Wednesday, 27 November 2013

i follow you, deep sea baby

Geçen hafta gösterime giren Blue is the Warmest Colour'ı Pazar günü yeniden izledim. Hem bu kez çizgi romanı okumuş olmanın etkisiyle, hem de ikinci kez izleyince fark ettiğim bir sürü minik detayla film beni ilkinden de fazla vurdu. Chapter 2 kısmını gözyaşlarımı zor tutarak izledikten sonra sinema çıkışı eve gitmeye hazır hissedemedim kendimi. Birlikte gittiğim arkadaşıma "Ben bu halde tek başıma eve gidersem fena olacağım" deme ihtiyacı duydum, buz gibi havaya rağmen kısmen kendimize gelene kadar sinemanın önünde oturduk.

Bu haftasonu yine sinemaya giderek filmi üçüncü kez izlemek istiyorum, ama yalnız izleyip sonra yine evimin yalnızlığına dönecek gücü (özellikle de hava 3.45 gibi kararırken) bulabileceğime emin değilim. Bu film hem bana, hem de çevremdeki insanlara o kadar dokundu ki, Londra Film Festivali'nde 1,5 ay kadar önce ilk izleyişimizden beri manyaklar gibi aralıksız bir biçimde "Şu dergideki şu yazıyı gördün mü, bilmem kimin film analizini okudun mu" muhabbeti yapar olduk. Adele o kadar içime işledi ki, bazen gün içinde kendimi onu düşünürken, iyi olup olmadığını merak ederken buluyorum. Sabahları işe yürürken kafamda "I Follow Rivers" çalıyor, Adele'in her şey boka sarmadan önce doğum gününde dertsiz, tasasız bir şekilde dans ettiği sahneyi hatırlıyorum.

Keşke "gerçek hayat" diye bir şey olmasa, bu filmi hayatım boyunca sabah akşam izleyebilsem.

No comments: