Bu aralar zamanımın çoğunu en yakın Starbucks ve sinemada geçiriyorum. Eskiden bütün gün evden çıkmadığım, boş boş oturduğum günlerden çılgıncasına zevk alırdım, ama artık dışarı çıkma ve biraz insan yüzü görme ihtiyacı duyuyorum. Starbucks kartımın gold seviyesinde kalması ve kartın avantajlarından seneye de yararlanabilmem için belli bir sayıda yıldız biriktirmem gerekiyor. O yüzden neredeyse her gün Starbucks molası veriyorum. Soğuk da olsa dışarıda oturup kafa dinlemek, insanları izlemek bana huzur veriyor. Bir de senelerdir çok sık Starbucks'a gitmeme rağmen ilk kez geçenlerde fark ettim ki Starbucks'tan mekanda içmek üzere fincanda filtre kahve aldığınız zaman o bardağı bedavaya yeniden doldurtma hakkınız varmış. Türkiye'de de var mı ya da ne zamandan beri böyle bilmiyorum, ama menüde filtre kahvenin altında küçücük harflerle yazıyor ve insan dikkatli bakmayınca fark etmiyor. Acelesi olmayanlar için iyi bir şey.
Geçen Pazartesi BFI'da Amour'u izledim. Londra Film Festivali'nde izlemek istediğim filmlerden biriydi. Spoiler vermek istemiyorum, o yüzden sadece bana çok dokundu ve mutlaka izleyin diyeceğim. Sanırım bundan sonra ne zaman güvercin görsem aklıma Amour gelecek.
Bir sonraki gün Portekiz yapımı Tabu diye bir film izledim. Berlin Film Festivali'nde çok ses getiren, eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı bir film olduğu için merak ediyordum. Rahatlıkla "sanat eseri" denebilecek derecede özenle yapılmış bir filmdi, ama işin sanatsal boyutuna izlenmesi film endüstrisinde olmayan sıradan bir izleyiciye zevk vermeyecek kadar ağırlık verilmişti. Bir daha izlemek ister miyim; hayır, hayır ve hayır.
Çarşambayı sinemasız geçirmenin acısını Perşembe günü 12 saat boyunca aralıksız olarak Twilight serisinin tüm filmlerini izleyerek çıkardım. Son filmin vizyona girmesine saatler kala diğer dört filmin arka arkaya gösterilmesiyle başlayan özel gösterim gece 2.30'da bitti. Bir daha beş film birden izlemek ister miyim bilmiyorum, evde izlesem muhtemelen ikiden fazlasını yapamazdım, ama sinemada Jacob gömleğini çıkarınca falan çığlık atmaya başlayan onlarca kızla Twilight izlemek çok acayip bir deneyimdi. Çok eğlendim.
Cuma günü The Killers konseri vardı. Brandon Flowers hasta olduğu için önceki iki konser iptal edilmişti ve Londra konserinin olup olmayacağı belli değildi, ama güzel adam Brandon hasta da olsa sahneye çıktı (gerçi pek hasta gibi değildi sesi). Altı yıldır The Killers'ı sahnede izleyeceğim anı bekliyordum ve hayatımın en unutulmaz gecelerinden biriydi. Bu hastalık muhabbetine rağmen rahatlıkla söyleyebilirim ki canlı performansı stüdyo kayıtlarına bilmem kaç basan bildiğim az sayıda gruptan biri The Killers.
Video çok kaliteli değil ama Brandon'ın şarkı ortası konuşmasına ve özellikle 5:17'den sonrasına bayılıyorum:
Pazar günü Brandon Cooper ve Robert de Niro'lu Silver Linings Playbook diye bir film izledim. Kötü ve havadan sudan bir film olmamakla beraber içimde öyle bir daha izleme isteği uyanmadı.
Dün Coyote Ugly filminden hatırlayacağınız über yakışıklı aktör Adam Garcia'nın rol aldığı Kiss Me Kate müzikalinin açılışına gittim. İnanılmaz komik ve çok başarılıydı; müzikalleri seviyorum. Londra'daysanız mutlaka gidin, Mart 2013'e kadar Old Vic Tiyatrosu'nda.
No comments:
Post a Comment