Wednesday, 5 September 2012

all sparks will burn out

Fena halde koşuşturmaca bir yolculuk sonunda geçen hafta sonu İzmir'e gelmeyi başardım. Evden erken çıkmıştım ve bilet aldığım havaalanı otobüsü yerine bir öncekine binmeyi planlıyordum, ama Londra çıkışında otobanda gerçekleşen dev bir kaza sonucu bir önceki otobüs bir buçuk saat gecikmeli hareket etti. Bir de yaşadığım o uçağı kaçıracağım stresinin üzerine bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. Otobüs sonunda geldiğinde üzerimdeki beyaz t-shirt parlak mavi sütyenime yapışmış, saçlarım banyo yapmışım gibi ıslanmıştı. Klimadan donmamak için saçlarımla omuzlarımı falan örttüğüm fena bir otobüs yolculuğundan sonra son dakikada havaalanına ulaştım. "Nasıl olsa eve gidiyorum" diye düşünerek yanıma 3-5 t-shirt ve bir elbiseden başka şey almamış olduğumdan yolculuğu iç çamaşırsız bir şekilde tamamlamak zorunda kaldım. Eve geldiğimde saat geceyarısını geçmişti.

Sabah annemin yazlığına doğru yola çıktık. Birkaç gün orada kafa dinleyip İzmir'e döndük. Hemen ertesi günü Sakız Adası'na gittik. Üç gün boyunca araba kiralayıp ne kadar dokunulmamış, ücra plaj varsa gezdik. Adanın orta kesimlerinin büyük bir kısmı yanmıştı. Siyasi/ekonomik amaçlar uğruna güzelim ağaçları, bitkileri, o yeşil alanlarda yaşayan hayvanları canlı canlı yakarak öldürmenin nasıl bir vicdansızlık olduğuna, böyle şeyleri yapanların gece nasıl uyuyabildiğine bir kez daha hayret ettim.

Sakız dönüşü akşam Çeşme'deki evde kaldım (sabah erken uyanıp ilk iş denize gitmek gibisi yok gerçekten). Denizdeyken yan evlerin birinde oturan bir adamla bir şekilde Sakız'a gittiğimiz muhabbeti açıldı. Adam oraya neden gittiğimizi sordu, plajların çok güzel olduğunu söyledim. "Çeşme'de bir sürü güzel plaj varken kalkıp oraya neden gideyim" falan demeye başladı. Ve benim yine sinirlerim attı. Bir, gitmediğin yer hakkında neden yorum yapıyorsun? İki, Çeşme'nin avantadan yaşama peşindeki işletmeciler tarafından ele geçirilip bangır bangır müzikli, suyun 5TL'ye satıldığı beach club'lar haline dönüştürülmüş plajları ile, Sakız'ın el değmemiş koyları bir mi? Üç, insanda nasıl bir keşfetme isteği, bir değişiklik arayışı olmaz? "Nasıl olsa burada benzeri var" mantığında olan, kıçını kaldırıp ülkesinden dışarı adım atma gereği duymayan tipler seyahatten ne anlar ki zaten? Her şeyin en iyisinin kendi ülkesinde olduğunu zanneden ve yeni şeyler denemekten kaçınan kapalı zihinli insanlardan nefret ediyorum.

**

Sinir olmaktan bahsetmişken, bugün NTV'de Facebook'la ilgili bir haber vardı. Facebook'tan "Face" diye bahsedilmesine inanılmaz derecede sinir oluyordum, bu huy gazete ve televizyonlara da sıçramış. "Face" nedir ya, LOL. Türkiye dışında hiçbir yerde duymadım öyle bir laf.

Sosyal ağ ortamlarında sinir olduğum bir diğer şey de evlerine "Bilmemkim Malikanesi" diyerek Foursquare'de check-in yapanlar. Sosyal statü kompleksi her şeyi yaptırıyor insanlara. En ufak bir gizlilik ayarı olmayan, her şeyi herkesin görebildiği bir ortama açık açık ev adreslerini yazıyorlar. Sonra da evden çıkıp bir cafe'de falan check-in yaptıklarında adresini verdikleri evlerinde kimse olmama ihtimalinin yüksek olduğu kabak gibi ortada oluyor. Gerçekten akıl alır gibi değil.

**

Geçen sene Türkiye'deyken Reeder'dan bir e-kitap okuyucu almıştım. Alalı iki ay olmadan ekranı çatlamıştı. Ekran çatlamasının e-ink ekranlarda çok sık görülen bir şey olduğunun Google'da iki dakikalık bir aramayla görülebilmesine rağmen Reeder Müşteri Hizmetleri bunun çok istisnai bir durum olduğunda ısrar etmiş, ürün iki yıl garantili olmasına rağmen çatlamanın benim hatam olduğunu söyleyerek tamir için 150 dolar + KDV gibi saçma sapan bir ücret istemişlerdi. Sonuç olarak Reeder'ın iş etiği ve müşteri memnuniyeti anlayışından o kadar midem bulanmıştı ki, bir daha asla hiçbir ürünlerine elimi sürmeyeceğime dair kendime söz vermiştim. O yüzden İngiltere'ye dönene kadar ihtiyaç duymama rağmen yeni bir ebook reader almadım. Amazon'un müşteri hizmetlerinin müşteri üstüne oturup ekranı çatlatsa bile anında yeni Kindle gönderdiğini okuduktan sonra geçen ay sonunda kendime Kindle almaya karar verdim. Ekstra garanti istediğimden Amazon UK'in sattığı iki yıllık her şeyi kapsayan garantiyi de satın aldım; çalınsa, havuza düşse, üstüne basılıp kırılsa bile kapsıyor. Böylece artık kafam rahat, elimde kalırsa diye üzülmüyorum. Ve Kindle bağımlılığım çılgın bir hale geldi. Günde saatlerce kitap okuyorum, günlük 16 saati bulabilen bilgisayar kullanımım 3-4 saate indi.

Kindle'ım beni çağırıyor.

No comments: