Dün Londra'da bir queer film festivali kapsamında The Turkish Boat (De Turkse Boot) diye bir film izledim. Film Amsterdam Onur Haftası kapsamındaki Kanal Geçiti'nde ilk kez bir Türk grubun yer almasını ve yerel Türk komünitesinin tepkisini konu alıyordu. (Düşündürücü bir filmdi, bulabilirseniz izleyin.)
Filmin sonundaki söyleşide konu Avrupa'ya göçen Türk topluluklarının kültürel gelişiminin nasıl "donduğuna" ve yabancı bir ülkeye yerleşen toplulukların Türk kimliklerini korumak için geleneklerini abartılı bir biçimde yaşamalarına geldi. Bunun bir sonucu olarak Türkiye'de LGBT bireylere karşı tutumların yavaş da olsa düzelmeye başlıyor olması kültürel "donma" halindeki bu toplumlara yansımıyor, Hollanda gibi LGBT bireylerin eşitliği konusunda Türkiye'den bilmemkaç ışık yılı ötede olan ülkelere göçen Türkler ise Hollanda toplumuna entegre olmadan, kendi minik Türkiyeleri içinde yaşadıkları için bu gelişme onlara ulaşamıyor.
Gerek ulusal kimlik kavramından hiç hazzetmediğim, gerekse de İngiltere'ye Türkiye olmadığı için gelmiş olduğumdan burada yaşadığım 7 küsür yıldır Londra Türk komünitesi ile en ufak bir etkileşimim olmadı. Birkaç tane Türk arkadaşım var, yılda bir de birinin doğumgünü falan olunca bir Türk mekanında rakı balık yaptığımız oluyor, ama onun dışında Türk ortamlarını aramıyor ya da uzun süreli bir nostalji hissi yaşamıyorum. Tam tersine, Londra'da bir Londralı gibi yaşamanın, Türkiye'de deneyimleyemeyeceğim şeyleri deneyimlemenin ve Türkiye'de canımı sıkan şeylerden uzak olabilmenin tadını çıkarıyorum.
Bunun tam tersi yaşayan insanlar da var ama. Evine Türk uydusu taktırıp İngiliz kanalları yerine Türk dizileri izleyen, akşamları Sezen Aksu dinleyen, öğlenleri kebapçıya giden, daha sonra kahvede tavla oynayan, Türk mahallesinin dışına adım atmayan, ve hatta İngilizce dahi konuşmayan insanlar var. Bu kültürel donma muhabbetinin konu aldığı insan grubu bu olsa gerek. Kendilerini tamamen İngiliz mi görüyorlar, tamamen Türk mü görüyorlar, ikisi de mi, hiçbiri mi, bilmiyorum.
İngiltere'ye ilk olarak geldiğimde üniversite sonrası için bir planım yoktu, "Burada kalırım" ya da "Türkiye'ye dönerim" gibi bir şey hiç düşünmemiştim bile. Şu anda bir süre daha burada kalacağım gibi görünüyor ve teknik olarak burada kendime bir "aile" oluşturmaya karar verirsem bu beni birinci kuşak bir göçmen yapıyor. Göçmen kelimesi kalıcı bir yerleşim ima ediyor ve ben kendimi İngiltere'de yaşlanıyor olarak düşünemiyorum. Eninde sonunda İzmir'e, Ege'ye dönmek, bir tekne alıp denizlere açılmak, yaşlılığımda Sakız Adası'nda kafamı dinlemek istiyorum. Belki de o yüzden kendimi "göçmen" olarak değil, "Londra'da yaşayan İzmirli bir insan" olarak görüyorum.
Sunday, 29 November 2015
Friday, 11 September 2015
I remember running to the sea
Denize çok bağlı bir insanım. Yengeç burcu olmanın buna etkisi var mıdır bilmiyorum. Ne zaman bir şeye canım sıkılıyor olsun, deniz ya da en azından herhangi bir su kaynağına gitmek hep bana iyi gelir. Denizden uzun süre uzak kaldığımda bir şeyler hep eksik kalır.
Kendimi denize bırakıp sırtüstü boşlukta dalgalandığım; sualtının sessizliğinin, gökyüzünün maviliğinin ve yüzüme vuran güneşin tadını çıkardığım anlarda duyduğum huzur hissinin önüne çok az şey geçebilir. Kışın bomboş bir plajda tek başına yürümenin zevki ise ayrıdır benim için.
Yeni bir ülkeye gidecek olduğumda her zaman ilk iş bölgeye en yakın sahili araştırırım. Dokunulmamış plajlara erişmek için yüzlerce kilometre yol gitmeye, bir hafta bacak kaslarımı kullanılmaz hale getirecek diklikteki tepelerden aşağı ölüm tehlikesiyle inmeye, hiç bilmediğim ve dilini konuşmadığım ülkelerde tek başıma kilometrelerce yol yürümeye çekinmem. Ve şu ana kadar dünyanın hangi ülkesinde kalbimin minik bir parçasını bıraktıysam o ülkeye dair zihnimde en çok yer eden anıların hepsi denizle ilgilidir.
Londra'yı çok seviyorum, ama uyandığımda odamın penceresini açıp denizi koklayabilmeyi çok özlüyorum. Keşke Londra'yı denize taşıyabilsem.
Deniz demişken, Röyksopp en sevdiğim şarkılarından Running to the Sea'ye eşlik edecek kısa filmler için çağrıda bulunmuş. Ortaya çıkan (çoğu deniz temalı) işlerin bazıları çok güzel. Buradan izleyebilirsiniz.
Yine de her zaman favorim şarkının bu live versiyonu.
Kendimi denize bırakıp sırtüstü boşlukta dalgalandığım; sualtının sessizliğinin, gökyüzünün maviliğinin ve yüzüme vuran güneşin tadını çıkardığım anlarda duyduğum huzur hissinin önüne çok az şey geçebilir. Kışın bomboş bir plajda tek başına yürümenin zevki ise ayrıdır benim için.
Yeni bir ülkeye gidecek olduğumda her zaman ilk iş bölgeye en yakın sahili araştırırım. Dokunulmamış plajlara erişmek için yüzlerce kilometre yol gitmeye, bir hafta bacak kaslarımı kullanılmaz hale getirecek diklikteki tepelerden aşağı ölüm tehlikesiyle inmeye, hiç bilmediğim ve dilini konuşmadığım ülkelerde tek başıma kilometrelerce yol yürümeye çekinmem. Ve şu ana kadar dünyanın hangi ülkesinde kalbimin minik bir parçasını bıraktıysam o ülkeye dair zihnimde en çok yer eden anıların hepsi denizle ilgilidir.
Londra'yı çok seviyorum, ama uyandığımda odamın penceresini açıp denizi koklayabilmeyi çok özlüyorum. Keşke Londra'yı denize taşıyabilsem.
Deniz demişken, Röyksopp en sevdiğim şarkılarından Running to the Sea'ye eşlik edecek kısa filmler için çağrıda bulunmuş. Ortaya çıkan (çoğu deniz temalı) işlerin bazıları çok güzel. Buradan izleyebilirsiniz.
Yine de her zaman favorim şarkının bu live versiyonu.
Sunday, 23 August 2015
dating apocalypse
Son birkaç senedir hayatımı vize ve iş/müşteri bulma stresleri ele geçirmişti. Bir süredir günlük hayatıma devam etmemi neredeyse imkansız hale getiren anksiyete krizleri ile boğuşuyordum. Geçmişte daha stresli durumların bile üstesinden gelmeme yardımcı olan rahatlık ve cesaretin 22-23 yaşlarında beni terk etmesinin ardından en ufak şeyler bile bende fena bir anksiyete tetikler hale gelmişti. En sevdiğim hobilere dikkatimi vermekte zorlanıyordum. O yüzden bu dönemde vize ve iş durumumu yoluna koymak dışındaki şeyleri geri plana atmıştım.
Şimdi bu en büyük endişe kaynaklarım geçici süreliğine de olsa aradan çıktığından yeniden hayatıma devam etmeye odaklanıyorum. Geçen gün evde sessiz sakin bir akşam geçirirken birden içimi bir yalnızlık hissi kapladı ve biriyle "çift" olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. İki kişi için yemek pişirmeyi, Cuma akşamlarını sevdiğim biriyle battaniye altında film izleyerek geçirmeyi, sabahları birine sarılarak uyanmayı, biriyle birlikte tatile gitme heyecanını, güneşli bir günü parkta birlikte piknik yaparak geçirmeyi özlüyorum. Ama bunları içimde en ufak bir heyecan uyandırmayan biriyle yaşamaktansa single olmayı tercih ettiğimden ve birtakım taviz vermek istemediğim kriterlerim olduğundan uzun zamandır tek başımayım.
Gerçek hayatta birinin yanına gidip muhabbete girecek sosyal kabiliyete sahip olmadığımdan insanlarla netten tanışmak bana daha kolay geliyor. Biriyle buluşmaya hayatımın birkaç saatini feda etmeden önce profiline bakıp bana uygun biri olup olmadığına dair doğru yanlış bir çıkarımda bulunabilmeyi, normalde karşıma çıkmayacak insanlarla karşı karşıya gelebilmeyi, insanları dış görünüşlerine ek olarak kendilerini nasıl tanıttıklarına göre de değerlendirebilmeyi seviyorum. Ama yine de o kafamdaki ideal insanı bulabilmiş değilim.
Şöyle işi, böyle evi, öyle arabası olsun türü materyalist kriterlerim yok aklımdaki insan için. Model görünümlü bir insan idealine takılmış da değilim. Ama bazı ufak şeylere çok takılıyorum. Kendi ana dilini doğru düzgün konuşmayı, yazmayı bilmeyen insanlar ve SMS dili konuşanlar beni çok itiyor mesela (bir şey/birşey ayrımı gibi üfürükten şeyler değil de, yalnız/yanlız ayrımını yapamayanlar, de'sini ayrı yazamayanlar, İngiltere'de ise you're/your farkını bilmeyenler giriyor bunun içine). Sigara içenlerin ya da hayatı sabah akşam alkolden ibaret olanların yanına yaklaşmıyorum zaten. Aşırı kıskançlık, aşırı sahiplenicilik, yalan dolancılık, amaçsızlık, dindarlık, kendi gibi olmayanları yargılayıcılık, fazla kendini beğenmişlik de bana göre değil. Ama bunlar dışında açık zihinli olmaya çalışıyorum. Yine de tekrar görmek isteyeceğim kadınlar çıkmıyor karşıma.
Geçenlerde Vanity Fair dergisinde Tinder'ın "dating apocalypse" olduğuna dair bir yazı çıkmış ve bayağı konuşulmuştu. Yazı bu tür site ve app'lerdeki seçenek bolluğunun insanda kusursuzluk arayışı ve aşırı seçiciliğe neden olduğundan bahsediyordu. Bugün farkına vardım ki insanların profillerine neredeyse iş başvurusu için CV eler gibi bakıyorum artık. Yazıda doğruluk payı var galiba.
Şimdi bu en büyük endişe kaynaklarım geçici süreliğine de olsa aradan çıktığından yeniden hayatıma devam etmeye odaklanıyorum. Geçen gün evde sessiz sakin bir akşam geçirirken birden içimi bir yalnızlık hissi kapladı ve biriyle "çift" olmayı ne kadar özlediğimi fark ettim. İki kişi için yemek pişirmeyi, Cuma akşamlarını sevdiğim biriyle battaniye altında film izleyerek geçirmeyi, sabahları birine sarılarak uyanmayı, biriyle birlikte tatile gitme heyecanını, güneşli bir günü parkta birlikte piknik yaparak geçirmeyi özlüyorum. Ama bunları içimde en ufak bir heyecan uyandırmayan biriyle yaşamaktansa single olmayı tercih ettiğimden ve birtakım taviz vermek istemediğim kriterlerim olduğundan uzun zamandır tek başımayım.
Gerçek hayatta birinin yanına gidip muhabbete girecek sosyal kabiliyete sahip olmadığımdan insanlarla netten tanışmak bana daha kolay geliyor. Biriyle buluşmaya hayatımın birkaç saatini feda etmeden önce profiline bakıp bana uygun biri olup olmadığına dair doğru yanlış bir çıkarımda bulunabilmeyi, normalde karşıma çıkmayacak insanlarla karşı karşıya gelebilmeyi, insanları dış görünüşlerine ek olarak kendilerini nasıl tanıttıklarına göre de değerlendirebilmeyi seviyorum. Ama yine de o kafamdaki ideal insanı bulabilmiş değilim.
Şöyle işi, böyle evi, öyle arabası olsun türü materyalist kriterlerim yok aklımdaki insan için. Model görünümlü bir insan idealine takılmış da değilim. Ama bazı ufak şeylere çok takılıyorum. Kendi ana dilini doğru düzgün konuşmayı, yazmayı bilmeyen insanlar ve SMS dili konuşanlar beni çok itiyor mesela (bir şey/birşey ayrımı gibi üfürükten şeyler değil de, yalnız/yanlız ayrımını yapamayanlar, de'sini ayrı yazamayanlar, İngiltere'de ise you're/your farkını bilmeyenler giriyor bunun içine). Sigara içenlerin ya da hayatı sabah akşam alkolden ibaret olanların yanına yaklaşmıyorum zaten. Aşırı kıskançlık, aşırı sahiplenicilik, yalan dolancılık, amaçsızlık, dindarlık, kendi gibi olmayanları yargılayıcılık, fazla kendini beğenmişlik de bana göre değil. Ama bunlar dışında açık zihinli olmaya çalışıyorum. Yine de tekrar görmek isteyeceğim kadınlar çıkmıyor karşıma.
Geçenlerde Vanity Fair dergisinde Tinder'ın "dating apocalypse" olduğuna dair bir yazı çıkmış ve bayağı konuşulmuştu. Yazı bu tür site ve app'lerdeki seçenek bolluğunun insanda kusursuzluk arayışı ve aşırı seçiciliğe neden olduğundan bahsediyordu. Bugün farkına vardım ki insanların profillerine neredeyse iş başvurusu için CV eler gibi bakıyorum artık. Yazıda doğruluk payı var galiba.
Monday, 23 February 2015
a sort of temporary peace
Yatak oncesi iki dakika Facebook'uma bakayim dedim, bir arkadasimin liseye yeni basladigimda dinledigim ve nedense sonra unuttugum bir sarki paylastigini gordum. Arka planda Temporary Peace calarken yillardir gitmek istedigim ama bir turlu gidemedigim, bu yil sonuncusunun yapildigi gercegi beni iyice nostaljik ruh hallerine sokan Xena con ile ilgili bir habere denk geldim. Hemen ardindan da dunyadaki diger balinalardan farkli bir frekansta iletistigi icin 30 yildir tek basina okyanuslari dolasan, sesi asla duyulmayan yalniz balinanin haberi. Iki dakikada ruhen cokuntuye ugradim neredeyse.
Turkiye'den Londra'ya yeni yila dair umutlarla donusumden 1 ay gecti, artik kaliciymis gibi gorunmeye baslayan yalnizligimi sonlandirma konusunda iyice caba harcayarak hepsi birbirinden fena sekilde sonuclanan 5 farkli date'e ciktim. Ardi ardina gelen basarisiz bulusmalar hem kendim hem de genel olarak iliskiler konusunda pek cok yeni soru isareti dogurdu kafamda. Bu hafta bu konuda uzun uzun bir post yazacagim. O zamana kadar, gorusmek uzere.
Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I
This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky
But there's a storm closing in, voices crying on the wind
The serenade is growing colder, breaks my soul that tries to sing
And there's so many many thoughts when I try to go to sleep
But with you I start to feel a sort of temporary peace
Turkiye'den Londra'ya yeni yila dair umutlarla donusumden 1 ay gecti, artik kaliciymis gibi gorunmeye baslayan yalnizligimi sonlandirma konusunda iyice caba harcayarak hepsi birbirinden fena sekilde sonuclanan 5 farkli date'e ciktim. Ardi ardina gelen basarisiz bulusmalar hem kendim hem de genel olarak iliskiler konusunda pek cok yeni soru isareti dogurdu kafamda. Bu hafta bu konuda uzun uzun bir post yazacagim. O zamana kadar, gorusmek uzere.
Beyond this beautiful horizon lies a dream for you and I
This tranquil scene is still unbroken by the rumours in the sky
But there's a storm closing in, voices crying on the wind
The serenade is growing colder, breaks my soul that tries to sing
And there's so many many thoughts when I try to go to sleep
But with you I start to feel a sort of temporary peace
Subscribe to:
Posts (Atom)