Cuma sabahı 5'te kalkıp kendimi Eurostar trenlerinin kalktığı yere sürüklemeyi başararak Paris'e gittim. Çok uykusuz olduğum ve turistik yerleri önceki gidişlerimde gezdiğim için günü çok uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Le Marais'de yiyip içerek ve laflayarak geçirdik. Orada yaşayan arkadaşım bana Parisliler'in ne kadar insan canlısı olduğundan, barlarda falan birilerinin gelip muhabbete girmesinin oldukça normal bir şey olduğundan bahsetti. Ve tam bu konuşmanın üzerine tek başıma Le Marais'de sadece kadınların takıldığı bir gay bar'a gittiğimde oturup bilmem kaç içki içmeme rağmen bir tek insanın bana gülümsediğine bile denk gelmedim. Son 5-6 yıldır ne zaman Paris'e gitsem en az bir kez tek başıma Le Marais'de bir barda oturuyor oluyorum ve şu ana kadar hiç böyle bir cana yakınlığa rastlamadım. Tam tersi, insanlar yabancı olduğumu fark ettikleri anda inanılmaz suratsız ve ters davranmaya başlıyorlar. Sanırım büyük çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ortamların dışarıya kapalı yapısı ve Fransızlar'ın genel milliyetçi tavrının birleşmesi sonucu ortaya çıkan bir durum bu. Ağzımı açıp İngilizce konuşmaya başladığım an insanların tepkisi fark edilir bir şekilde değişiyor. Ve 21. yüzyılda bir Avrupa başkentinden beklenmeyecek şekilde çok az insan İngilizce konuşuyor. Gerçekten akıl alır gibi değil. İngilizce'nin dünyanın en geçerli dili olduğu bir dönemde insan nasıl İngilizce öğrenme gereği duymaz? Çocuk inadı gibi geliyor bana. Şehir olarak Paris'e bayılıyorum, ama ne zaman gitsem insanları beni o güzelim şehirden çok soğutuyor.
Cumartesi günü Disneyland'e gittim. O yorgunluğuma rağmen 10 saat boyunca ordaydım, artık yürüyemez hale gelmiş olmasam mutlaka kapanana kadar kalırdım. İlk kez yalnız gittim ve fark ettim ki tek başına gitmenin verdiği zevk aynı değil. Yine de Disneyland benim için dünyanın en büyülü, en mutlu, en güzel yeri. En sevdiğim, en çok olmak istediğim, çocuklar gibi eğlenmekten korkmadığım ve saçma Piglet kulaklarıyla gezmekten çekinmediğim yer. Hiçbir arkadaşımın benim heyecanımı paylaşmamasını, kimsenin benimle gitmek istememesini gerçekten çok garipsiyorum. Bir insan oradan nasıl zevk almaz? Hiç gitmedikleri ve nasıl bir yer olduğunu bilmedikleri için mi, yoksa "yetişkin" olmaya kendilerini çok kaptırdıkları için mi? Bilmiyorum. Ben Disneyland Paris'e onlarca kez gitmiş olmama rağmen hala 7 yaşında ilk kez gidişimde hissettiğim heyecanla gidiyorum, orada geçirdiğim gün yılımın en büyük olayı oluyor, içim sıkıldığı zamanlarda "Keşke orada olsaydım" diye düşünüyorum. Bunu arkadaşlarımla, sevdiğim insanlarla paylaşmak istiyorum, kimse narin poposunu kaldırıp benimle gelmiyor. Sanıyorum ki bende bir gariplik var.
Pazar Xena convention vardı. Ted Raimi ve Hudson Leick gelmişti, ikisinin de bahsettiği şeyler ilgi çekiciydi ve az sayıda kişinin olduğu bir ortam olduğundan ikisine de mekanda denk gelip konuşmak mümkündü. Convention'ın öğle arasında Pere Lachaise'e gidip Oscar Wilde ve Edith Piaf'ın mezarlarını gördüm. Özellikle Oscar Wilde'ınkini karşımda görünce içim bir acayip oldu. Daha sonra başka bir arkadaşımın evine gittim, şarap içtik, konuştuk, o sırada milyon sene önce İstanbul'da tanıdığım birileri geldi. Dünya ne küçük. Çakırkeyif bir şekilde gara gidip trenime bindim. Londra'da trenden indiğimde buz gibi havaya ve yağmura rağmen dilini konuştuğum, insanlarının zihniyetini anladığım, kendimi güvende ve evde hissettiğim bir yere ayak basmak ne kadar güzel bir histi, anlatamam.
No comments:
Post a Comment