Sunday, 23 September 2012

a luta continua

Perşembe akşamı hayatımın en fena date'lerinden birini yaşadım. Geçen hafta biriyle tanıştığımdan bahsetmiştim ve o biri görüşmek için ısrar ediyordu. Perşembe günü buralarda bir açık hava tiyatrosunda Asif Kapadia'nın bir filmi gösterilecekti, hem ona yalnız gitmemiş olurum hem de bu insanla görüşme işi aradan çıkar diye onu da davet ettim. Filmden önce bir şeyler içmek için buluştuk ve fena halde sarhoş olan date'im saçma sapan muhabbetler yapmaya başladı. Yani kendi de sosyal açıdan biraz acayip olan biri olarak toplumun genelinin "garip" kabul edeceği pek çok insana açık bir zihinle yaklaşabiliyorum, ama benim de tolere edebildiğim muhabbetlerin bir sınırı var. Zoofili muhabbetlerine girmeye başlayınca filmi falan siktir edip kalktım geri döndüm.

D'den ayrıldıktan sonra gittiğim ilk date'in böyle kamera şakamsı bir deneyime dönüşmesi moralimi çok fena bozdu. Bir anda onun gerçekten beni yüzüstü bırakıp gittiği jetonu kafamda tamamen düştü, kendimi gece gece Thames nehri kenarındaki bankların birinde oturup iPod'umdaki Bright Eyes eşliğinde hüngür hüngür ağlarken ve tüm gücümle D'nin geri gelmesi için inanmadığım bir şeylere dua ederken buldum. Tam o sırada ayaklarımın dibinde dolaşan minicik bir tarla faresi gördüm. Farecik gayet hızlı bir şekilde duvara tırmanıp gitti ve farelerin düz duvara tırmanabildiği gerçeği nedense bana o kafamla çok komik göründü. Eve geldim, D ile ayrıldığımızdan beri ilk kez her şeyin yoluna gireceğine inanarak uykuya daldım.

Sabah uyandığımda D'nin bana Balenciaga ile ilgili bir promosyon emailini forward ettiğini gördüm. Mail için teşekkür ettim, iki hafta sonra ilk kez yeniden konuştuk. Neden bilmiyorum, iki gündür yine yok oldu. Sanırım annesi gerçekten gitti gidecek durumda.

**

Perşembe akşamının kötü geçmesi ve Senna'yı izleyemeden eve gelmemin pozitif yanı, Showfilmfirst'ün Jesus Christ Superstar biletlerine bitmeden yetişmem oldu. Böylece Cuma akşamı bilet fiyatları 50 pound'dan başlayan bir müzikali bedava izlemiş oldum. Çok keyifliydi, bir diğer bonus ise "Aman Tanrım, o sahnedeki Mel C değil mi" şeklinde yaşadığım şok anıydı. Neymiş, bundan sonra böyle şeylere gitmeden kimler rol alıyor bakmak gerekiyormuş.

**

Dün British Museum'da LGBT film günü vardı. Gösterilen filmler arasında öldürülen Ugandalı aktivist David Kato'yla ilgili olan Call Me Kuchu adlı bir belgesel yer alıyordu. LGBT bireylerin sorunlarıyla ya da insan haklarıyla ilgileniyor olmasanız bile mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Ugandalı eşcinsellerin ve onlara insan gibi muamele yapılmasını savunanların başına gelenleri gördükçe bana "Millet neler yaşıyor, ben ne saçma sapan şeyleri dert ediyorum" dedirten, ne kadar şanslı olduğumu hissettiren bir film oldu çünkü.

**

Londra Film Festivali biletlerimi aldım. Bu sene Antiviral ve Beyond The Hills'i izleyeceğim. Bir de Marion Cotillard'nın söyleşisi var, ona bilet aldım. Daha izlemek istediğim çok film vardı ama çoğu gala filmi olduğu için  biletler çılgın pahalıydı, daha sonra sinemalara gelince izlerim diye düşündüm.

Bu aralar haftada 3-4 kere sinemaya gider oldum, kendime film yetiştiremiyorum.

Aralık'ta Prince Charles sinemasında Mean Girls'ün quote-along versiyonu varmış. Birlikte gidecek, Mean Girls repliklerini ezbere bilen insan aranıyor.

No comments: