Mesai saatlerinde is gucle ugrasacagina blog yazan insan oldugumdan Turkce karakterim yok, kusura bakmayin.
London Lesbian and Gay Film Festival son hiz devam ediyor. Yil boyunca en cok heyecanla bekledigim olay olan festival bu sene de her zaman oldugu gibi 'Daha ne kadar genisleyebilir ki' diye dusundugum ufkumun sinirlarini zorladi, bana bir suru yeni deneyim ve fikir katti.
Festivali Cuma aksami Ivan Coyote ve Rae Spoon'un yer aldigi animasyon/muzik/spoken word karisimi bir performans olan Gender Failure ile actim. Ivan Coyote'nin fena halde hayrani oldugumdan en cok sabirsizlik duyarak bekledigim etkinlik oydu. Youtube'da falan bulabilirseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim, hayat degistirici diyebilecegim kadar ilham veren, ruhumun en derin yerlerine dokunan bir performans oldu. Ve sonunda hem Ivan hem de Rae ile tanisip imzalarini alma firsati buldum. O geceye kadar Rae Spoon'un adini dahi duymamistim, ama o meleksi sesini duyduktan sonra butun albumlerini edinmek icin manyak bir istek duymaya basladim. Son birkac gundur iPod'umda sabah aksam Rae Spoon'un Love is a Hunter albumu donuyor, onu indirdigimden beri baska hicbir sey dinlemez oldum. Kesinlikle dinleyin.
Cok uzun suredir heyecanla beklenen bir olay gecince insanin icini bir bosluk kaplar ya, Cumartesi sabahi oyle bir ruh halinde uyandim. Keske en cok gormek istedigim Gender Failure en son olsaydi, onun bana hissettirdiklerini uzerimden atip festivalin geri kalanindan zevk alabilecek kafaya girmem uzun zaman aldi. O gun son anda bilet alan bir arkadasimla birlikte Longing to Belong adli bir kisalar seckisine gittik. Deep Down Ballet (Jetzt aber Ballett) disinda aklimda yer eden, yeniden izleme istegi uyandiran bir kisa yoktu. Filmden ciktigimizda BFI festival boyunca her aksam oldugu gibi gay insan kayniyordu, metrekareye 100 lezbiyen dusuyordu, insan elini sallasa eski sevgilisine carpiyordu falan, oyle cilgin bir ortamdi.
Pazar gunu Intersexion adli interseks bireyleri anlatan bir belgesel izledim. Daha sonra James Franco'nun Hollywood dedikoducularinin agzina sakiz olan filmi Interior. Leather Bar'a gittim. Koca salondaki tek kadin bendim sanirim. Ilginc bir filmdi.
Pazartesi aksamina 'En Iyi Belgesel' dalinda Akademi Odulu'ne aday gosterilen How to Survive a Plague ile basladim. 80'lerde New York'un escinsel ortaminda kol gezen AIDS salgini ve insanlarin tedavi hakkina sahip olabilmek icin verdikleri mucadeleyi anlatan, zaman zaman gulduren, zaman zaman da hungur hungur aglatan bir filmdi. Su ana kadarki favorim bu, sanirim pek cok insan benimle ayni fikirdeydi ki yonetmen film sonunda sahneye ciktiginda 600 kisilik sinema salonundaki herkes ayaga firlayip 10 dakika boyunca araliksiz alkisladi. Burada tavsiye ettigim filmleri oturup izleyen var mi bilmiyorum, ama bu seneki festival tavsiyelerim icinde izleyeceginiz tek bir film olacaksa mutlaka bu film olsun.
Pazartesi gununu Kylie Minogue'un ufak bir rolle karsimiza ciktigi, Jack ve Diane adli iki genc kizin askini anlatan Jack & Diane filmiyle kapadim. Múm tarafindan hazirlanan mukemmel soundtrack ve Riley Keough'nun her zamanki gorunusuyle alakasi olmayan inanilmaz sirin tomboy'lugu disinda buyuk senaryo bosluklari olan bir filmdi ve imdb rating'i yerlerde surunuyor, ama benim hosuma gitti. Ergenligin ne yaptigini bilmezligi cok tatli islenmisti.
Dun isten izin alarak Submerge adli Avustralya yapimi bir film izledim. Senaryoda anlamsiz buldugum pek cok yon olmasina ragmen sikilmadan izledigim bir filmdi. Ayrica gordugumde 'Aman Tanrim, tam benim tipim' dedigim basrol oyuncusu ile film sonunda BFI'in barinda denk gelip birlikte kahve ictik. Gercekten cok guzel kadindi.
Bugun ve yarin festivale ara veriyorum. Cuma gunu geri donecegim!
O sirada sizi bu aralar ruh hastasi gibi dinledigim su iki sarkiyla birakiyorum:
You Can Dance
Dangerdangerdanger
No comments:
Post a Comment