edeceğini söyledi. Hem o daireyi daha çok beğendiğimden, hem de yılda 1200 pound fazladan ödemeyi gereksiz bulduğumdan sonuç olarak o evi tuttum.
- İş maalesef tutmakla da bitmedi. İki koca valizle geldiğim İngiltere'de öyle çok eşya biriktirmişim ki, beş koca koli ve 40 küsür poşete ancak sığabildim. Taksiyle taşınmayı düşünüyordum, eşyaların taksiye sığmasının mümkün olmadığını görünce taşınmama iki saat kala Gumtree'den evdeki eşyaları taşıyacak kamyonetli birini bulmak zorunda kaldım. 50 pound'a anlaşmıştık, adam eve gelince "Çok eşya var, 100 pound istiyorum" gibi salak bir muhabbete girdi. Diyorum "Hayır, ödemeyeceğim", hala ısrar ediyor. "Keyfin bilir kardeşim, git o zaman başkasını arayayım" deyince 70'e taşımayı kabul etti ve yarısını da ben ve arkadaşım taşıdık.
- Daha sonra eski evi temizlettirdim, check-out'umuzu yapacak görevli geldi ve evin her yerini kontrol etti. Ev sahibi birkaç gün sonra kesinti yapmayacağını belirtti. İyi güzel de, emlakçı bu check-out işlemi için bizden 220 pound kesti. Şu ana kadar İngiltere'de dördüncü kez bir evden çıktım, ilk kez böyle bir bedel alındığına denk geldim. İnternetten baktım, alınsa da 40-90 pound arası bir şey alınıyormuş, 220'ye hiç denk gelmedim. Neyse, İngiltere'de depozitoları koruyan ve bu tür şeylere itiraz edildiğinde hakemlik yapan kurumlar oluyor, insanlar nette okuduğuma göre 90 pound'a itiraz edip kazanmışlar, ben 220'yi kesin kazanırım diye düşünüyorum. Ama bununla uğraşmak bile ayrı bir stres kaynağı.
- Tüm bunlar olurken bir de yeni pasaport çıkarmakla uğraştım. Hükümetin sonu gelmeyen saçmalıkları sonucu 17 yıldır kullandığım güzelim yeşil pasaportum gidiyor. Bir de şimdi senede bir vizeyle uğraş.
- Staj yaptığım yerde çalıştığım bölümle alakası bile olmadığı halde kendi yapmaya üşendiği işlerini bana yığan bir insan var, çok sinir oluyorum. Kendisi sıkıcı işleri yapmak için fazla prenses galiba.
- Taşındığım ev yeni bina olduğu için telefon hattı bağlatmak için 140 pound istiyorlar, yok artık dedim ve internet bağlatmaktan vazgeçtim. %90 çalışmayan bir VINN-ımsı şey ve yandaki hostel'ın çoğu zaman çekmeyen interneti ile idare ediyorum. Nasıl olsa gündüz evde değilim, çok zor olmuyor.
- Eski yaşadığım yeri çok özlüyorum, ama burası da güzel. British Museum'a 10 dakika yürüme mesafesindeyim, 2 dakika ötemde Forum gibi bir açık hava alışveriş merkezi, yeni açılan hip ötesi bir gay bar ve Londra'nın tek LGBT kitapçısı var. Burayı seveceğim galiba.
- Yeni evimde duvara monte edilmiş bir iPod dock'a bağlı olan tavana gömülü hoparlörler var. Bayılıyorum!
Son yazdığımdan beri:
- Şu anda yaşadığım evi gördüm, evin içini ve yerini çok beğendim ama boyutuna göre fiyatını fazla yüksek bulduğumdan tutmak istemedim. Sonraki bir hafta boyunca birkaç ev daha gördüm ama hiçbirini tam gözüm tutmadı. İnternetten baktığım yetmedi, zaman kısıtlaması ve aşırı umutsuzluğa kapılmam yüzünden 6-7 tane emlakçının direk ofisine gittim, oradan da bir şey çıkmadı. Taşınmama 6 gün kala göt tutuşması sebebiyle ve stres seviyem görülmemiş noktalara ulaştığı için 10 gün önce görüp küçük diye tutmadığım şu anki evimi tutmaya karar verdim.
- Tabii ki olay karar vermekle bitmedi. Burada ev kiralamak için belli bir maaş almak gerekiyor, mesela ayda 1200 pound kiralı bir ev tutacaksanız ayda 3600 pound falan maaş almanız isteniyor (bunun saçmalığına girmiyorum bile, belki maaşımın tamamını kiraya yatıracağım, belki maaşım yok ama bir şekilde geçiniyorum, sana ne). Eve teklif verirken emlakçıya stajyer olduğumu söylememe rağmen salak herif nasıl bir dünyada yaşıyorsa benim bir stajyer olarak o kadar maaş aldığımı varsaymış (burada 10 senelik çalışanlar ancak o maaşı alıyor). Neyse, ev sahibi teklifimi kabul etti, tam kontrat imzalayacağım, bir sorayım dedim "Bu arada bana maaşla ilgili bir şey soran olmadı, sonradan bir problem çıkmaz değil mi" diye (çünkü burada ev gösterirken emlakçıların sorduğu ilk soru ne iş yapıp ne kadar kazandığınız oluyor). İyi ki de sormuşum, o kadar maaş almıyorsam evi tutamayacağımı söylediler. Eğer sormayı akıl etmesem ödeyeceğim 300 pound emlakçı ücreti de yanacaktı. Ben buna sinirlenirken en başta hatayı yapan emlakçı arayıp iyice yüzsüz yüzsüz konuştu, ben de zaten taşınmak için 6 günüm olduğunu ve bu hatayı yaparak bunun 2 gününü harcadığını, evini alıp bir tarafına sokmasını söyledim.
- Bunun ertesi günü (taşınmama 3 gün kala) aynı binada bu tutmak istediğimin bir benzerini kiralayan ve 10 gün önce görmeye gittiğimde beni gezdiren başka bir emlakçıya ulaştım. Bana aynı fiyata benzer bir daire verebileceklerini, 3 ay kira peşin ödersem maaş sorununun olmayacağını söylediler. Tam kabul edip evi görmeye gideceğim, bu sefer ev sahibinin daha yüksek fiyat istediği ortaya çıktı. Belki ev büyüktür diye yine de görmeye gittim, baktım daha bile küçük. Yine de çaresizlikten tamam demek zorunda kaldım.
- Tam ben diğer emlakçıyla kontrat imzalayacakken ertesi gün (taşınmama 2 gün kala) o hatayı yapan salak ilk emlakçı aradı. Kirayı 6 ay peşin ödersem ev sahibinin kabul edeceğini söyledi. Hem o daireyi daha çok beğendiğimden, hem de yılda 1200 pound fazladan ödemeyi gereksiz bulduğumdan sonuç olarak o evi tuttum.
- İş maalesef tutmakla da bitmedi. İki koca valizle geldiğim İngiltere'de öyle çok eşya biriktirmişim ki, beş koca koli ve 40 küsür poşete ancak sığabildim. Taksiyle taşınmayı düşünüyordum, eşyaların taksiye sığmasının mümkün olmadığını görünce taşınmama iki saat kala Gumtree'den evdeki eşyaları taşıyacak kamyonetli birini bulmak zorunda kaldım. 50 pound'a anlaşmıştık, adam eve gelince "Çok eşya var, 100 pound istiyorum" gibi salak bir muhabbete girdi. Diyorum "Hayır, ödemeyeceğim", hala ısrar ediyor. "Keyfin bilir kardeşim, git o zaman başkasını arayayım" deyince 70'e taşımayı kabul etti ve yarısını da ben ve arkadaşım taşıdık.
- Daha sonra eski evi temizlettirdim, check-out'umuzu yapacak görevli geldi ve evin her yerini kontrol etti. Ev sahibi birkaç gün sonra kesinti yapmayacağını belirtti. İyi güzel de, emlakçı bu check-out işlemi için bizden 220 pound kesti. Şu ana kadar İngiltere'de dördüncü kez bir evden çıktım, ilk kez böyle bir bedel alındığına denk geldim. İnternetten baktım, alınsa da 40-90 pound arası bir şey alınıyormuş, 220'ye hiç denk gelmedim. Neyse, İngiltere'de depozitoları koruyan ve bu tür şeylere itiraz edildiğinde hakemlik yapan kurumlar oluyor, insanlar nette okuduğuma göre 90 pound'a itiraz edip kazanmışlar, ben 220'yi kesin kazanırım diye düşünüyorum. Ama bununla uğraşmak bile ayrı bir stres kaynağı.
- Tüm bunlar olurken bir de yeni pasaport çıkarmakla uğraştım. Hükümetin sonu gelmeyen saçmalıkları sonucu 17 yıldır kullandığım güzelim yeşil pasaportum gidiyor. Bir de şimdi senede bir vizeyle uğraş.
- Staj yaptığım yerde çalıştığım bölümle alakası bile olmadığı halde kendi yapmaya üşendiği işlerini bana yığan bir insan var, çok sinir oluyorum. Kendisi sıkıcı işleri yapmak için fazla prenses galiba.
- Taşındığım ev yeni bina olduğu için telefon hattı bağlatmak için 140 pound istiyorlar, yok artık dedim ve internet bağlatmaktan vazgeçtim. %90 çalışmayan bir VINN-ımsı şey ve yandaki hostel'ın çoğu zaman çekmeyen interneti ile idare ediyorum. Nasıl olsa gündüz evde değilim, çok zor olmuyor.
- Eski yaşadığım yeri çok özlüyorum, ama burası da güzel. British Museum'a 10 dakika yürüme mesafesindeyim, 2 dakika ötemde Forum gibi bir açık hava alışveriş merkezi, yeni açılan hip ötesi bir gay bar ve Londra'nın tek LGBT kitapçısı var. Burayı seveceğim galiba.
- Yeni evimde duvara monte edilmiş bir iPod dock'a bağlı olan tavana gömülü hoparlörler var. Bayılıyorum!
Sunday, 27 January 2013
goodbye, this town, these streets, your friends
Sanırım bu blog'u açtığımdan beri ilk kez bu kadar uzun süre yazamadım. Staja başladığımdan beri ne enerjim, ne de zamanım oldu. Şu anda da pek zamanım yok, ama hayatımda olup biteni özet geçmek ve zaman bulduğumda uzun uzun yazacağımı, hala burada olduğumu belirtmek istedim.
Üç haftadır sabah 9-akşam 5 staj yapıyorum ve bir dakikam dahi boş geçmiyor, yılların çalışanı gibi eve iş getiriyorum; o derece meşgulüm. Projeler, hastane ziyaretleri, şehir dışına dernek ziyaretleri falan derken kafamı kaldıracak vakit bulamıyorum. O kadar ki, son üç haftadır haftaiçleri yemek yapacak enerjim dahi olmadığından gündüzleri meyve, akşamları da hazır salata ya da sandviç yiyorum. Mikrodalgada 3 dakika bir şeyler ısıtmak dahi zor geliyor.
Diğer yandan iki hafta sonra bu evden çıkmam gerekiyor ve üç haftadır harıl harıl aramama rağmen ev bulabilmiş değilim. Stüdyo ya da 1+1 için 1000 poundluk bir bütçeyle arayışıma başlamıştım, baktım olmuyor, bütçemi ayda 1300 pound'a çekmek zorunda kaldım. Buna rağmen şu anda yaşıyor olduğum bölgede bütçeme ve kafama uygun ev bulamıyorum. Fiyatı bana uyanlar ya çok küçük oluyor, ya da içleri çok döküntü oluyor. Başka yerde yaşamaya gönlüm olmasa da metroyla yarım saat falan uzaklıktaki yerlere de bakıyorum, ama her gün şehir merkezine gidip gelmenin masrafını katınca arada 100-200 pound falan bir fark oluyor en fazla. Ve bence ayda 200 pound fazla ödemek işe yürüyerek gidip gelebilmeye ve günün bir buçuk saatini tıklım tıkış toplu taşıma araçlarında ayakta geçirmek zorunda olmamaya her şekilde değer.
Belki çok seçici davranıyorum, ama bu sefer uzun süre yaşayabileceğim, içime tamamen sinen bir ev istiyorum. Çevremdeki herkes "Kızım kafayı mı yedin, iki haftaya evsiz kalacaksın, ne bulursan tut" tepkisi veriyor, ama ben istediğim evi zamanında bulacağıma dair umutluyum. Dua edin de bu hafta güzel bir ev bulayım, dağ başına taşınmak zorunda da kalmayayım.
Tüm bunlar olurken bir de bu aralar arkadaş çevremin genişleyeceği tuttu. Arkadaşlarımı ihmal etmemeye ve arkadaşlıklarıma emek vermeyi öğrenmeye kararlıyım, o yüzden arkadaşlarımla düzenli olarak görüşmeye çalışıyorum. Bütün hafta işte olmak enerjimi çok fena emiyor ve hafta sonu geldiğinde tek istediğim pijamamı giyip yatakta film izlemek oluyor, ama içimden gelmeye gelmeye de olsa dışarı çıkıyor ve arkadaşlarıma zaman ayırıyorum.
Yalnız başıma evimde kafa dinlemeye ayıracak vaktim hiç kalmadı ve bu durum ruh halime hiç iyi gelmiyor, ip bir yerinden kopacak gibi hissediyorum sürekli. Introvert doğam her gün insanlarla iç içe olmaya dayanamıyor, o insanları seviyor olsam bile uzaklaşma isteği duyuyorum.
Hadi bakalım.
Üç haftadır sabah 9-akşam 5 staj yapıyorum ve bir dakikam dahi boş geçmiyor, yılların çalışanı gibi eve iş getiriyorum; o derece meşgulüm. Projeler, hastane ziyaretleri, şehir dışına dernek ziyaretleri falan derken kafamı kaldıracak vakit bulamıyorum. O kadar ki, son üç haftadır haftaiçleri yemek yapacak enerjim dahi olmadığından gündüzleri meyve, akşamları da hazır salata ya da sandviç yiyorum. Mikrodalgada 3 dakika bir şeyler ısıtmak dahi zor geliyor.
Diğer yandan iki hafta sonra bu evden çıkmam gerekiyor ve üç haftadır harıl harıl aramama rağmen ev bulabilmiş değilim. Stüdyo ya da 1+1 için 1000 poundluk bir bütçeyle arayışıma başlamıştım, baktım olmuyor, bütçemi ayda 1300 pound'a çekmek zorunda kaldım. Buna rağmen şu anda yaşıyor olduğum bölgede bütçeme ve kafama uygun ev bulamıyorum. Fiyatı bana uyanlar ya çok küçük oluyor, ya da içleri çok döküntü oluyor. Başka yerde yaşamaya gönlüm olmasa da metroyla yarım saat falan uzaklıktaki yerlere de bakıyorum, ama her gün şehir merkezine gidip gelmenin masrafını katınca arada 100-200 pound falan bir fark oluyor en fazla. Ve bence ayda 200 pound fazla ödemek işe yürüyerek gidip gelebilmeye ve günün bir buçuk saatini tıklım tıkış toplu taşıma araçlarında ayakta geçirmek zorunda olmamaya her şekilde değer.
Belki çok seçici davranıyorum, ama bu sefer uzun süre yaşayabileceğim, içime tamamen sinen bir ev istiyorum. Çevremdeki herkes "Kızım kafayı mı yedin, iki haftaya evsiz kalacaksın, ne bulursan tut" tepkisi veriyor, ama ben istediğim evi zamanında bulacağıma dair umutluyum. Dua edin de bu hafta güzel bir ev bulayım, dağ başına taşınmak zorunda da kalmayayım.
Tüm bunlar olurken bir de bu aralar arkadaş çevremin genişleyeceği tuttu. Arkadaşlarımı ihmal etmemeye ve arkadaşlıklarıma emek vermeyi öğrenmeye kararlıyım, o yüzden arkadaşlarımla düzenli olarak görüşmeye çalışıyorum. Bütün hafta işte olmak enerjimi çok fena emiyor ve hafta sonu geldiğinde tek istediğim pijamamı giyip yatakta film izlemek oluyor, ama içimden gelmeye gelmeye de olsa dışarı çıkıyor ve arkadaşlarıma zaman ayırıyorum.
Yalnız başıma evimde kafa dinlemeye ayıracak vaktim hiç kalmadı ve bu durum ruh halime hiç iyi gelmiyor, ip bir yerinden kopacak gibi hissediyorum sürekli. Introvert doğam her gün insanlarla iç içe olmaya dayanamıyor, o insanları seviyor olsam bile uzaklaşma isteği duyuyorum.
Hadi bakalım.
Monday, 7 January 2013
miss atomic bomb
Cumartesi günüm baştan aşağı tam bir alışveriş çılgınlığı ile geçti. Önce Primark ve Marks and Spencer'da işe giyilecek chino ve şifon gömlek stoğumu tamamladıktan sonra asıl alışverişe Selfridges'de başladım. Amacım her indirimde olduğu gibi Marc by Marc Jacobs bir çanta almaktı, ama indirimde doğru düzgün çanta kalmamıştı. Giyim bölümü ise bildiğiniz coşmuştu, %70 gibi bir indirim vardı bir sürü şeyde. 400 pound'dan 50 pound'a düşen ipek bir Diane von Fürstenberg elbise yakalayınca inanamamazlıktan kendimden geçtim denebilir. 16 beden giyen bir insan olarak o 12 beden elbisenin içine kendimi ne güçlükle sığdırdım anlatamam. Ama sığdım sığmasına da, sevgili popo ve göbeğim elbiseyi yukarı kaldırdığından eteği olmaması gerektiği kadar mini oldu. İçimdeki "Bir daha nerede böyle fırsat bulacaksın, al zayıflayınca giyersin hem motivasyon olur" diyen ses ile "Seneler önce motivasyon olur diye aldığın ve hala bileği kapanmayan Lanvin ayakkabıyı, içinden fışkırdığın S beden MbMJ bikiniyi hatırlamıyor musun" diyen ses yarım saat falan kapıştı. O sırada çevremde aç kurtlar gibi dönüp duran kadın sürüsüne kaptırmamak için elbiseyi elimden bırakamadım. Sonunda 50 pound'u daha içime sinecek bir şeye harcamaya karar vererek elbiseyi yerine geri astım. Selfridges'den çıkarken hala acaba yanlış mı yaptım diye düşünüyordum, ama geçti gitti, neyse.
Bütün gün Selfridges'de dolanıp tek bir şey bile alamamış olmaya sinirlenen bünyem hızını alamadı ve eve uğrayıp poşetlerimi bırakarak Knightsbridge'e gittim. Harrods'a gittim, çanta reyonuna baktım, indirim bölümünde ilgimi çeken bir şey yoktu. Birbirinin tepesine tırmanan turist kalabalığının da etkisiyle sinir olup çıktım ve hemen yandaki Harvey Nichols'a gittim. MbMJ maalesef İngiltere'de ABD fiyatına göre çok daha overpriced olduğundan %50 indirimle bile cüzdanlar bana çok pahalı geldi, güzel çanta da kalmamıştı. %50 indirimle 600 küsür pound'a düşmüş olan PS1'lara bakıp iç çeke çeke giysi ve ayakkabılara doğru yol aldım. Giysilerde öyle Selfridges'deki gibi çılgın bir indirim yoktu. Ama ayakkabılar daha çeşitliydi. İndirimdeki ayakkabılar arasında yıllardır istediğim Balenciaga loafer'lar gözüme çarptı, ama maalesef 39 üstü kalmamıştı. Bir anda içime öyle bir Balenciaga ayakkabı isteği doğdu ki, ayağıma inen kara sulara ve vahşi hayvanları andıran kalabalığa aldırmadan Harrods'a geri döndüm. Aynı ayakkabı orada %60 indirimdeydi, ama orada da sadece 36'sı kalmıştı. Eve döndüm, ilk iş bilgisayarımı açıp ayakkabıları aramaya başladım. O akşamdan beri günde birkaç kez aklıma gelen her siteyi kontrol ediyorum indirimde satan bir yer var mı diye. Olmadı yurtdışından getirteceğim, çok fena taktım. Kendimi bir ayakkabıya 200 pound vermenin mantıklı bir şey olduğuna inandırabilirsem tabii.
Bütün gün Selfridges'de dolanıp tek bir şey bile alamamış olmaya sinirlenen bünyem hızını alamadı ve eve uğrayıp poşetlerimi bırakarak Knightsbridge'e gittim. Harrods'a gittim, çanta reyonuna baktım, indirim bölümünde ilgimi çeken bir şey yoktu. Birbirinin tepesine tırmanan turist kalabalığının da etkisiyle sinir olup çıktım ve hemen yandaki Harvey Nichols'a gittim. MbMJ maalesef İngiltere'de ABD fiyatına göre çok daha overpriced olduğundan %50 indirimle bile cüzdanlar bana çok pahalı geldi, güzel çanta da kalmamıştı. %50 indirimle 600 küsür pound'a düşmüş olan PS1'lara bakıp iç çeke çeke giysi ve ayakkabılara doğru yol aldım. Giysilerde öyle Selfridges'deki gibi çılgın bir indirim yoktu. Ama ayakkabılar daha çeşitliydi. İndirimdeki ayakkabılar arasında yıllardır istediğim Balenciaga loafer'lar gözüme çarptı, ama maalesef 39 üstü kalmamıştı. Bir anda içime öyle bir Balenciaga ayakkabı isteği doğdu ki, ayağıma inen kara sulara ve vahşi hayvanları andıran kalabalığa aldırmadan Harrods'a geri döndüm. Aynı ayakkabı orada %60 indirimdeydi, ama orada da sadece 36'sı kalmıştı. Eve döndüm, ilk iş bilgisayarımı açıp ayakkabıları aramaya başladım. O akşamdan beri günde birkaç kez aklıma gelen her siteyi kontrol ediyorum indirimde satan bir yer var mı diye. Olmadı yurtdışından getirteceğim, çok fena taktım. Kendimi bir ayakkabıya 200 pound vermenin mantıklı bir şey olduğuna inandırabilirsem tabii.
Subscribe to:
Posts (Atom)