Monday, 21 October 2013

blue is the warmest colour

Cannes'da Palme d'Or aldığından beri Blue is the Warmest Colour ( La Vie d'Adèle – Chapitres 1 & 2) filmini daha önce benzeri görülmemiş bir heyecanla bekliyordum. Sonunda perşembe akşamı Londra Film Festivali kapsamında filmi izleme fırsatı buldum. Hem filmin bana hissettirdiklerini ancak sindirebildiğim için, hem de hakkını vermek istediğim için bu post'u ancak yazabiliyorum.

Hayır, vazgeçtim, filmin bende uyandırdığı hisleri hala tamamen anlamlandırabilmiş değilim, ama aklımdan geçenleri yazıya dökmeyi denemek istiyorum.

Yönetmen Abdellatif Kechiche olağanüstü bir şey yaratmış; ilk aşkın ne kadar muhteşem ve insana hayat veren bir şey olduğunu, ama bitişinin de bir o kadar harap edici olduğunu bize Adèle'in gözlerinden aktarmış. Filmin çoğunluğu boyunca karakterlerin yüzlerine yakın çekimde olan kamera sayesinde Adèle'in tüm hislerini (aşık olma anı, mutluluk, utanç, tutku, şefkat, korku, acı, hüzün, yalnızlık) kendi içimde hissettim. Kendi cinsel yönelimimle barışma sürecimi, o sürecin başlangıcında gülümseyişi filmdeki Emma'nın aynısı olan ilk kız arkadaşımla filmde olduğu gibi bir trafik ışığında tanıştığımız ve ilk görüşte aşık olduğum anı hatırladım. Adèle gibi kendimi bulma, yetişkinliğe adım atma çabası içinde yaptığım hatalarla o ilk aşkın içine edişim, aşık olduğum insanın bana tekmeyi basışı ve yine Adèle gibi gecenin bir yarısı sokaklarda salya sümük ağlaya ağlaya gezişlerim gözümün önüne geldi.

Üç saat inanılmaz hızlı geçti, film bittiğinde içimde uyanan melankoli hala gitmedi. Çok, çok etkilendim. Uzun zamandır bu kadar derin hissetmediğim özlemleri içimde uyandırdı bu film. İlk aşkımı, bana Emma'nın filmde Adèle'e baktığı gibi bakan birinin varlığını özledim. Tarif edemiyorum ama ben konuşurken havadan sudan bile konuşuyor olsam dünyanın en ilginç şeyinden bahsediyormuşum gibi şefkat dolu bir gülümsemeyle dinleyen birisinin varlığını özledim.

Bu filmin o kadar üstesinden gelemedim ki, festival boyunca daha sonra iki kez daha gittiğim Curzon Mayfair'de diğer filmlere konsantre olmak yerine Adèle'in hikayesini düşünüp nostaljiye kapılmak gibi garip davranışlar içine girdim. Sanki bir parçamı bu filmi izlediğim sırada oturduğum sinema koltuğunda bırakmışım gibi.

 

Sanırım bu filmin favori filmler listemde direk bir numaraya oturduğunu söylememe gerek yok.

No comments: