Saturday, 10 December 2011

your eyes forever glued to mine



Geçen gün aklıma Placebo-Blind gelmişti. Lise zamanında falan çok dinlediğim, ama yanlış hatırlamıyorsam en son Canterbury'deyken sınav döneminde dinlediğim bir şarkıydı. 1,5 yılı geçmiş, özlemişim. Bugün Facebook'ta bir arkadaşım sayesinde yeniden aklıma geldi, yazayım dedim.

Eskiden bu şarkıyı dinlerken içim pek bir fena olurdu. İstisnasız her seferinde ağlardım. Şimdi nostaljik oluyor, "Ne mükemmel sözler" diyor, ama ağlama krizi derecesinde bir duygulanım yaşamıyorum. Belki büyüdüğümden, belki de yıllardır hayatımdan çıkması halinde ciddi anlamda sarsılacağım bir arkadaşım, sevgilim vs olmadığından. Ya da belki bu "apathy" halinin nedeni büyüyor olmaktır. Belli bir kafa yaşına ulaşınca en duygusal insanlar bile tepkisiz, duyumsamaz hale geliyorlardır belki de. Ya da belki bir savunma mekanizması olarak üzerlerine geçirdikleri o gerçekçilik, ayrılmaz birer parçaları haline geliyordur. Teen'le biten yaşlarını geçen hiç kimse bir daha o takıntılı, gözü kapalı, saplantılı "aşk" haline ulaşamıyordur belki bir daha. O yüzden geçmişte kalmış ve yaşandığı zaman asla o kadar değerli olmamış anları yıllar sonra kafasında büyütüyor, "Ne güzeldi, ne kadar çok şey hissediyordum" diye duygusala bağlıyordur.

Sanırım üzerinden zaman geçtikte tüm an(ı)lar değere biniyor.

**

If I could tear you from the ceiling,
I'd freeze us both in time,
And find a brand new way of seeing.
Your eyes forever glued to mine.

PS. Foto ve ilham için Gökçe'ye teşekkür :)

Monday, 5 December 2011

it still hits me like a rock

En son yazdığımdan beri çok şey oldu. Perşembe günü The Maccabees konserindeydim. Konser saati 9.30 görünüyordu. 9.40'ta Babylon'a gittiğimde içerisi tıklım tıkış dolmuştu ve tam içki almak için bara yöneldiğimde grup sahneye çıktı. İngiltere'de ana grubun en geç 9.30'da sahneye çıkmasına ve konserlerin 11'de bitmesine bayılıyor, Türkiye'de konserlerin gecenin bir yarısı başlamasına sinir oluyordum (konser izlemek adına bütün gecesi iptal oluyor çünkü insanın, eve sabaha karşı dönmek zorunda kalıyor). O yüzden Babylon'un konser saatlerini erkene çekmesini sevdim. Alt gruptu, falandı filandı demeden grubun tam saatinde sahneye çıkması da sevindirici bir değişiklik oldu ayrıca. Konser mekanlarına gidip gereğinden pahalı içkilerle, kalabalık ötesi bir ortamda saatlerce grubun çıkmasını beklemek hoş değil gerçekten.

Cuma sabahı eşyalarımı toplayıp havaalanına gittim. Evi belli bir saatte boşaltmam gerekiyordu, o yüzden havaalanına geldiğimde uçuşuma 4 buçuk saat vardı. Dünya üzerindeki her bankadan bir sürü gereksiz kredi kartı sahibi olmamın faydasını görür, banka lounge'larından birinde beklerim diye düşünüyordum. Ama öğrendim ki, Atatürk İç Hatlar'da Garanti ve Wings'den başka lounge yokmuş. Garanti'nin fiyatı oha derecesinde olduğu için (23 euro + kdv idi yanlış hatırlamıyorsam), Wings'inkine gittim. Orası da bu sene paralı olmuş. O kadar saat başka yapacak şeyim olmadığından parayı verip girdim (25 TL). Ama Sabiha Gökçen'deki ücretsizken, Atatürk'teki neden paralı anlamadım. En azından son 1 ayda belirli bir miktarın üzerinde harcayan insanlara ücretsiz kalmalıydı bence.

Cumartesi İzmir'de, kendi yatağımda, sevilmek isteyen kedim tarafından uyandırıldım. Yapmam gereken hiç bir şeyin olmaması ve tamamen boş olmak bir garip geldi bana. "Onu da, bunu da, şunu da yapmak istiyorum" şeklinde bir maymun iştahla boş gezenin boş kalfası olarak geçen ilk günümün tadını çıkarmaya çalıştım. Ama o açgözlülükle güne 30402 tane şey sığdırmaya çalıştığımdan, pek başarılı olamamış olabilirim. Yazın tez yazdığım için izleyemediğim True Blood'ın son sezonuna başladım. Saçlarımı 10 yıl sonra ilk kez doğal rengine boyadım (o kadar uzun süre sonra böyle koyu bir renk görmeye hala alışamadım, her ayna görüşümde bir duraklıyorum). Kedim bütün gün kucağımdan inmedi, özlemişim. Sağlıklı beslenmeye, yemek yapmaya başladım. Deli gibi E! Entertainment ve Dizimax izledim. Kitap okudum. Müzik dinledim. Bourbon içtim. Aylardır ilk kez kendimi tamamen güvende hissederek dışarı çıktım (İstanbul'da sürekli "Başıma bir şey gelecek" korkusu taşıyordum). Bostanlı-Alsancak vapuruna bindim. Arkadaşlarımı gördüm, İzmir'in ucuz alkolünün tadını çıkardım. Uzun zamandır görmediğim bir sürü insan gördüm, bazılarını gördüğüme sevindim, bazılarını görmezden geldim. İzmir'i o kadar özlemişim ki, günde birkaç kez şöyle bir durup "Evimdeyim" diyorum kendi kendime.

İnsanın evi gibisi yok. Dünyada benim için İzmir'de olmamaya değecek ve içimi "contentment" ile doldurabilecek tek bir şehir var, orası da kesinlikle İstanbul değil.