Thursday 2 June 2016

hands down

Bu aralar kısmen kendi hayatıma dayalı, kısmen kurgu bir şeyler yazıyorum. İngiltere'ye taşınmadan hemen önce tanıştığım, çok kısa süre birlikte olduğum ama içimde hep ukte kalan eski bir sevgilimin de bahsi geçiyor yazdıklarımda. Ama tabii bunun üzerinden dokuz yıl geçti neredeyse. O anki ruh halime olabildiğince geri dönebilmek, ufak tefek detayları hatırlayabilmek için eski blog yazılarımı okuyordum geçenlerde. Şükürler olsun ki zamanında sabah akşam bloguma bir şeyler yazdığım için ilişkimizin başından sonuna yazılı kaydını tutmuşum.

İlk kez buluştuğumuz günden bir gün önce "Hayatımda büyük bir değişiklik olacağını hissediyorum" diye yazmışım. Ertesi gün ilk kez görüşmüşüz ve gerçekten de bunca yıl sonraki kimliğimin oluşmasında çok büyük rolü olmuş o akşamın. Eve gelince de Dashboard Confessional'ın Hands Down şarkısının sözlerini yazmışım bloguma.

O insana davranış biçimim ve bencil, yüzeysel heveslere kapılmış o zamanki karakterimle o ilişkinin başlamadan bitmesine sebep oluşum hayattaki tek pişmanlığım. O zaman davrandığım gibi davranmasaydım daha ne kadar birlikte olurduk, ilişkimiz nasıl ne zaman sonlanırdı bilmiyorum, ama hep bunu merak etmişimdir ve hep içimde bir "keşke o zamana geri dönüp bazı şeyleri değiştirebilsem" düşüncesi kalmıştır. Bu yazım projesi sağolsun o günlere geri dönmek de o hissi iyice tetiklemişti bugünlerde.

Midede kelebekli, sensiz-nasıl-yaşarımlı bir aşk olmadan "idare eder" dediğim bir ilişki istemediğim için uzun zamandır yalnızım. Eskiden yalnız olmak bana kurtulunması gereken bir durummuş gibi geliyordu ama ardı ardına düzinelerce can sıkıcı ve/veya moral bozucu buluşmadan sonra son zamanlarda olursa-olur-olmazsa-da-böyle-iyiyim moduna geçmiştim. O yüzden geçenlerde havadan sudan konuşurken "Bir aralar bir şeyler içsek ya" diyen biriyle dün akşam görüşmeye giderken en ufak bir beklentim yoktu. Uzun ve zor bir gün geçirmiştim, bir bira içer, kafamı dağıtır, biraz muhabbet eder, en fazla bir-iki saate de eve dönerim diye düşünüyordum.

Hiç beklenmedik bir şekilde o bir bira üç biraya, bir-iki saat beş saate, buluştuğumuz barın kapanmasına, gecenin bir yarısı Londra'da red velvet kek satan açık yer bulacağız diye sokakları arşınlamaya, sonra da evimin kapısına kadar bırakılıp bir güzel öpülmeme dönüştü. Keşke sabahın köründe kalkmama gerek olmasa, keşke her yer kapalı olmasa, keşke bir yere oturup sabaha kadar zaman geçirebilsek dedirten gecelerdendi. Bu his sürer ya da sürmez bilemem ama bir geceliğine de olsa yıllardır hissetmediğim o büyük bir değişikliğin başlangıcında olma hissini duymak güzeldi. Kim bilir, belki de ikinci şansım budur.

Hands down this is the best day I can ever remember,
I'll always remember the sound of the stereo,
the dim of the soft lights,
the scent of your hair that you twirled in your fingers
and the time on the clock when we realised it's so late
and this walk that we shared together.
The streets were wet and the gate was locked
so I jumped it, and I let you in.
And you stood at your door with your hands on my waist
and you kissed me like you meant it.
And I knew that you meant it.

No comments: